Ümmete iki önemli emanet: Kur’an ve Ehli Beyt
“Kur’an bize yeter” ifadesini kullanan kişilerin bir ayeti hatta bir kelimeyi açıklamak için saatlerce konuştuklarını veya konu hakkında bir kitap yazdıklarını görmekteyiz. Peki “Kur’an yeterli ise niçin bu kadar çok açıklama yapmaktadırlar?” diye sormak gerekir.
Kur’an ve Ehli Beyt Peygamberin İslam dünyasına bıraktığı iki önemli ve ağır emanet. Ancak İslam dünyasında iki emanet de farklı şekillerde yorumlandı. Bazıları Kur’an konusunda sadece Kur’an’ın yeterli olduğunu düşünerek “Kur’an bize yeter” söylemini geliştirirken bazıları da Ehli Beyt kavramının kimlerden oluştuğu konusunda ya da ne gibi özelliklere sahip oldukları konusunda fikir ayrılıkları yaşadı. İşte tam bu konuda tefsir uzmanı Dr. Mahmut Acar ile Kur’an ve Ehli Beyt üzerine röportaj gerçekleştirdik. İşte röportajımız:
Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Hocam sizi tanıyabilir miyiz?
Bismillah…
Selamlar sevgiler saygılar sunuyorum. Böyle bir imkânı sunduğunuz için ben teşekkür ederim. Ben 1975 yılında Konya’nın Bozkır ilçesinin Kuzören köyünde doğdum. Konya merkezdeki Namık Kemal İlkokulunu bitirdim. Allah’ın lütfuyla Fatih Kur’an Kursunda hafız oldum. Konya İmam Hatip Ortaokulunu bitirdim. İmam Hatip Lisesinden sonra Cemil Keleşoğlu Lisesinde de okudum. 1990’dan sonra İmam Humeyni’yi (k.s.) ve onun vasıtasıyla da Ehl-i Beyt mektebini tanıdım. 28 Şubat 1997’den sonra İran’a gittim. Yüksek Lisans belgesine kadar Kum şehrinde okudum. Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Bölümünde doktora yaptım. Türkçe’nin yanı sıra Farsça, Arapça, Azerice, Osmanlıca ve biraz da İngilizce bilmekteyim.
Ehli beyt kavramıyla başlayacak olursak, bu isimlendirmeyi ve kimlerden oluştuğunu kısaca açıklar mısınız?
Araştırmalarımıza göre İslam’dan önce anne, baba, çocuklardan oluşan her aile için genel olarak “Ehl-i Beyt” yani “Ev Halkı” kavramı kullanılıyordu. Hatta bu ifade şimdi de bazı insanlar kendi aralarındaki konuşmalarda eşleri, çocukları ve aileleri için “Ehl-i Beytim” yani “Ev Halkım” diye kullanmaktadırlar. Çok geniş bir anlamı olan “Salat” kavramı da İslam’dan önce vardı. Ancak İslam geldikten sonra bu kavramı rekatları, rükuları, secdeleri ve diğer şekilleri olan özel bir kalıp haline sokulmuştur. Dolayısıyla biz “Salat” kavramını şimdi özelde “Namaz” olarak da bilmekteyiz.
Aynı şekilde İslam “Ehl-i Beyt” kavramına da özel bir anlam yüklemiş ve onu sınırlı sayıdaki kişilerin özel isimleri haline de getirmiştir. Örneğin Allah Teala Ahzab Suresinin 33. Ayetinde “Ey Ehl-i Beyt! Allah, yalnızca sizden her türlü pisliği (günahı) gidermeyi ve sizi mutahhar kılmayı irade eder” diye buyurmaktadır. Ayette sözü edilen Ehl-i Beyt’in kimler olduğuyla ilgili çeşitli alimler, tefsirciler, kelamcılar ve başkaları tarafından açıklamalar yapılmıştır. Herkese saygı göstermekle birlikte bizim için öncelikli önemli olan şey Hz. Peygamberin (s.a.a) bu konuda yapmış olduğu açıklamadır. Çünkü Kur’an’ın en iyi, en doğru, en isabetli tefsircisi Peygamber Efendimizdir. Dolayısıyla onun açıklamalarına bakmamız gerekir.
