Müslümanlar Gazze İçin Devletlerinden Neyi/Niçin Beklemektedirler
Müslüman olmanın, tarih sahnesinde Batı’yı rahatsız eden bir yanı vardır. Bu rahatsız edici yan, Batı’nın sömürüsüne, soykırımına, kölelik düzenine karşı durabilecek yegane inancın İslam olduğu gerçeğidir. Bizi aslımızdan uzaklaştırabilmek için girişmiş oldukları çabanın farkında olmalıyız.
Birinci Dünya Savaşından sonra imparatorluklar çağı sonlanmış yerini ulus devletler almaya başlamıştır. Böylesi bir değişim yalnızca sınırların daralması ve yeni ulus devletlerin ortaya çıkması anlamına gelmiyordu. Aynı zamanda zihniyetin de değişmesi anlamına geliyordu. Artık “millet” olma fikri bir dine dayandırılmayıp etnik bir kavim anlayışına indirgenmekteydi. Böylece aynı dine inanan insanların ortak çıkarları, huzuru, güvenliği yerini ulus devletlerin çıkarları ve güvenliğine bırakmıştı. Kısacası ümmet olma fikri vatandaş olma fikriyle becayiş yapmıştı. Türkiye de, Kurtuluş Savaşı sonrasında aynı akıbete uğramıştı. Dinle yönetilen, halifelik makamı olan bir ülke olarak değil, laik, demokratik bir ilke ile yönetilen ulus devlet olma yolunu tercih etmişti. Immanuel Wallerstein’in tanımladığı; merkez, yarı çevre ve çevre ülke modelinde Türkiye, çevre ülke olarak dizayn edilmişti. Yani kendi meşruiyetini, güvenliğini, ekonomisini, merkez addedilen ülke ya da ülkelerin taleplerine göre dizayn edeceği bir konumu kabul etmişti. Arnold Toynbee’nin “Medeniyetler Yargılanıyor” kitabında ifade ettiği gibi Türkiye merkez addedilecek ülkelere ancak öykünebilen konumda idi. Kendi hukukunu, askeri stratejisini, ekonomisini, güvenliğini, mimarisini, eğitimini vs her şeyini, öykündüğü ya da kendisini dizayn eden gücün emir ve komutasında belirleyen siyasal bir sistemin gerek iç gerekse dış politikalarda göstereceği tavır da bellidir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana iktidara gelen partilerin tamamı merkez ülkelere itaatte kusur etmeyecek politikalar gütmüştür. Kimi zaman merkez ülkeler içinde denge siyaseti gütmeye çalışsalar da sonuçta onların arzu ettiği yönde hareket etmişlerdir. Hükümetler zaman zaman halkın tepkisini bertaraf edecek bir takım politikalar yürütmüş olsalar da esasta küresel emperyalizmin çıkarına hareket etmişlerdir. Komünizmin yükseldiği zamanlarda sol partilerle, milliyetçiliğin yükseldiği zamanlarda ülkücü partilerle, “İslamcılığın” yükseldiği zamanlarda da “İslamcı” partilerle bu yükselişin önüne geçmiş ve kitleleri sisteme entegre etmeyi becermişlerdir. Son yirmi iki yıldır iktidarda olan AKP’nin, 11 Eylül saldırılarının ardından birçok ülkelerin sınırlarının ve yönetim biçimlerinin yeniden şekillendirileceği açıkça dillendirildiği bir sürecin ardından Türkiye’de iktidara getirilmesi manidardır. Geniş İslam coğrafyası içinde laik, demokrasiye iman etmiş ve yönünü Batı’ya çevirmiş, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ifadesiyle dış politikası tamamen ABD ile uyumlu olan Türkiye diğer İslam ülkelerine rol model olarak ön plana çıkarılmıştır. Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlığını üstlenmiş ve İslam coğrafyası içinde ABD ileri karakolu olarak görev yapmış bir ülke elbette küresel emperyalizmin savunucusu olarak merkez devletlerin yanında yer alacaktı. İçeride gelişen, yükselen İslami düşünceyi ise para ve makamla yemlediği STK’lar eliyle kontrol altına alarak sisteme entegre edecekti. Böylelikle Müslümanların talep ettiği birçok şey devlet eliyle onlara verilerek eleştiriler pasifize edilecekti. Müslümanlar ise kendi sorumluluklarını hükümete devrederek ulus devlet anlayışı içinde mutlu, kaygısız biçimde yaşamaya devam ettiler. Dünyada yaşanan onca zulme, acıya ve ümmetin kırılışına, hamaset üreten söylemler dışında elini taşın altına sokacak bir söylem, bir eylem geliştiremediler. Müslüman halk zaman içinde oy vererek “İslamcı” bir partiyi iktidara taşımayı “en büyük cihad” olarak addetmeye başladı. Zira, böylesi bir seçim ümmetin varlık ve yokluk savaşı olarak değerlendirilebilecek bir değere yükseltilmişti.
