Köpük Gider Su Kalır
“Hakikat Ötesi” diye bir kavram var, 2016’da Oxford Sözlüğü tarafından yılın kelimesi seçilmişti. Sözlük, kavramı “Nesnel olguların, kamuoyunun bilinçlenmesinde duygulardan ve kişisel inançlardan daha az etkili olduğu durumlar” şeklinde tanımlamıştı.
Pek çok düşünür ve akademisyen konu hakkında yazdı. Akademik dergiler kavramı “dosya konusu” yaptı. Başkanlığı döneminde günde ortalama 20 küsür yalan söylediği ifade edilen Trump’ın nasıl olup da kitleleri arkasından sürükleyebildiği tartışıldı. Hakikat ötesi; akıl, bilim ve demokrasi karşıtı bir güruhun dalga dalga yayılmasının; sağcılığın, popülizmin ve faşizmin yükselmesinin temel sorumlusu olarak görüldü.
Tabii ki bu yargı da “gerçek ötesi”ydi; hakikat ötesi çağa Trump’la ya da Brexit oylamasıyla girmediğimiz gibi…
İnsanlık son yüz yıl içinde o kadar büyük yalanlara maruz kaldı, o denli sahte ideolojilerle avutuldu; umutları, kaygıları ve özlemleri o denli istismar edildi ki, artık ne iki kere ikinin dört ettiğinin bir önemi kaldı, ne fiziğin ne de biyolojinin…
Büyük yalanlar büyük hakikatler olarak sunuldu. İnsanlık büyük yalanlar uğruna milyonlar olup kan ve can verdi. Tarihin ilk atom bombasını kullanan adam aynı zamanda İnsan Hakları Beyannamesini ilanına ön ayak oldu. Aynı yıl BM denilen kurum İsrail denen yalanı oylayıp, kabul etti.
Sonra postmodernizm çıktı ortaya. Gerçekliğin “sosyal inşa” olduğunu söyledi. Her şeyin bir anlatıdan ibaret olduğunu; evrensel bir hakikatin olmadığını öne sürdü. Cinsiyetin, ırkın, türün; insanın ve hayvanın, bireyin ve toplumun, maddenin ve mananın, iyilik ve kötülüğün “kurgu” olduğunu ilan etti. Hakikat iddiasında bulunmak “faşizm”, “totaliterlik” ve “diktatörlük” üretiyordu bu yeni anlayışa göre. Hiç kimse “hakikat tekelciliği” yapmamalıydı. Herkes kendi gerçekliğini üretmeli ve o gerçekliğe herkes de saygı duymalıydı. Bir insan “kadınım” diyorsa kadındı; “erkeğim” diyorsa erkekti. Kimsenin bunu sorgulamaya, yargılamaya hakkı yoktu. Hiç kimse hiç kimseye nasıl giyineceğini, nasıl davranacağını, nasıl yaşayacağını öğretemezdi. Ne de olsa her şey bir “inşa” idi.
İşler öyle bir noktaya geldi ki, Alan Sokal yerçekimi yasasının sosyal bir “inşa” olduğunu, Pi sayısının “kültürden kültüre değişebileceğini” yazdığında bunu dünyanın en “saygın” akademik dergilerinden biri yayınlayabiliyordu.
Pluckrose ve ekibinin parodi amaçlı yazdığı makalelerin yine dünyanın en saygın “akademik” dergileri tarafından yayınlanması artık şaşırtıcı değildi. Yazarlar hayvanların “cinsel yönelimleri”nden bahsediyor; erkek öğrencilerin “zincirlenerek” köpek gibi eğitilmesini ve yine erkeklerin transfobilerini yenmeleri için kendilerine seks oyuncakları ile “anal yoldan penetrasyon yapmalarını” öneriyordu. Sadece hayvanlar ve insanlar değil astronomi bilimi de payına düşeni almıştı. Yazdıkları bir makalenin başlığı şöyleydi: “Yıldızlar, Gezegenler ve Toplumsal Cinsiyet: Feminist Astronomi İçin Bir Çerçeve”. Makalede “astronomi” biliminin erkek egemen kültür tarafından üretildiği, feminist ve queer bir perspektiften yeniden inşa edilmesi gerektiği savunuluyordu.