Birçok Ehl-i Sünnet kaynağı Ümmü Seleme validemizden şöyle nakletmişlerdir:
Ben Resulullah'ın (s.a.a) evinin kapısında iken şu ayet nazil oldu: “Ey Ehl-i Beyt! Allah, yalnızca sizden her türlü pisliği (günahı) gidermeyi ve sizi mutahhar kılmayı irade eder.” Evde Resulullah (s.a.a), Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin vardı. Onlara bir örtü bürüdü ve şöyle buyurdu:
“Allah'ım! İşte bunlar benim Ehl-i Beyt'im'dir, bunlardan günahı gider ve bunları kirlerden tertemiz kıl!”
Ben atılıp, "Ey Allah'ın Resulü! Ben Ehl-i Beyt'ten değil miyim?" dedim. Bana şöyle cevap verdi:
“Sen (yerinde dur, sen zaten) hayır üzeresin, sen Resulullah'ın zevcesisin!"
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, eşi olmasına rağmen Ümmü Seleme annemizi, Ehl-i Beyt’in içine almamıştır.
Yine birçok Ehl-i Sünnet kaynağı Enes b. Malik'ten şöyle nakletmişlerdir: “Ey Ehl-i Beyt! Allah, yalnızca sizden her türlü pisliği (günahı) gidermeyi ve sizi mutahhar kılmayı irade eder.” ayeti indiği zaman Resulullah (s.a.a) sabah namazına giderken, altı aya yakın bir müddette, Hz. Fatıma'nın kapısına uğrayıp, "Namaz(a kalkın) ey Ehl-i Beyt! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor!" buyurdu.
Peygamberimizin (s.a.a) Hz. Ali'nin (a.s) ve Hz. Fatıma'nın (a.s) evinin kapısına varması ve yüksek bir sesle, "Ey Ehl-i Beyt!…" diye aylarca seslenmesi, aynı davranışı hanımları hususunda yapmaması, Ehl-i Beyt'in kimler olduğunu sözlü ve amelî olarak belirlemek, sonraları ortaya çıkacak olan ihtilafın önünü almak, hücceti tamamlamak manasını taşımaktadır. Zaten bundan dolayı Hz. Peygamberin (s.a.a) eşlerinden ve sahabilerinden hiçbirisi “Biz Ehl-i Beyt’iz” diye iddia etmemişlerdir. Tam tersine Ehl-i Beyt'in; Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin'den (onlara selam olsun) oluştuğunu açıklamışlardır.
Peygamber Efendimiz (s.a.a) yaşarken sadece Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin (onlara selam olsun) hayatta idiler. Bundan dolayı Ehl-i Beyt kavramının canlı mısdakları olarak bu beş mübarek kişinin öne çıktığına şahit olmaktayız. Ancak Allah’ın Resulünün (s.a.a) diğer hadislerinden Hz. Hüseyin’in (a) soyundan gelen dokuz imamın da Ehl-i Beyt’ten olduğunu anlamaktayız.
Örneğin Peygamberimiz (s.a.a) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Ben ve Ehl-i Beyt'im bütün günahlardan mutahharız.” Yine Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ben, Ali, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin'in dokuz oğlu mutahhar ve masumuz.”
Netice olarak “Ehl-i Beyt” özel bir kavram haline gelmiş ve başta Peygamber Efendimiz (s.a.a) olmak üzere toplam on dört masum hakkında kullanılmıştır ve kullanılmaktadır.
Ehli beyt ve Kur’an’ın ilişkisine dair neler söylersiniz? Ehli beyt için Kur’an-ı Natık diyebilir miyiz?