Her ne kadar ümmet kavramı dillendiriliyor olsa da ulus devlet olmayı ve vatandaş olarak yaşamayı seven Müslüman bir kitle oluştu. Ulusal çıkarların, güvenliğin, ekonomik istikrarın konuşulduğu, kazançların ve kaybedişlerin hesap edildiği bir zamana evrildik. Giderek daha millici, tarihiyle övünen bir kitle olmak sevdirildi. Hamaset siyaseti toplumun bütün kılcal damarlarına sirayet etti. Düzen, laikliği ve demokrasiyi kabul etmesine rağmen, sünni din anlayışının hamisi olma gibi bir misyonu da sahiplendi. Bununla birlikte toplum içinde, alttan alta özellikle “İslami” kesim içinde Şii düşmanlığı baş gösterdi. Ümmetin sorunlarını, problemlerini ümmetin içinde konuşup çözme gayreti, yerini birbirine düşmanlık besleyen bir dile bıraktı. Düşünce giderek kısırlaşırken kavramlar daraltıldı ve yeni anlamlar yüklenerek tam da siyasal erkin arzu ettiği bir yöne evrildi. Süreç içinde Müslümanlar Allah’ın vahyinde kendilerine yüklenilen misyonları iktidara devrederek vatandaş olarak yaşamayı tercih ettiler. Böylesi bir yaşam küresel emperyalistlerin çevre ülkelerin halkları için tercih edeceği bir yaşam tarzı olmalıdır. Çünkü sömürebilmenin, istediği gibi yönetebilmenin yegane koşulu budur. Müslüman bir halkı “İslamcı” görünen bir parti eliyle güdükleştirmek ve onların zihinlerini pasifize ederek sömürülmeye hazır hale getirmek kansız, acısız bir devrim demektir.
