Kurtuba’dan Cordoba’ya
Perşembe günü, akşam karanlığı şehrin üzerine yavaş yavaş çökerken, Kurtuba Camii’nin önündeki köprüden karşıya doğru yürüyorum. Köprünün bittiği yerde küçük bir kale parçası var. İspanyolcadaki ismi, “Calahorra”. Dikkatle bakanların, kökenine kulak kabartacağı bir isim bu. Evet, İspanyolcadaki binlerce benzeri gibi, bu da Arapça’dan türetilmiş bir kelime. Aslı ise, “El Kal’atu’l-Hurra”. “Özgür Kale” manasına gelen kelime, bugün artık “Calahorra” olarak telaffuz ediliyor. Tıpkı Endülüs Emevîleri’nin görkemli başkenti Kurtuba’nın Cordoba’ya dönüşmesi gibi. Veya, adımladığım köprünün üzerine kurulduğu nehrin adının, “Vâdî el Kebîr”ken “Guadalquivir” olması gibi. Kelimelerin zaman içindeki dönüşüm ve değişimlerini, Endülüs’teki Müslüman varlığının yok oluş sürecine benzeterek, nihayet karşı kıyıya varıyorum.
Köprünün öte yanına yürüyüş gayem, Kurtuba Ulu Camii’nin ihtişamını biraz uzaktan ve ufku kızıla boyayan güneşin loş ışıkları altında izlemek. Ama bu, gönlümden geçtiği biçimiyle mümkün olmuyor ne yazık ki. Çünkü, caminin manzarası hem ortasına 1500’lerin ilk yarısında inşa edilen uyumsuz ve çirkin katedral binasıyla bozulmuş, hem de yanına-yöresine sonradan eklenen yapılarla neredeyse görünmez olmuş. Cordoba Piskoposu Manrique’in ısrarlarına dayanamayarak katedralin inşasına müsaade eden İspanya Kralı Beşinci Charles’a atfedilen, “Sıradan bir şey yapmak için, benzersiz bir şeyi yok etmişsiniz!” sözüne hak vermemek imkânsız.
Güneş artık kaybolmaya başlarken, camiyi izliyorum, izliyorum... 756’dan itibaren Kurtuba’nın “cuma camii” olması için tesis edilen, ardından 900’lü yıllarda bile hâlâ genişletilmeye devam eden bu mabed, döneminde dünyanın en büyük camisi konumundaydı. Seyyahlar, yazarlar, âlimler, talebeler ve daha birçok kimseler açısından, Kurtuba Ulu Camii’ne yolunu düşürmek sadece bir keyif değil, aynı zamanda bir mecburiyetti de. İslâm’ın ufkunu kavramak ve derinliğine vâkıf olmak isteyenler için, buraya uğramak bir vazife durumundaydı.
Camiye bakarken, Endülüs Emevîleri’nin Şam’da tevârüs ettikleri Bizans mimarisiyle Endülüs’ün 711’den önceki sahipleri Vizigotlar’dan aldıklarını ustaca birleştirdikleri Kurtuba’nın görkemini hatırlamamak elbette olmazdı:
Halife Üçüncü Abdurrahman’ın 50 yıllık uzun saltanatı döneminde (912-961) altın çağını yaşayan Kurtuba, 500 bini aşan merkez nüfusuyla, Avrupa’nın en kalabalık ve büyük şehriydi. Kurtuba’da üretilen ipek, kumaş, mücevherat, altın ve deri hem Avrupa’nın hem de Asya’nın pazarlarında kapışılıyordu. Başkentin ve çevresinin ulaştığı yüksek refah seviyesi, bütün dünyayı büyülüyordu. Cadde ve sokakları muntazam taş döşeli olan Kurtuba, Avrupa’da kamusal aydınlatmanın ilk kullanıldığı şehirdi. Geceleyin onlarca kilometre yol giden bir yolcu, tamamen aydınlıkta seyahat edebilir, herhangi bir karanlık görmediği gibi, güvenlik problemi de yaşamazdı. Ayrıca yol boyunca binalar kesintisiz devam eder, bilhassa yabancılara Kurtuba’da erişilen mimari zirvenin seçkin örnekleri bu sayede sunulurdu.
Kurtuba, Halife Üçüncü Abdurrahman’ın oğlu İkinci Hakem döneminde (961-976), Avrupa’nın kültür başkentine dönüştü. Babasının bilim, sanat ve kültüre yaptığı yatırımları sürdüren Hakem tahttayken Kurtuba’da 70 halk kütüphanesinin bulunduğu tespit edilmiştir. Kurtuba Camii’nin içine kurulan ve dileyen herkesin erişimine açık tutulan dev kütüphane, kapsamı kısa sürede genişleyince müstakil bir binaya taşınmış, daha sonra da aynı sebeple beş kez daha taşınmak durumunda kalmıştı. Kendisi de bizzatihi ciddi bir tarihçi olan İkinci Hakem’in şahsî kütüphanesindeki cilt sayısı 400 bini geçmekteydi. Aynı dönemde, Avrupa’nın en saygın kütüphanelerindeki kitap sayısı ise en fazla 600 civarındaydı.
Arapça’yı oldukça fasih bir lehçeyle konuşan Kurtuba halkı, dillerini Hıristiyanlar’ın da öğrenmesine ön ayak olmuştu. O dönemde Arapça o kadar yaygın ve baskın konumdaydı ki, Avrupa’nın birçok bölgesinden Arapça öğrenmek için Kurtuba’ya gelmek oldukça sıradan bir işti. Hıristiyan din adamları, gençlerinin Arap özentisinden kurtulamadığından, kendi dinî ve kültürel metinleriyle ilgilenmek yerine Arap şiiri ezberlemekle uğraştıklarından şikâyet ediyordu. Avrupalı gençler, Araplar gibi giyinmek, günlük hayatta sarık ve cübbe kullanmak, Arap geleneklerini taklit etmek gibi konularda açık bir özenti saplantısı içindeydi. Avrupalılar’ın Endülüslü âlimlerde görüp benimsediği sarık-cübbe, zamanla Avrupa akademi ve hukuk çevrelerinde de kullanılmaya başlamıştı. Hatta bugün akademisyenlerimizin ve hukukçularımızın giydiği cübbelerin kaynağı da, tam olarak burasıydı.
Vâdî el Kebîr ırmağının sakin sularına yansıyan Ulu Camii manzarası karşısında bütün bunları zihnimden geçirirken, birden bire yıldırım gibi bir soru gelip aklıma çakıldı: Yüzyıllar boyunca İslâm’ın ve Müslümanlar’ın hâkimiyetinde kalan Kurtuba’dan, 711’den 1236’ya kadar herhalde birkaç milyon insan geçmiş olmalıydı; peki, bunların mezarları nerdeydi? Cevap can acıtıcı: Katolik Hıristiyan krallıklar, Kurtuba’nın sakinlerini sürmüşler, eserlerini büyük oranda yok etmişler, ölülerinin izlerini de ortadan kaldırmışlardı. Onca parlak bir medeniyetten geriye, kıyımdan ve yıkımdan kurtulabilmiş birkaç abidenin kalmış olması, akleden insanlar için gerçek bir ibretti.
Geldiğim yolu geri yürürken, adına “tarih” denen terazinin kefelerinin inip kalkışını yeniden düşünmeden edemedim. Müslümanlar’ın Endülüs serüveninden alınacak sayısız başka dersler eşliğinde... (Yenişafak)