Kur’an kelamdır, sözdür, teoridir, harflerden oluşmaktadır. Peygamberimiz (s.a.a) ve Ehl-i Beyt ise Kur’an’ın insan hali ve pratiğidir. Kur’an’da yüzlerce iyi ahlak, güzel davranış, fedakarlık, cömertlik, yiğitlik, takva, iman, yakîn, ilim gibi erdemlerden söz edilmektedir. Peki bunların tamamını eksiksiz bir şekilde kimler yaşamışlardır? Veya onların tamamına kimler sahiptiler? Onlar Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’tir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) Kur’an’da geçen söz konusu erdemlerin kendisine, İmam Ali’ye ve Ehl-i Beyt’ine ait olduğunu buyurunca bazıları şaşırmışlardı. Bunun üzerine Resululah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
“Niçin şaşırıyorsunuz? Muhakkak ki Kur'an dört kısımdır. Dörtte biri yalnızca biz Ehl-i Beyt hakkındadır. Dörtte biri düşmanlarımız hakkındadır. Dörtte biri helal ve haramlar hakkındadır. Dörtte biri de farzlar ve hükümler hakkındadır. Kuşkusuz Allah Kur'an'da değer verilen özellikleri Ali hakkında nazil kılmıştır.”
İslam dünyasında Ehl-i Beyt kavramının farklı anlaşılması noktasındaki fikir ayrılığının sebebi nedir?
Peygamberimiz (s.a.a) vefatından sonra bütün ümmetin kurtuluşu için “Kur’an ve Ehl-i Beyt” emanetlerini bırakmıştır, ancak sahabilerin çoğu bu iki emanetten olan “Ehl-i Beyt”e sahip çıkmamışlardır. Kur’an’a ve Allah’ın Resulünün (s.a.a) emirlerine göre halife ve devlet başkanı İmam Ali (a) olması gerekirken sahabilerin ifadesiyle “bir oldubitti”ye getirilerek başkası halife ve devlet başkanı oldu. Dolayısıyla o günden itibaren “Ehl-i Beyt Mektebi” ve “Sahabi Mektebi” diye iki ekol oluşmaya başladı.
Sahabi ekolü yani iktidarda olanlar ve onlara tabi olanlar “Kur’an bize yeter” dediler. Her ayeti, her kavramı, her konuyu yavaş yavaş kendilerince yorumlamaya başladılar. Başlangıçta “Ehl-i Beyt” kavramı hakkında farklı bir söz söyleyen olmadı. Ancak özellikle Muaviye’nin ve Emevilerin iktidarı ele geçirmesinden sonra yalan hadis uydurma ile başlayan süreçte Ehl-i Beyt ifadesinin anlamı konusunda da değişiklik yapmaya başladılar. Bu nedenle bir taraftan Muaviye gibi bir kimse bile müminlerin dayısı ilan edilirken, diğer taraftan Peygamberimizin (s.a.a) varisi, vasisi, halifesi, kardeşi, yâri, yaveri olan İmam Ali (a) kafir ilan edildi. Nitekim o günün Şamlıları Hz. Ali’nin mescitte vurulduğunu duydukları zaman “Ali kafirdir, mescitte ne işi varmış?” diye söylemişlerdir.
Aynı süreç Abbasiler döneminde de devam etti. Abbasilerin kıyam nedeni Ehl-i Beyte haklarını teslim etmekti. Ancak iktidarı ellerine geçirince Ehl-i Beyte Emevilerden daha az zulüm yapmadılar. İktidar yanlısı alimler, yazarlar, çizerler de dünyalık makamlarını ve mevkilerini koruyabilmek için ayetleri ve hadisleri hükümetlerin hoşuna gidecek bir şekilde yorumlamaya devam ettiler. Bundan dolayı kitapların içine sonradan da olsa “Ehl-i Beyt” kavramıyla ilgili farklı yorumlar da girmeye başladı.
Ancak “Ehl-i Beyt” hak olduğu için gerçekler hiçbir zaman gizlenemedi, gizlenemiyor, gizlenemeyecektir. Bu nedenle eğer insan Ehl-i Sünnet kaynakları bile olsa insaflı ve objektif bir şekilde araştırma yaparsa Ehl-i Beytin on dört masum olduğuna şahitlik edecektir.
Geçmişten günümüze “Kur’an bize yeter” görüşünü savunanlar farklı isimlendirmelerle varlığını sürdürdü ve taraftar da buldu. Neler söylersiniz bu konuda?
