ABD, kendisini nasıl görüyor?
Amerika Birleşik Devletleri (ABD), yaşadığı her ekonomik krizi, bir yandan bu krizi dünyaya ihraç ederek bir yandan da işgaller, darbeler, saldırılar yoluyla başka ülkelerin zenginliklerini yağmalayarak aşmaya çalışır. Bu, 2. Dünya Savaşı sonrasından beri, ABD için tarihsel bir döngüdür. İster 1970’lerdeki petrol krizi, ister 2008 yılındaki küresel ekonomik bunalım, ister 1950’lerin başında ABD’nin Kore’deki saldırganlığı, ister 1963 – 1973 arasında Vietnam savaşına dahil olması, hepsinde aynı yöntemi görürüz.
Ekonomik bunalımlarla askeri saldırganlık iç içedir. Sonra da umduğunu bulamaz. Mağlubiyetle ayrıldığı işgaller, saldırılar, savaşlar birbirini izler. Bu döngü, daha fazla askeri harcama, daha çok askeri üs, sayıları sürekli artan savaş gemileri, uçak gemileri, nükleer başlıklı denizaltılarla devam eder. Vekâlet savaşları, darbelere ve darbecilere verilen destekler, renkli devrimler de vardır elbette.
Dünyanın jandarması olarak büyük bir ekonomik ve politik yükün altına giren ABD, bu durumun sağlıklı, sürdürülebilir, dengeli olmadığını kabul etmez asla. Özellikle son yıllarda açıkça görüldüğü üzere, mevcut konumunu koruyacak gücü de yoktur üstelik. Gerilemektedir. Dahası, kaynaklarını askeri harcamalara tahsis etmesi, ABD yurttaşlarının barınmadan beslenmeye, eğitimden sağlığa dek bekledikleri hizmeti alamamaları, ülkenin altyapı hizmetleri için gerekli yatırımın yapılamaması sonucunu da doğurmaktadır. Emperyalist bir devlet olarak aşırı genişleme, yayılma iştahı çoktan sınıra dayandığından, Latin Amerika’dan Orta Doğu’ya dek geniş bir coğrafyada eski nüfuzu da kalmamıştır. Savaşçı, müdahaleci, yayılmacı siyaseti, ekonomik açıdan ABD dolarının küresel ölçekte rezerv para birimi olmasına dayanan stratejisi, çözülmektedir. Okyanuslarda, açık denizlerde, farklı kıtalarda üs bulundurmak, donanma gezdirmek, eskisi kadar işe yaramadığı gibi, doların hâkimiyetinin aşınmasını da önleyememektedir. Bu büyük harcamayı, kendi iç dinamikleriyle karşılayacak gücü de olmadığından, hem savaş sanayisini daha çok devreye sokmakta hem de müttefiklerini daha fazla cepheye sürmektedir.
ABD’nin politik, ideolojik, kültürel düzlemde sunduğu çözümler de eski çekiciliğini, sürükleyiciliğini yitirmiştir. Eskisi kadar ikna edici değildir. Hegemonya kurma kabiliyeti, rıza inşa etme yeteneği, zayıflamıştır. Kendi ifadesiyle “hasım devletlerin” yükselişini durduramayan, bu devletlerin kendi aralarında yakınlaşmasının önüne geçemeyen, bu devletlerin ABD’nin müttefiki olan devletlerle yakın ilişkiler kurmasını önleyemeyen bir ABD vardır karşımızda. Sanayisiyle, teknolojisiyle, akademisiyle tekel değildir artık. O nedenle ABD’de pek çok uzman, en azından bir süre için, ülke içindeki fay hatlarını kapatana, ekonomiyi toparlayana dek, ABD’nin kendi içine odaklanması gerektiğini savunmaktadır. Daha ileri gidip, silahlanmaya ayrılan bütçenin azaltılmasını, işgallere son verilmesini, önceliğin altyapının yenilenmesine, sağlığa, istihdama, eğitime verilmesini önerenler de vardır. Böyle düşünenler, yumuşak gücün öne çıkarılmasını, müttefiklere daha çok inisiyatif tanınmasını söylemektedirler.
ABD’nin sorunu; başka ülkeleri işgal ederken, kaynaklarını yağmalarken, bu ülkelere demokrasi, insan hakları, özgürlük götürdüğünü, hatta bu ülkeleri dış güçlere, terör örgütlerine karşı savunduğunu öne sürmesidir. Gerçekte ise kendisini imparatorluk olarak tanımlamayan, ama tipik bir imparatorluk gibi davranan, artık buna da gücü yetmeyen emperyalist bir devlettir ABD. (CRI)