Sözler ABD’ye karşı, eylemler ABD’nin çıkarına
<“Geniş NATO” isteyen ABD’ye karşı iki şart dayatabilirdi:
1) ABD, Türkiye’yi hedef alan teröre desteğini kesene kadar NATO’nun genişleme stratejisi onaylanmayacak.
2) İsrail, ABD’nin himayesinde sürdürdüğü Gazze’ye saldırıları sonlandırana kadar NATO’nun genişleme stratejisi onaylanmayacak.>
Erdoğan, 23 Ekim’de İsveç’in NATO’ya Katılım Protokolü’nü imzalayarak TBMM’ye sevk etti.
İsrail-Filistin sorununun ortasında, Erdoğan’ın bu hamlesi sürpriz oldu. Zira Erdoğan, tam da bu süreçte ABD’nin Doğu Akdeniz’deki varlığını sorgulayan çıkışlar yapıyordu.
Örneğin 10 Ekim’de, Avusturya Başbakanı Karl Nehammer ile ortak basın toplantısında soruyordu: “Amerika'nın uçak gemisinin İsrail'de ne işi var, ne yapmaya geliyor? Buraya gelen uçak gemisinin etrafında bütün botlarıyla, uçak gemisindeki uçaklarıyla ne yapacak?”
Belli ki Erdoğan için ABD’nin varlığı sadece Filistin’de değil, Suriye’de de sorundu, çünkü konuşmasının devamında şunları da söylüyordu: “Suriye’de bugün 20’nin üzerinde Amerika'nın üssü var. Suriye’de Amerika'nın üslerinin ne işi var? Bu üslerle ne yapılıyor, 23 üs, bütün bunları da bir değerlendirmek gerekmiyor mu?” (AA, 10.10.2023).
Erdoğan bu çıkışından iki gün sonra, bu kez TÜGVA Genel Kurulu’nda ABD’nin bölgedeki varlığını sorguluyordu: “Yahu Amerika nere, Akdeniz, İsrail, Filistin nere?” (AA, 12.10.2023)
ERDOĞAN USULÜ
Evet, Erdoğan daha 10 gün önce “ABD’nin ne işi var Akdeniz’de, Filistin’de, Suriye’de” diyordu, peki ABD’nin savaş aygıtı NATO’nun ne işi var İsveç’te?
Evet, “ABD nere, Akdeniz, Filistin nere?” sorgulaması tamam ama aynı sorgulama İsveç için de geçerli değil mi? ABD nere, İsveç nere?
Uluslararası ilişkilerde, dış politika uygulamalarında ve bir siyasetçinin sözlerinde bu denli çelişki olabilir mi, 10 gün içinde politikalarda bu denli zıtlık olabilir mi?
Açık ki Erdoğan’ın sözleriyle eylemleri arasında derin bir uçurum var: Sözleriyle ABD’yi hedef alıyor ama eylemleriyle ABD’nin çıkarlarının gereğini yapıyor.
Elbette bu ilk değil, hatta bunu “Erdoğan usulü” ya da Erdoğan’ın “politika yapma biçimi” diye de niteleyebiliriz. (Bunun en tipik örneklerinden biri Erdoğan’ın “NATO’nun Libya’ya müdahalesi” sırasındaki tutumuydu: Önce “Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da?” diyerek tepki göstermiş, kısa süre sonra ise “NATO, Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir” şeklinde ilginç bir gerekçe üretmişti! Ve ardından da İzmir’deki üs, NATO’nun Libya operasyonunun merkezi yapılmıştı!)
Sorun şu ki bu “politika yapma biçimini”nin Erdoğan’a iktidarını sürdürebilme faydası olabilir ama Türkiye’ye faydası yok!
STOLTENBERG’İN TELEFONU
Peki ne oldu da bölge yangın yeriyken, Erdoğan İsveç’in NATO’ya Katılım Protokolünü imzalama ihtiyacı duydu? Yoksa bu süreçte İsveç Ankara’nın şartlarını mı yerine getirdi? Ya da Ankara’nın İsveç’ten istediği terör örgütü üyeleri iade mi edildi? Değil elbette…
Yanıtı NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in üç gün önce Erdoğan’la yaptığı telefon konuşmasında…
Nitekim Erdoğan’ın 23 Ekim’deki imzasından sonra memnuniyet açıklayan Stoltenberg, şöyle diyordu: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’la hafta sonu yaptığımız görüşmede de ifade ettiğim üzere, bu durum (İsveç’in üyeliği) tüm İttifak’ı daha güçlü ve daha güvenli kılacaktır.” (AA, 23.10.2023).
ANKARA’NIN KULLANAMADIĞI ŞARTLAR
Açık ki Erdoğan’ın ve AKP iktidarının saati Ankara saatini değil, Washington saatini gösteriyor. Erdoğan’ın İsveç’in NATO’ya Katılımı Protokolü’nü “şu saatte” imzalamasının başka bir açıklaması yok.
Oysa Erdoğan iktidarı İsrail’in saldırılarını durdurmak konusunda etkili bir pozisyon almak istiyorsa, İsveç’in NATO’ya üyeliğini pekâlâ değerlendirebilirdi: İsrail’in NATO mekanizmalarına ortaklığını gerekçe yaparak, ABD’nin NATO’yu genişletme stratejisine karşı çıkabilirdi.
“Geniş NATO” isteyen ABD’ye karşı iki şart dayatabilirdi:
1) ABD, Türkiye’yi hedef alan teröre desteğini kesene kadar NATO’nun genişleme stratejisi onaylanmayacak.
2) İsrail, ABD’nin himayesinde sürdürdüğü Gazze’ye saldırıları sonlandırana kadar NATO’nun genişleme stratejisi onaylanmayacak.
Hatta, iktidarın saati Washington saatini değil de Ankara saatini gösteriyor olsa, AKP iktidarı, daha İsrail’in NATO mekanizmalarına ortaklığını onaylama sürecinde bile “Filistin devletinin kabulü için barış görüşmeleri” şartını dayatabilirdi!
NATO’NUN ASIL FONKSİYONU
Peki Türkiye neden bunları yapamadı, yapamıyor?
Elbette yanıtlarından biri AKP iktidarının siyasal tutumuyla ilgili… Ancak mesele sadece bu değil, zira iktidarda AKP değil bir başka parti de olsa, benzer süreçler işleyecekti.
Çünkü temel sorun NATO ilişkileriyle ilgili: NATO öyle iddia edildiği gibi üyelerden birinin ABD kararına karşı net pozisyon alabileceği, NATO içinde ABD’yi engelleyebileceği ya da en azından dengeleyebileceği bir mekanizma değil…
NATO, ABD’dir; Washington bu mekanizmayı inşa ederken onu sadece bir “savaş aygıtı” şeklinde planlamamış, ondan önce ve önemli olarak, “üyeleri denetim altında tutabilecek bir hükümetlerüstü örgütlenme” olarak biçimlendirmişti.
Böyle olduğu için de NATO altı gladyo türü örgütlenmeler üye ülkelerde hükümet devirme operasyonlarına kadar uzanabilen işler yapmış; böyle olduğu için de 75 yıldır ABD ne istiyorsa, diğer NATO üyeleri nazlanarak da olsa kabul etmek zorunda kalmıştır.
Önceki on yılları geçtik ama Türk devletinin, Türk ordusunu hedef alan Ergenekon-Balyoz kumpaslarından da 15 Temmuz darbe girişiminden de “asıl dersi” çıkar(a)madığı ortada… (CRI)