Uluslararası İlişkilerde Kıskançlık ve Hased
“İzzettin El Kassam savaştı.
Hizbullah tiyatro oynadı.
Ebu Ubeyde savaştı, Nasrallah şov yaptı.
Hamas efsaneleşti. Hizbullah gömüldü.
Filistin Savaşçıları, Gerilladan özel harekatçıya dönüştü.
Örgütten devlete/orduya geçiş yaptı.”
Bu sözler Yeni Şafak Gazetesi eski Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül’e ait. 3 Aralık 2023’te twitter hesabından paylaştı. İmlasına dokunmadan bire bir alıntıladım.
*
"Tiyatro oynadı" dediği, “Gömüldü” dediği Hizbullah'a Ebu Ubeyde, Ebu Hamza, İsmail Heniyye ve Ziyad Nehale gibi direnişin bütün liderleri şükranlarını sundu.
"Şov yaptı" dediği Nasrallah'ın 17 yaşındaki oğlu cephede İsrail'e karşı savaşırken şehid düştü. Hizbullah’ın Lübnan parlamentosundaki grup başkanı Muhammed Raad’ın oğlu da Siyonistler tarafından şehid edildi.
Örnekleri artırabiliriz lakin gerek yok.
Türkiye'nin şanssızlıklarından biri gerçekleri kendi önyargılarına kurban eden kişilerin topluma etki edebilmesi. Burada temel sorun İbrahim Karagül ya da ona benzer kişilerin Hizbullah’a ya da Nasrallah’a karşı olması, onları sevmemesi değildir. Asıl sorun, öznel algılarını kamuya mal etmek için gerçekliği yok sayması, gerektiğinde bunları çarpıtabilmesidir. Bundan daha büyük bir sorun ise, yazarın tahayyülünde kurgulanmış bu ya da buna benzer cümlelerin toplumun bir kesimi tarafından sorgulanmaksızın tekrar edilmesidir.
*
Biz genelde Batı’nın çifte standardından, iki yüzlülüğünden bahsederiz. Batı basınının İslam dinini nasıl çarpıttığından, İslamofobia oluşturmak için İslam ve Müslümanlar hakkında nice manipülasyonlar yaptığından söz ederiz. Söz etmekte haklıyız da. Ama aynı çarpıtma ve manipülasyonları kendi basınımız, kendi yazarımız, kendi entelektüellerimizin de yaptığını konuşmalıyız. Konuşmalıyız çünkü gerçeklikten kopan bir ülkenin geleceği olamaz. Gerçeklikten kopan bir toplum, hayal kırıklıkları yaşamaya mahkumdur. Gerçeklikten kopan bakış açısı ne kendini ne de dostunu ve düşmanını nesnel bir şekilde değerlendiremez. Kendi hayal dünyasında yaşayan bir kişi/grup/toplum dünyanın kendini beklediğini sanırken hasımları tarafından zihinsel ve psikolojik işgal yaşar da farkında bile olmaz.
Gerçeklikten kopmak derin ve tedavisi zor bir patoloji yaratır. İnsanı psikotik bir dünyanın içine çeker. Kişi/grup/toplum artık dış dünyada ne olduğuyla ilgilenmez. İlgilense de sadece kendi hayal dünyasında ürettiği gerçekliği onaylamak için ilgilenir. Kendi tahayyülüyle muvafık olmayan gerçekliği göz ardı eder.
Bununla kalsa iyi.
Bu gerçeklik gün gelir reddedilemeyecek bir noktaya ulaşırsa kişi gerçekliğe düşman kesilir. Asıl tehlike de budur. İnsan kendi tahayyülünü, kendi beklentisini, kendi inançlarını korumak için hakikati reddedebilir. Artık bu noktada ne bilgi işe yarar ne de kanıt.
