Son nefese kadar Allah'a kulluk etmekle mükellefiz
Bismillahirrahmanirrahim
“Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” (Hicr: 99)
İslâmi sorumluluğumuz, mükellef olduğumuz dönemden itibaren başlar ve son nefesimize kadar devam eder. Geçirdiğimiz zamanın bütününden hesaba çekilecek, bu zaman içinde işlemiş olduğumuz iyilik veya kötülüklerimize karşılık cezalandırılacağız. Bu işin bilincinde olarak, sahip olduğumuz her anı, Rabbimizin bizlere lütfettiği bir ikramı olarak görüp en iyi ve verimli bir şekilde değerlendirmenin gayreti içinde olmalıyız.
Hesap günü amel defterleri verilip insanlar dünyada yaptıklarıyla karşılaştıklarında; İnsan sağ tarafına bakar, hayır olarak gönderdiğini görür. Sol tarafına bakar, dünyada kötülük ve masiyet olarak işlediklerini görür.
Resulullah (s.a.v) cehennem ehli insanların ahiretteki durumlarını bu şekilde tasvir etmiştir. Eğer dünyada zamanımızı hayırla, faydalı şeylerle, Rabbimize kulluk ve taatle, bize sevap kazandıracak amellerle değerlendirmezsek, hesap günü sağ tarafımıza baktığımızda –Allah korusun– bizi kurtaracak kadar bir hazırlığımızın olmadığını görür ve büyük pişmanlık duyarız. Ancak o gün pişmanlığın bir faydası olmayacaktır.
Resulullah (s.a.v)’in şu hadis-i şerifini okuyup üzerinde dikkatlice düşünerek işimizin zorluğunu ve üstlenmiş olduğumuz emanetin ağırlığını anlamaya çalışmalıyız. Resulullah (s.a.v) buyurdu:
“Orta yolu tutun, güzele yakın olanı arayın, sabah vaktinde, akşam vaktinde, bir miktar da gecenin son kısmında yürüyün (ibadet edin), ağır ağır hedefe varabilirsiniz. Unutmayın ki sizden hiç kimseye, yaptığı amel, cenneti kazandırmayacaktır” buyurdu. “Sen de mi (amelinle cennete gidemeyeceksin) ey Allah’ın Resulü?” dediler. “Evet, ben de” dedi, “Allah affı ve rahmeti ile muamele etmezse ben de!” (Buhari)
Resulullah (s.a.v), kendisine peygamberlik görevi verildiği andan itibaren dünyada bir tek Müslüman kalıncaya kadar yeryüzünde işlenen bütün hayır ve hasenata ortaktır. Çünkü bütün insanların hidayetine vesile olan, Peygamberimiz (s.a.v)’dir. Buna rağmen; “Allah; affı ve rahmeti ile muamele etmezse ben de amelimle cennete giremeyeceğim”diye buyurduğunu zihnimizde hep canlı tutmalıyız.
Bugün Müslümanlar olarak sorumluluklarımızın çok daha ağır olduğunu görüp ona göre hareket etmemiz gerekiyor. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, Resulullah (s.a.v)’in; “Kişi Müslüman olarak sabahlar, kâfir olarak akşamlar veya Müslüman olarak akşamlar, kâfir olarak sabahlar.” Başka bir hadiste; “Öyle bir dönem gelecek ki, o gün İslâm’ı yaşamak avuçta kor tutmak gibidir” buyurmuştur. Resulullah (s.a.v)’in işaret buyurduğu dönem, içinde bulunduğumuz dönem olsa gerek. Bugün yeryüzünde işlenen kötülüklerin benzeri geçmiş tarihin hiçbir döneminde yaşanmamıştır. İnsanlar kötülüklere o kadar rahat ulaşabiliyorlar ki, bir cep telefonuyla dünyanın her köşesindeki münkerata ulaşmak mümkün bulunmaktadır.
Bütün bir ümmet zorluklar ve sıkıntılar içinde kıvranırken, zulüm ve tuğyan Müslümanları esir almışken ve özellikle de kendi bölgemizde gün be gün sapıklığın ve küfrün pençesinde can çekişmeye yüz tutmuşken, biz Müslümanlar İslâm davası dışında başka gailelerle meşgul olamayız. Rahatı yeğlememiz, gevşek davranmamız, ihmalkârlık yapmamız, dava uğrunda fedakârlıktan kaçınmamız asla bize yakışmayan bir tutumdur.
Müslümanlar olarak bir araya geldiğimizde sıklıkla Asr sûresini okuyalım. “Asra yemin olsun, gerçekten insan kesin bir ziyan içindedir. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr: 1–3) Birbirimize hakkı tavsiye edelim, İslâmi sorumluluklarımızı hatırlatalım. Aziz davamız için gecemizi gündüzümüze katmayı ve fedakârlığın en büyüğünü göstermeyi birbirimize tavsiye edelim. Öncelikli olarak içinde bulunduğumuz toplumun ıslahıyla mükellef olduğumuzu hatta bütün dünyada; “fitneden eser kalmayıncaya ve din tamamıyla Allah’ın oluncaya kadar mücadele etmekle mükellef olduğumuzu” birbirimize hatırlatalım.