Saçmalık mı diyorsunuz? Hamakat ve zırvalık mı sizce?
Neden olsun ki!
Hakikat yoktu nasıl olsa; gerçeklik yoktu. Her şey bizim uydurmalarımızdan ibaretti. Yerçekimi yasasının “inşa” olduğu bir dünyada neyin gerçekliği olabilirdi ki? Fiziğin “anlatı” olduğu bir dünyada ilahi kitapların esamisi okunur muydu? Fizikçilerin bile kesin konuşamadığı bir dünyada ulemanın hükmü kalır mıydı?
Sloganları şuydu: “Aklınızı kiraya vermeyin!” Evinin yolunu Google’a bakmadan bulamayan adamlar, eleştirel düşünür olup çıkmıştı. Hadleri hariç bilmedikleri hiçbir şey yoktu. Artık hiç kimse ilahi kitaplar adına konuşamazdı. Hiçbir alim peygamberlerin varisi değildi. Her hüküm bir dayatma, her nasihat dinî faşizmin işaretiydi. Her şey mizah konusu olabilirdi; ama her şey. Bütün travmaların arkasında ciddiyet vardı. Değişimin ve akışkanlığın olduğu bir düzlemde “dava ciddiyeti” komik bir şeydi. Hiçbir şey kutsal değildi, dokunulmaz değildi. A, A’dır demenin adı muhafazakarlık olup çıkmıştı; B de olabilirdi. Mantığın ilkeleri adına kim kime dayatmada bulunabilirdi ki!
Pireyi deve, deveyi pire yapmak mümkündü. Yeter ki siz öyle algılayın. Size kim karşı çıkabilir ki! Hangi çılgın sizin bireysel özgürlüğünüze, fantezilerinize zincir vurabilir ki!
Artık Lanzorete Sözleşmesi’nin çocuk pornografisine cevaz vermesi uluslararası hukuk, İran İslam Cumhuriyeti’nin başörtüsü siyaseti ise diktatörlük olarak tanımlanabiliyordu.
Artık yerçekimi yasasından şüphe edebilir, feminist astronomiden bahsedebilirdiniz.
Hakikat ötesi çağın amacı tam da buydu: Her şeyin yalan ve dayatmadan ibaret olduğu düşüncesi herkesi savunmasız, korunmasız ve hakikatsiz bir dünyaya savuracak, nihayetinde “yalan” kazanacaktı. Sadece “yalanların” olduğu bir dünyada başka ne kazanabilir ki? The Undeclared War (İlan Edilmemiş/Örtülü Savaş) dizisinde iki gazeteci arasındaki şu diyalogda geçtiği gibi:
-Ama bu kadar bariz bir şekilde yalan olan bir şeyi haber yapmanın amacı ne?
-Bak, daha önceki gazetecilik deneyimlerini unutman gerek, tamam mı? Önemli olan sahte olup olmaması değil. Yani haber yapılan şey öyle ya da böyle sahte. İnsanların inanmayacağını biliyoruz. Muhtemelen dün söylediklerimizle çelişiyor, önemli değil. Amaç, insanları her şeyin yalan olduğu, gerçek diye bir şeyin olmadığı fikrine alıştırmak. Ve bunu kabullendiklerinde en büyük yalancı kazanır.
*
En büyük yalancının kazanacağı bir denklemin içine sürüklendi insanlık adım adım. Bütün toplumlar (Türkiye’de de görüleceği üzere) yerel ve mikro muhalefetlere yönlendirildi. “Dış Güçler” kavramı en büyük alay konusuydu. Kendini ilerici sanan kimi Marksistlerin eline LGBT bayrağı tutuşturulmuş, “eşcinsel imam”ın arkasında namaz kılmaya hazır hale getirilmişlerdi; kendilerine “İslamcı” kontenjanından bazı partilerde yer bulan isimlerin NATO bayrağının gölgesi altında İran’da “devrim” çağrıları yapmaya hazır hale getirildikleri gibi. ABD’nin kadınların arkasına, kimi Marksist ve İslamcıların da ABD’nin arkasına sığındığı yeni bir devrimcilik üretildi. Olmaz mı diyorsunuz? Ne fark eder ki! Her şey bir bakış açısı sorunu değil mi? Gerçeklik neye nerden baktığımıza göre değişip durmuyor mu?