Gazze savaşı Ebu Ubeyde’nin ifadesiyle dünyayı ikiye böldü; bu savaşı ve yapılan katliamları sessizce seyredenler ile, savaşa ve yapılan katliamlara İsrail terör şebekesiyle birlikte dahil olanlar şeklinde. Müslümanların sessizce bu savaşı ve katliamları seyredişlerinin altında, ümmet olma fikrinden uzaklaşmış olmaları ve ulusal çıkarların gölgesinde hesap yapıyor olmaları yatmaktadır. Elbette ulus devlet düzenini kabul etmiş ve batıl değerleri kendisine misyon edinmiş siyasal erklerin yapacağı şey Allah’ın razı olacağı şeyler olmasa gerek. İsrail terör şebekesiyle ticaret hacminin artarak devam etmesi ulus devlet anlayışı için anlaşılmayacak bir durum değildir. Türkiye Cumhuriyeti, halifeliğin ilgası ile birlikte, ümmet olma fikrinden vazgeçmiş durumdadır. Ne var ki bu fikirden vazgeçmiş olsa da içerideki Müslüman kitlede oluşabilecek tepkileri, isyanları yumuşatacak bir siyaseti de yedeğinde tutması gerekmektedir. Ülke genelinde bazı STK’lar eliyle Filistin için düzenlenen protestolar siyasi bir şova dönüştürülmüş ve yine millicilik hastalığına kurban edilmiştir. Bir yandan Müslümanlar boykot çağrıları yaparken diğer yandan “ben Türküm benim Filistin gibi bir meselem yok” diyen farklı bir güruh ile birlikte, Filistin meselesini bir Arap/Yahudi sorununa indirgeyen kıt bir akıl türemiştir. Bu akıl elbette yine ulus devleti inşa ediciler tarafından propaganda edilmektedir. Müslümanlar artık, taşımaları gereken sorumlulukları, başkalarına havale etmeden kendi üzerlerine alarak bir eylemde bulunmalıdırlar. Türkiye’de yaşayan Müslümanların şunu iyice bilmeleri gerekir ki mevcut siyasi erk Filistin konusunda Müslümanca ya da insani bir ölçekte tavır ortaya koyamayacaktır. Çünkü onları iktidarda tutan eller buna müsaade etmeyeceklerdir.
Gazze savaşında direkt kendisi olmasa da sahada örgütlediği direniş örgütleriyle varolan tek ülke olarak İran görünmektedir. İran’ın bu tutumu takdire ve övgüye değerdir. İran’ı ele alacak olduğumuzda bir takım görüşlerini, mezhepçi anlayışındaki problemleri tartışabiliriz. Ama bu tartışma ümmet içinde bir tartışma olarak kalmalıdır. Küfre karşı yapılan savaşta aynı kıbleye dönen kimseler olarak vahdet sağlayan yapıcı konuşmalara ihtiyacımız vardır. Yemen’de Husiler, Irak’ta direniş örgütleri, Lübnan’da Hizbullah fiilen savaşın içindedirler. Bugün Kassam Tugayları’nın gerek ekonomik, gerek silah-teçhizat anlamında en büyük destekçisi İran’dır. Hamaset siyasetinden öte bilfiil sahada mücadeleye devam etmektedirler. Allah güçlerini ve kuvvetlerini artırsın diye dua etmek gerekir. Sırf Hamas’ı destekliyor diye Arap ülkelerinin çoğu Hamas’ı İran’ın aparatı olarak görmektedirler. Oysa Hamas sünni bir oluşumdur ve bunu defaatle ilan etmiştir. Buna rağmen İran Hamas’ı desteklemeye devam etmiştir. Arap rejimleri ise İsrail’in güvenliğini Filistinlilerin yok olması pahasına desteklemektedirler. Zira Arap ülkelerinin kralları da iktidarlarını Batılı efendilerine borçlular. Onların petrollerini işletir, güvenliğini sağlarlar, öte yandan, dinlerini ne ölçüde yaşayacaklarına da onlar karar verir. Hicaz’da Müslümanları eleştirebilirsiniz ama İsrail ve onun tasmasını elinde tutan İngiltere ve ABD’ye alenen bir eleştiri yapamazsınız. Arapların ulus devletçiklere dönüşmesi döneminden beri krallar, ağabeyleri olan Fransa, İngiltere ve ABD’ye çok şey borçlanmışlardır. Elbette halklar ile yönetenlerin duyguları birbirinden farklı. Müslüman halklar Filistin’de yapılan zulümlere üzülmekte ve kendilerince bir şeyler yapmanın gayreti içinde iken yönetici siyasi yapı, kendini iktidarda daim kılacak ve rejimin çıkarlarını muhafaza edecek politikalar peşindedir. Bunun için kendi halkını manipüle edecek propaganda araçlarını da sahaya sürmekten çekinmemektedir.