Ehl-i kitaptan bazılarının, peygamber olduğunu bilmelerine rağmen Hz. Muhammed’i kabul etmemesinin ardından yatan motivasyon budur. Sorun bilgi sorunu değildir, kanıt-delil sorunu değildir. Kur’an’ın da buyurduğu gibi Muhammed’in (SAV) peygamber olduğunu, kendi öz oğullarını bildikleri gibi bilirler ama yine de reddederler. Çünkü yüzyıllardır kendi içlerinden bir Peygamber geleceğine inanmışlardır. Yüzyıllar boyunca bu beklentiyle yaşamış, bu arzuyla yanıp tutuşmuşlardır. Çocuğun düştüğü yerden doğrulacağına, bayrağın düştüğü yerden kalkacağına inanmışlardır. Teorilerini, teolojilerini ve ontolojilerini bunun üzerine bina etmişlerdir. Bu, devasa bir binadır. Uzun emekler, uzun uğraşlar sonucu inşa edilmiştir. Binayı yıkmaktansa gerçekliği yıkmayı, gerçekliğe karşı durmayı göze alırlar. Gerçekliğe teslim olmaktansa gerçekliği teslim almayı; gerçekliğe boyun eğmektense, gerçekliğe boyun eğdirmeyi tercih ederler. Sonu gelmez teviller, sonu gelmez yorumlar, sonu gelmez manipülasyonlar ve sonu gelmez yalanlar işte böyle başlar. Ama bu nafile bir çabadır. Belki bir süre hem kendinizi hem çevrenizi inandırabilirsiniz bunlara. Ama gerçeklik serttir. Gözlerinizi kapatmakla güneşi yok edemezsiniz. Işığı ve ısısı sizi bulur.
Müşriklerin Peygamberlere itirazları da buna benzer. Statüyü, ünvanı, makam ve mansıbı kendi tahayyüllerinde “olmazsa olmaz” vasıflar olarak gören bu kişiler, bir çobanın, bir yetimin, bir yoksulun rehberliğini kendilerine yedirememişlerdir.
O yüzden bir kişinin bilgisi eksikse tamamlayabilirsiniz, bakış açısı yanlışsa düzeltebilirsiniz ama kalbinde kıskançlık ve hased gibi hastalıklar varsa buna elinizden bir şey gelmez.
*
İnsan olarak ilk görevimiz gerçekliği görebilmektedir; kendi ön kabullerimizin, kendi hayallerimizin, kendi beklentilerimizin filtresinden geçirmeden ham haliyle o gerçekliği görebilmek. Gerçekliği değiştirmek istiyorsak ve bu mümkün bir şeyse bile önce gerçekliğin nesnel bir fotoğrafını elde etmek zorundayız. Aksi halde sonu gelmez çarpıtmaların girdabına düşeriz ki bu da insanı şizofrenik bir dünyaya sürükler.
Kur’an bu konuda bize hassas örnekler sunar. Hz. Musa’nın bir adamı öldürdüğünü, Hz. Yunus’un Allah’ın emrini beklemeden görevini bırakıp gittiğini, Hz. Yusuf’un Züleyha’ya meylettiğini hiç çekinmeden bize hatırlatır. Bedir’deki zaferi de Huneyn’deki dağılıp çözülmeyi de Kur’an bize olduğu gibi aktarır. Bize üretilmiş, kurgulanmış, romantik bir anlatı sunmaz; hiç kimseyi editlemez, montajlamaz, filtrelemez. Olanı olduğu gibi aktarır. Herkesi aynı torbaya koymaz. Yahudilerin Müşriklerden Hz. Muhammed’e ve takipçilerine karşı daha azılı bir düşman olduğunu, Hıristiyanların ise daha yakın olduğunu belirtir. Kategorize ederken, derecelendirme yapmayı ihmal etmez.
O yüzden Kur’an güvenilir bir kitaptır. O yüzden Hz. Muhammed “el-emin”dir. Ne aziz kitabımız Kur’an, ne de efendimiz Resul-i ekrem propaganda yapmaz. Tebliğ yapar, tebyin yapar, tefsir yapar, teşrih yapar ama propaganda yapmaz. Çünkü propagandanın amacı maddi ya da zihinsel bir ürünü satmaktır. Propaganda muhatabını “müşteri” olarak görür. Satmak için abartmak, eksiltmek, gizlemek, çarpıtmak mübah hale gelir. Tebliğ ise muhatabını insan olarak görür; kimseye zorlama yapmaz, baskı kurmaz, psikolojik savaş taktikleri kullanmaz.