“Kur’an bize yeter” sözünü ilk defa söyleyenler Peygamberimize (s.a.a) ve onun hadislerine muhalif olan bazı sahabilerdi. Bundan dolayı iktidara ulaşır ulaşmaz yazılı bir halde olan hadislerinin hepsini veya çoğunu toplayıp yaktılar. Çünkü Allah’ın Resulünün (s.a.a) birçok hadisinde kendisinin vefatından hemen sonraki süreçte Hz. Ali’nin ve Ehl-i Beytin hilafetinin, yönetiminin, hükümetinin olması gerektiği söz edilmekteydi. Bu nedenle sünnete ve hadise muhalefet ettiler. Dikkat edilmesi gereken husus ilk defa “Kur’an bize yeter” sloganını söyleyenlerin hedefi Hz. Ali’ye ve Ehl-i Beyte muhalefet etmekti.
İmam Ali’nin (a) hilafeti döneminde Hariciler ortaya çıktı ve “Kur’an bize yeter” ifadesini hem sözlü hem de eylemsel olarak en yüksek perdede dile getirdiler. Yine dikkat edilmesi gereken nokta Haricilerin karşı çıktıkları kişiler Hz. Ali, Ehl-i Beyt ve onların taraftarlarıydı. Hariciler Yahudiler, Hristiyanlar, Mecusiler, ateistler gibi diğer inançlara sahip olan herkese yaşama hakkı tanıyorlardı, ancak Hz. Ali’nin ve onun taraftarlarının hiçbir şekilde yaşam haklarının olmadığına inanıyorlardı. Zaten bu nedenle Hz. Ali’yi şehit eden kişi de onlardan olmuştur.
Peygamberimizin (s.a.a) sahih sünnetleri, hadisleri, ikrarları, uygulamaları ve icraatları olmadan Kur’an-ı Kerim’i anlamak olanaksızdır. Çok basit bir örnek verelim. Allah Teala Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde “Namaz kılın” diye buyurmaktadır. Peki nasıl? Ne zaman? Kaç rekât? Kıyam ve kıraatte ne okunacak? Rükû ve secdeler nasıl yapılacak?
Bu şeklide soruları çoğaltmak mümkündür. Eğer Peygamber Efendimizin (s.a.a) sahih sünnetleri olmasa doğru cevap vermek olanaksızdır. Ayrıca din sadece namazdan ibaret değildir. Zekât, oruç, hac, miras, cenaze töreni, evlenme, boşanma, eğitim, öğretim, devlet, siyaset ve hilafet gibi birçok konuyu da barındırmaktadır. Eğer Peygamber Efendimizin (s.a.a) sahih hadisleri olmasa yine işin içinden çıkmak mümkün değildir. O zaman herkes her konuda kendine göre bir açıklama yapacak ve bir yöntem uyduracaktır. Dolayısıyla hiçbir şeyde anlaşamayan bir ümmet haline gelinecektir. İşte bu nedenle Allah Teala Hz. Peygamber (s.a.a) hakkında Haşr Suresinin 7. ayetinde “Resul size neyi verirse onu alın ve neden sakındırırsa ondan da sakının” diye buyurmuştur.
Peki Kur’an’ın açıklanmaya muhtaç olduğu söylemi, “Kur’an bize yeter” görüşündekilerin iddiasına göre “Kur’an’a acizlik” isnat etmek olarak algılanıyor. Bu konuda neler söylemek gerekir?
Günümüzde “Kur’an bize yeter” sloganını söyleyen kişilere şöyle sormak gerekir: Acaba gerçekten bu söze kendiniz inanıyor musunuz?
Onlar “Kur’an bize yeter” derken eğer kastettikleri şey “Hz. Peygamberin (s.a.a) sahih hadislerine ihtiyacımız yoktur” manasında ise Necm Suresinin 3. ve 4. ayetlerinde Allah Teala Efendimizin (s.a.a) hiçbir şekilde hiçbir kimsenin hatta kendisinin bile heva ve hevesine göre konuşmadığını, onun konuşmalarının ve sözlerinin tam anlamıyla vahye uygun olduğunu haber vermektedir. Nisa Suresinin 59. ayetinde de Allah’ın Resulüne kayıtsız şartsız bir şekilde itaat edilmesi gerektiğini buyurmaktadır. Cin Suresinin 23. ayetinde ise hangi konu olursa olsun Hz. Peygambere karşı gelenlerin sonsuza kadar cehennemde kalacakları bildirilmektedir. Bu nedenle bir Müslüman Allah’ın Resulünün (s.a.a) sözlerini ve uygulamalarını inkâr edemez.