Yaşları henüz 40 ila 60 dolaylarında olan kimi kardeşlerimizin konumlarına yakışmayan bazı tutumlara girdiklerini müşahede etmekteyiz. “Artık yaşlandık, iş bizden geçti, gençler çalışmalı, yaptıklarımız bizim için yeterlidir, bu dava için çok işler yaptık, bundan sonra başkaları yapsınlar…” şeklinde ifadeler kullanarak İslâmi hizmetlerden geri durmaya yeltenmektedirler. Geçmişte önemli işler yapmış, dava için zamanında çok fedakârlıklar göstermiş, İslâm ve Müslümanlara hizmetten dolayı musibetlerle karşılaşmış olabiliriz. Ancak bütün bunlar sorumluluğumuzun bittiği anlamına gelmez. Son nefesimize kadar sorumluluğumuzun devam ettiğini, Allah korusun, ahir ömrümüzde yapacağımız vahim bir hatanın geçmişteki bütün hayırlarımızı silip süpüreceği tehlikesini de hiçbir zaman unutmamalıyız.
Orta yaşlı kardeşler olarak eğer İslâm dininin omuzlarımıza bıraktığı emanetin büyüklüğünü idrak etmez ve bütün varlığımızı davamıza tahsis etmezsek, fitnenin her tarafı sardığı bu zamanda, çocuklarımızı, ailemizi hatta kendimizi dahi zamanın fitnesinden muhafaza etmemiz mümkün olmayacaktır.
Kıbrıs’a çıkartma için askerler hazırlanmış, bekleyen mücahitler arasında dolaşan dönemin Humus valisi, pir-i fani, kaşları gözlerinin üstünü kapatmış ve bir sandukanın üzerinde oturup bekleyen bir yaşlıya yaklaşır. “Amca! Ne için bekliyorsun, nereye gideceksin?” diye sorar. Yaşlı amca; “Cihada gideceğim” der. Vali; “Bu yaşta sen nasıl cihada çıkacaksın? Üstelik sen pir-i fani bir ihtiyarsın, senin üzerinde cihad farizası kalkmıştır, çocukların, torunların gidiyorlar, senin gitmene gerek yoktur” der. Yaşlı mücahit; “Evladım, Buhus/Tevbe Sûresi, “(Ey iman edenler!) Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak (savaşa çıkmak üzere) seferber olun. Mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır!” (1) nazil olduktan sonra artık hiçbir Müslüman için cihada çıkmaması için mazeret bırakmamıştır” der.
Her ne kadar İslâm mazur olanlara izin vermişse de, bazı durumlarda kadınlar dâhil yaşlı, hasta, fakir, zengin bütün Müslümanlara güç ve imkânları nispetinde cihada katkı sunma sorumluluğu yüklemiştir. Eğer düşman Müslümanların hanelerine musallat olursa, her Müslüman gücü yettiği ölçüde düşmanı püskürtmek için mücadele vermekle sorumlu tutulmuştur. Bugün İslâm ümmeti olarak en kritik ve en tehlikeli dönemi yaşamaktayız. Onun için her Müslüman, gücü ve imkânı nispetinde azami derecede İslâmi mücadeleye katkı sunmak ve destek vermekle mükelleftir.
Şeytan ve dostları, mürtet örgütün İslâm’a ve Müslümanlara karşı olan kin ve adavetinin hangi boyutta olduğunu çok iyi bilmekteyiz. Müslümanlara ve İslâmi değerlere savaş açtığını biliyoruz. Müslümanları çocukları ve aileleriyle beraber yok etmek üzere kalkıştıkları artık gizlenemeyen bir gerçektir. Yaşadığımız topraklar öncelikli olmak üzere gücümüzün yettiği her yerde, İslâmi değerleri ve Müslümanları müdafaa etmekle mükellef olduğumuzu her kardeşimiz bilmelidir.
Mücadele içinde zaman geçirmiş, fedakârlık göstermiş, tecrübe edinmiş kardeşlerimizin sorumluluklarının daha büyük olduğunu burada hatırlatmak isteriz. İslâmi yaşantılarıyla genç kardeşlerimize örnek olmalı, onların ellerinden tutup tecrübelerini aktararak İslâmi mücadelede, Müslümanlara hizmette aktif rol almalarını sağlamalıdırlar. Orta yaşlı kardeşlerimiz, ömürlerinin önemli bir kısmını İslâmi hizmetlerle geçirdikten sonra emekliye ayrılmış bir pozisyona bürünerek davaya hizmetten geri dururlarsa onlardan kaynaklanabilecek her kaybın vebalinin kendi boyunlarında olduğunu bilmeleri gerekir. Onun için mücadele içinde olgunlaşmış, saç ve sakalı ağarmış kardeşlerimizin daha çok çalışması, daha çok fedakârlıkta bulunması gerekiyor. Fedakârlıkta gençlere örnek olmak suretiyle davamızı daha ileri bir noktaya taşımanın sorumluluğunu bütün zerrelerinde hissetmeleri ve fena fi’l-dava olmaları gerekmektedir. Aksi bir durumun asla bize yakışmayacağını, Rabbimizin huzurunda bizi utandıracağını hatırlatmak isteriz.
Rabbim, kendi davası uğruna emek sarf etmiş bütün kardeşlerimizin son nefeslerine kadar ayaklarını hidayet üzere sabit kılsın.
Allah’a emanet olun.
Başyazı / İnzar Dergisi – Aralık 2015 (135. Sayı)