ABD’de her gün 53 kişi cinayet sonucu öldürülmeye, Fransa Korsika’nın canını okumaya, Tolstoy’un kitapları Batı üniversitelerinde yakılmaya, İsrail çocukları tutuklayıp katletmeye, Irak’ta 15’indeki Zeynep ABD kurşunlarıyla kana bulanmaya devam ede dursun bu yeni devrimciler yakılmış başörtüsünden, savrulmuş saçlardan sanal devrim bayrakları ürettiler.
Nasıl olsa bizim mağduriyetimiz, bizim acılarımız, bizim kanımız tekrar bize satılabiliyor. Hakikat ötesi çağda devrimler bizim kanımızla bize karşı yapılabiliyor. ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Nikki Haley 2017’de İdlib’te öldürülen çocukların resimlerini elinde sallayarak "Bu resimler karşısında gözlerimizi kapayamayız, sorumluluktan kaçamayız." demiş ve kimi İslamcılar tarafından ABD füzeleri coğrafyamıza davet edilmemiş miydi? Benzer bir şeyi kimi solcular Ukrayna savaşında yapmamış mıydı?
*
“Öyle bir çukura düştük ki, zeki insanların ilk vazifesi malumu ilan etmektir artık” demiş Orwell.
Büyük Kolombiya 5 ülkeye bölündüğünde (Venezuela, Ekvator, Kolombiya, Peru, Bolivya) Latin Amerika'nın özgürlük kahramanı Simon Bolivar da General Urdenata'ya "Asla mutlu olamayacağız, asla!" demişti.
Bolivar’ın sözü kulaklarımızda çınlıyor. Doğruydu söyledikleri. Çünkü sadece toprakları çalınmamış, acıları da yağmalanmıştı. Mazlumların hikayelerini cellatlar yazarsa sonrakiler altındaki tabureye tekmeyi kendi atmaz mı?
Kendi acılarına sahip çıkamayan bir topluluğa kim niye acısın ki?
İsrail’le savaşmayı bırakmış; ABD, Siyonizm ve Batı emperyalizmiyle mücadeleyi bırakmış ya da ötelemiş bir topluluk ancak kendini devirebilir.
Diyelim ki samimisin, diyelim ki iyi niyetlisin. Hiç fark etmez. Attığın sloganın suflörlüğünü Beyaz Saray yapıyorsa bil ki sonun felakettir.
Malumu ilan etmeyi bıraktıysan sonun ateş çukurundan başka bir şey değildir.
Müstekbirlerin kayığına binenlere anlayışlı olmaya başlamışsan bil ki kıvama gelmişsin demektir.
Niyetin ne olursa olsun Brecht’in Madem İyisin şiirindeki adamdan farkın olmayacak sonun.
“Şimdi bizi iyi dinle” diyecekler sana: “Düşmanımızsın sen bizim... Ama madem bir sürü iyi yönün var, dikeceğiz seni iyi bir duvarın önüne” diyecekler. İyi tüfeklerden çıkan iyi kurşunlarla vuracaklar seni. Sonra da gömecekler iyi bir kürekle, iyi bir toprağa…
Ama şunu da bil ki, malum ilan edilecek bir gün: Köpük gidecek, su kalacak.
*
Allah’ım bizi ilahi ve ebedi bir gerçeklik olan şehidlerimizin yolundan ayırma; canlarını, mallarını ve en azizlerini kurban vererek var ettikleri direniş cephesini kaim ve muzaffer kıl. İlgimizi ve dikkatimizi düşmanın cazip vaatlerinden özgür kıl. İlgimizi yönelt, dikkatimizi arttır; irademizi başımıza gelenlerin etkisinden kurtarmamamıza yardımcı ol. Kararsızlığa mahkûm bırakma bizleri, kalbimizi müstekar kıl. (Milli Gazete)