Ancak onlar “Kur’an bize yeter” derken eğer kastettikleri şey “Kur’an bize her şeyi açıklamaktadır ve biz bunları anlamaktayız, dolayısıyla Peygamberin sahih hadislerine ihtiyacımız yoktur” manasında ise bu da doğru değildir. Çünkü biraz önce namaz ve diğer örnekleri vermiştik. Nahl Suresinin 89. ayetine göre Kur’an her şey için bir beyanda bulunmuş, ancak genel ifadeler kullanmış ve detaylarıyla birlikte herkesin anlayabileceği açıklamaları Peygamber Efendimize (s.a.a) bırakmıştır.
Ayrıca “Kur’an bize yeter” ifadesini kullanan kişilerin bir ayeti hatta bir kelimeyi açıklamak için saatlerce konuştuklarını veya konu hakkında bir kitap yazdıklarını görmekteyiz. Peki “Kur’an yeterli ise niçin bu kadar çok açıklama yapmaktadırlar?” diye sormak gerekir. Netice olarak bu noktada da çelişki yaşadıklarına şahit olmaktayız.
Biz “Kur’an bize yeter” diye bir şey söyleyemeyiz. Ancak bu ifade “Kur’an acizdir” anlamına da gelmez. Aciz olanlar bizleriz. Kur’an’ı her gün okumak ve ayetleri üzerinde düşünmek zorundayız. Kur’an’ı okuduğumuz zaman her muhkem ayetini kısmen anlamaktayız. Örneğin Allah Teala “Zekât verin” diye buyurmaktadır. Zekâtın verilmesi gerektiğini anlıyoruz. Bu çok açıktır. Ancak zekatla ilgili ayrıntıları anlayamıyoruz. Mesela Zekât nedir? İnfak Nedir? Sadaka ile aynı mıdırlar? Altın, gümüş, koyun, sığır gibi varlıklara sahip olanlar ne kadar zekât vermesi gerekir? Bunlar gibi yüzlerce belki de binlerce soru vardır ve bu soruların cevaplarını biz Kur’an’dan anlayamıyoruz. Bunların bilgisi Peygamberimize (s.a.a) ve ondan sonra da Ehl-i Beyte verilmiştir. Onlar Kur’an’ı okudukları zaman her şeyi derinlemesine anlamaktaydılar. Bu onlara Allah’ın bir lütfuydu. Çünkü Allah Teala Vakıa Suresinin 79. ayetinde Kur’an’ın hakikatine ve gerçek tefsirine mutahhar olanlardan başkasının ulaşamayacağını buyurmaktadır. Dolayısıyla her şeyin en doğrusunu öğrenmek için onlara başvurmak zorundayız.
Kur’an’da bir de müteşabih ayetler vardır. Onları da okumak, üzerine düşünmek ve tefekkür etmek zorunayız. Ancak herkes anlayamamaktadır. Hatta herkes farklı anladığı için yüzlerce farklı fırkalar ve mezhepler bile meydana gelmiştir. Hatta bu yüzden bazı mezhep imamları birilerini tekfir dahi etmişlerdir. Oysa aynı kitabı ve aynı ayetleri okumaktadırlar. Sorun Kur’an’da olmadığına göre kesinlikle insanların o ayetten çıkarımlarındadır. Çünkü Allah Tealanın muradı ihtilaf çıkarmak değildir. Onun muradı sadece vahdet ve tevhittir. Dolayısıyla burada da Peygamber Efendimize (s.a.a) ve Kur’an’ın insan hali olan Ehl-i Beyte ihtiyacımızın olduğu ortaya çıkmaktadır.
Nitekim Hâkim Nişaburî ve diğer Ehlisünnet âlimleri, Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim'in senet zincirinin sahih olduğunu itiraf ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:
“Yıldızlar yeryüzü ehlini boğulmaktan koruyan bir güvencedir. Ehl-i Beyt'im de ümmetimi ihtilafa düşmekten koruyan bir güvencedir. Öyleyse Araplardan (insanlardan) hangi kabile onlara muhalefet ederse, onlar arasında ihtilaf ve tefrika meydana gelecek, sonra da şeytanın hizbinden olacaklardır.”(İqna)