Batı, hala kuyruğu dik tutmak istese de bugüne kadar dile getirdiği tüm değerlerin ne kadar kof olduğunu dünyaya göstermiş oldu. Aslında biz Batı’yı yeni tanımıyoruz reform hareketlerinden sanayi devrimine, oradan da 21. asra kadar, yapmış oldukları zulmü, katliamı, sömürüyü, kölelik anlayışlarını yakından tanıyoruz. İnsan hakları derken kastettikleri şeyin kendi ırkları için geçerli tanımlar olduğunun farkındayız. Churchill’in Avustralya’daki yerli halkları katlederken ya da Hindistan’da katliam yaparken “Hiç üzülmüyorum zira düşük bir ırkın yerini daha üst bir ırk almaktadır” sözüyle tiynetlerini açık ettiklerine de tanığız. Dolayısyla Gazze’de bebekler küvezlerde öldürülürken, beyaz bayrak çekmiş kadınlara keskin nişancılar tarafından kurşun sıkılırken, çocuklar enkazların altından cansız çıkarılırken, yaşlısı, genci acımasızca şehid edilirken hala İsrail’in kendini savunma hakkından bahsedenler elbette tarihte de Allah katında da insan olarak kaale alınmayacaklardır. Bugün hala Batılı değerleri savunma acziyetinde bulunanlar bilmelidirler ki bu yaşanan hadiseler bizzat gözlerinizin önünde cereyan etmektedir. Tarih kitaplarından okuduğunuz bir hikaye değildir. Bu sessizlik bir gün herkesin başına gelebilecek felaketlerin habercisidir.
Zulme sessiz kalmak zulme taraf olmakla eşdeğerdir. İnsan, zulme taraf olmaktansa karşısında olduğunu gösteren kendince bir eylem yapmak zorundadır. En azından amel defterine olumlu bir not düşebilmesi için.
Televizyonların ana haber bültenlerinde, sosyal medyada her gün şu kadar çocuk, şu kadar kadın ve şu kadar erkek ‘öldü’ diye haber edilmekte. Filistin’de yaşayan insanlar birer sayıdan ibaret değiller oysa. Her biri kanlı canlı insanlar ve onların da umutları, hayalleri, yaşanmışlıkları var. Onları insan olma halleriyle değerlendirdiğimizde elbette bir sayı olmanın çok ötesinde bir varlık olduğuna tanıklık ederiz. Modern seküler düzen ise, Filistin’de Müslümanları adeta cezalandırılması gereken cansız bir nesne ya da bir hayvan olarak algılamaya devam etmektedir. Yaklaşık yetmişbeş yıldır açık hava hapishanesinde yaşattığı insanları her türlü insani varoluştan soyutlayarak bir deney nesnesine dönüştürmesi batı medeniyeti açısından bir sorun olarak görülmemektedir. Bu soykırımı, katliamı sessizce seyredip Gazze şehidlerine Müslümanlar gıyabi cenaze namazı kıladursunlar Avrupa halkları ise ülkelerinde Filistin için seslerini yükseltmeye, İsrail’e destek veren şirketlerin ürünlerini boykot etmeye, İsrail terör şebekesine satılan silahların gemilere yüklenmesine engel olabilmek için eylemlere devam etmektedirler. Batı son kertede, Gazze’de yapılan soykırımda -AP üyesi Clare Daly’nin benzetmesiyle- Batı’nın buldog köpeği İsrail’in yanında yer alarak “demokrasi”, “insan hakları”, “özgürlük” gibi ne kadar helvadan putu varsa hepsini yemiştir. Batı’nın ürettiği değerlerin bundan başkaca bir şeyle sonuçlanmasını beklemek zaten başlı başına bir hayal olurdu.