Bizim; şayet Allah’ın davetini kabul ederlerse başlarına nice zorluklar, sıkıntılar, sorunlar geleceğini ilk başta söyleyen bir dinimiz var. Kimseye peşinen “kıyak” geçmeyen, torpil yapmayan; “Doğrusu insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” diyen bir kitabımız var. Dahası bizim “İnni Küntü Minezzalimin!” diyebilen Peygamberlerimiz var. Bizim Habeşistan kralı Necaşi için “Orada ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir hükümdar iş başındadır; gidin ve Allah içinde bulunduğunuz durumdan bir çıkış yolu gösterinceye kadar o doğruluk ülkesinde kalın.” diyebilen bir Resulümüz var.
*
Gerçeklikten kopan toplumlar mitoloji üretir, menkıbeler üretir, masallar üretir. Böylesi toplumlar kolektif rüya gören toplumlara dönüşür. Bu toplumlarda herkes aynı rüyayı görür; birinin anlattığı rüya diğerinin rüyasını doğrular. Bu toplumlarda bir rüyanın doğruluğunun kanıtı diğerinin gördüğü rüyadır. Böylelikle bir rüyalar alemi içine düşer insan.
Rüyalar etkilidir, “gerçek gibi”dir ama gerçek değildir. Rüyalar gerçeklikle ilişkilidir ama gerçekliğin kişinin öznelliğine bulaşmış, bozulmuş şeklidir. Rüyadan gerçekliğe uyanmak zordur, yıpratıcıdır, yıkıcıdır. Uyanmak rüyadan sıyrılmanın garantisi değildir. O yüzden bu kişiler uyansalar da rüyalarına devam ederler. Hougton Siyaset Psikolojisi kitabında "Bir bireyin inanç sistemi kendisinin mantıklı olduğuna inandığı hipotezler ve kuramlar ortaya koyar." der. Kur’an’ın, statükolarını “atalar dini” üzerine kurmuş Müşriklere yönelttiği şu soru onları kendi hipotezlerini sorgulamaya davet eder: “Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?”
Klişeler, etiketler, damgalamalar, ezberler bir toplumu körleştirebilir. Klişelerle, etiketlerle, ezberlerle körleştirilmiş bir toplum efsanelerle yetinebilir. Böylesi toplumlar kolay manipüle edilebilir. Böylesi toplumların zihinlerinde her şey olmuş bitmiş; yaşanmıştır. Sonuçlar bellidir o yüzden süreçlerle ilgilenmezler. İlgilenseler de bu ilgi öğrenmek amaçlı değil teyid amaçlıdır. Zaten yaşanmış/olup bitmiş kurguyu destekleyen veriler doğru, diğerleri yanlıştır. Kendi kurgularını desteklemeyen gerçekliklerde mutlaka bir “bit yeniği” vardır.
Efsanelerle yetinen toplumların muhasebe yetenekleri yoktur. Muhasebe yapabilmek için “farkındalık” gerekir; rüyadan uyanmanız gerekir. O yüzden böylesi kişiler/gruplar/toplumlar aynı hataları tekrar tekrar yapar ama yine de bundan dolayı rahatsızlık hissetmezler.
*
Aksa Tufanı savaşı tam bir furkandır, mizandır, mi’yardır. Her klişeyi, her etiketi, her damgalamayı acımasızca yıkıp geçmiştir. İlahi yöntem devreye girmiş; herkesi beklemediği yerden yakalamıştır. Şiilerle-Sünnilerin, Araplarla-Acemlerin, Batılılarla-Doğuluların, Müslimlerle-Gayr-i Müslimlerin aynı cephede yer alabileceğini ve yine bu ikili kategorilerin Siyonist cephede saf tutabileceğini göstermiştir.
Aksa Tufanı bütün bunları göstermiştir ama bu görülebileceğinin garantisi değildir: “Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac Suresi: 46)
Kalpleri körleştiren kıskançlıktır, hasedtir, ucbdur, kibrdir. Modern siyaset kitapları bu kavramlardan söz etmez. Etmez ama “ulusal çıkar ve güç” kavramlarını merkeze alarak bütün bu nefsani kirleri devletleştirir. O yüzden devletler Gazze’de ne olup bittiğiyle değil, olup bitenlerin kendi çıkarlarını nasıl etkileyeceğiyle ilgilenmektedir.
Allah çevresi mübarek kılınmış bu topraklara berrak bir zihinle bakabilmeyi bize nasip etsin. (islamianaliz)