Gazze savaşı Müslümanlara birçok konuda iyi bir ders olmalıdır. Müslümanların ciddi anlamda bilgi temelinde yeniden inşa olmaya ihtiyaçları vardır. Kendi kodlarına dönmüş, özgün, bağımsız bir bilgi temelinde kendi edebiyatlarını, tarih okumasını ve yorumlamasını yapmak zorundadırlar. Konformist bir İslami algı ancak görgüsüz bir muhafazakarlık doğurmaktadır. Görgüsüz muhafazakarlık tek adam otoritesine boyun eğen, çıkarcı, rantçı bir kitleyi beslemektedir. Mevcut durum değişmedikçe bu kısır döngü daha da kötüye giderek devam edecektir. Bugün İsrail terör şebekesinin politikalarına hamaset dışında hiçbir söylem geliştiremeyen iktidar, insani yardım yaparken dahi İsrail’in iznine ihtiyaç duyan zihniyet “Türkiye Yüzyılı” palavrasıyla toplumları daha milliyetçi bir çizgide tutma gayretine düşmektedir. Görgüsüz muhafazakarlık içinde olanlar da mevcut acziyeti görememektedir. Bu görememe hali en çok da küresel emperyalistlerin işine yaramaktadır. Zira bilgiden, bilinçten, İslam’ı tam olarak bir bütünlük içinde anlama gayretinden doğan yoksunluğun oluşturduğu boşlukları bizzat emperyalizm doldurmaya devam etmektedir.
İkinci bir husus olarak, küresel emperyalistlerin kendi güçlülüklerine dair yapmış oldukları propagandaların çok da gerçeği yansıtmadığını bir kez daha görmüş olduk. Karadan, havadan, denizden yedi düvelin savaş açtığı küçücük Gazze’nin halkının hala diz çöktürülememiş olması Allah’ın bir lütfu olarak karşımızda durmaktadır. Aslında emperyalist zihniyeti güçlü kılan şeyin Müslümanların kendi bilincinden uzaklaşarak konformist bir yaşamı tercih etmelerinin sonucu olduğunu görmeliyiz. Öyleyse onları güçlü kılacak şeyleri bir kenara bırakarak bizi güçlü kılacak olgular üzerine yoğunlaşmamız gerektiğini öğrenmiş olmamız gereklidir.
Batı medeniyetine karşı durabilecek yegane gücün İslam olduğu gerçeğini kavrayarak Müslüman olma ve Müslümanca yaşama bilinci üzerine kökleşmemiz gerekir. Bunu aklı başında batılıların yazdıklarında da görebiliyoruz, tıpkı Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabında ifade ettiği gibi. Bugün Gazze’de şehid edilenler Müslüman olduğu için hedef alınmaktadırlar. Öyleyse Müslüman olmanın, tarih sahnesinde Batı’yı rahatsız eden bir yanı vardır. Bu rahatsız edici yan, Batı’nın sömürüsüne, soykırımına, kölelik düzenine karşı durabilecek yegane inancın İslam olduğu gerçeğidir. Bizi aslımızdan uzaklaştırabilmek için girişmiş oldukları kültür emperyalizminin farkında olmalıyız. Kültürel emperyalizm bir soykırımdan daha tehlikelidir. Teoman Duralı’nın önemli bir tespitini hatırlayacak olursak, “Soykırımlarda kılıç artığı illa olur ama kültür emperyalizminde kılıç artığı kalmaz” der. Allah elbette nurunu bir şekilde tamamlayacaktır. Bundan hiç kuşkumuz yoktur. Mesele bu nurun bizim ellerimizle tamamlanması için gayret etmektir. Batı ve onun işbirlikçi batıl yöneticileri dün olduğu gibi bugün de propagandalarla, yalanlarla, hamasetle kendilerini güçlü gösterme gayretindedirler. Oysa güç, izzet ve şeref yalnızca Allah’a, resullerine ve onlara tabi olanlaradır.
(İktibas Dergisi, Perspektif/Yorum, sayı 542)
NOT: Alıntı makaleler Hürseda Haber'in yayın politikasını yansıtmayabilir.