Kılıçdaroğlu CHP’de “devrim” mi yapıyor?
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun sağ seçmene yönelik yaptığı “helalleşme çağrısı” kamuoyunda bir tartışmaya neden oldu. Çağrıyı samimi bulanlar da, seçim yatırımı olarak görenler de vardı. Yapılan bazı yorumlarda ise Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu adımı “devrim” olarak nitelendi.
Aslında CHP bir söylem değişikliğine gideceğini 3 yıl önce, Ekim 2018’de Abant’ta yaptığı toplantıdan çıkan “Yerel Seçimler 2019 Stratejisi: Yöntem, Hedefler, Öncelikler ve Öneriler” başlıklı raporla duyurmuştu. O raporda, CHP’nin, “Entelektüel, elitist bariyerleri aşarak, sağ partilere oy veren büyük kesimin diliyle konuşması” öngörülmüştü.
Ancak daha önemlisi bu taktiksel değişikliğin CHP için yeni olmadığıdır. CHP’nin sağ seçmene hitap etme çabasının çok eskilere dayandığını söylemeliyiz. CHP yönetimi çok partili sisteme geçme kararından itibaren sağ seçmenin duyarlılıklarını dikkate alan bir yapılanma içine girmiş, bugünlere kıyasla çok daha radikal kararlar almıştı. Dolayısıyla CHP’de bir “devrim” yapıldıysa bu devrimin sahibi Kılıçdaroğlu değil, İsmet İnönü’dür. Bu da Türkiye’nin Amerikancı eksende yeniden yapılandırılmasıyla ilişkilidir. CHP’de sözünü ettiğim “devrimi” anlamak için 74 yıl öncesine, 1947 yılına gitmemiz gerekiyor.
*
17 Kasım 1947’de CHP tarihinin en uzun süren 7. Kurultayı başladı. Kurultay tam 19 gün sürdü. İsmet İnönü hemen öncesinde çok partili sistemin temellerini sağlamlaştıran 12 Temmuz Beyannamesi’ni yayınlamış ve hemen arkasından Başbakan Recep Peker öncülüğündeki “radikaller” partiden tasfiye edilmişti. Türk siyasi hayatında önemli bir dönemeç olan 12 Temmuz Beyannamesi’nin hikâyesi şuydu: 18 Aralık 1946’da Recep Peker Meclis’te hayli sert bir konuşma yapmış, Menderes’i “psikopat bir ruhun hasta karanlığı” olarak tanımlamıştı. Menderes’in psikopatlıkla suçlanmasına DP’liler Meclis’i terk ederek cevap verdi. CHP’liler arkalarından “uğurlar olsun, güle güle” diyerek tempo tuttu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimleri herkesin zihninde canlıydı. Pek çok kişi DP’nin yaşatılmayacağını, kısa bir süre sonra kapatılacağını düşünüyordu. Herkesin böyle düşündüğü sırada İsmet İnönü sahneye çıktı ve 12 Temmuz Beyannamesi’ni yayınladı. İnönü açıklamasında Peker’in arkasında durmamış, DP’yi sahiplenerek şöyle demişti: “İhtilalci bir teşekkül değil, bir kanuni siyasi partinin metotları ile çalışan muhalif partinin, iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin etmek lazımdır. Bu zeminde ben, devlet reisi olarak, kendimi her iki partiye karşı müsavi derecede vazifeli görürüm.”
Bu beyannamenin arkasından Peker istifa etti. Peker’den boşalan koltuğa “ılımlı” bir isim olarak bilinen Hasan Saka oturdu. Bunlar kurultayda yaşanacakların ilk işaretleriydi.
Hararetli tartışmaların yaşandığı 7. Kurultay’da tek parti döneminin CHP’si gerçekten de devrim niteliğinde kararlar aldı. İmam hatip kursları açıldı, ilkokullara din dersi konuldu. Ayrıca CHP’ye “devletçi” görünümü veren ve çok tartışılan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun 17. maddesinin kaldırılmasına karar verildi. Hükümet hacca gitmek isteyenlere destek verecek, ayrıca Ankara’da ilahiyat fakültesi açılacaktı. Bu adımlar, radikaller tarafından “Atatürk Devrimleri”nin çizdiği yoldan sapmak olarak algılandı. Nitekim 7. Kurultay devam ederken CHP içinden bu yönde itirazlar gelmişti.
Şüphesiz İsmet İnönü’nün bu adımları CHP’yi çok partili sistemin şartlarına göre yeniden yapılandırmak amacı taşıyordu. Çünkü Amerika liderliğindeki “demokratik cephede” yerini alan Türkiye’nin artık tek partili günlere dönmesi mümkün değildi. Asıl önemlisi komünizme karşı mücadelede ABD’nin dindarlara ihtiyacı vardı. Dolayısıyla CHP de diğer partiler gibi halkın ayağına gitmek zorundaydı. Halkın oyuna talip olan bir partinin ilk yapması gereken ise dindarlarla arasını düzeltmekti. 1946 seçimleri CHP’nin halkta bir karşılığının olmadığını açıkça göstermişti.
Çoğumuzun kafasında dini özgürlükler DP’yle bağlantılı görülse de gerçekler böyle değildir. Dikkat ederseniz sene 1947’ydi. Henüz DP iktidarı filan ortalıkta yoktu. 1945’te yönümüzü Amerika’ya döndükten sonra CHP, daha sonraları “ılımlı İslam” ya da “Amerikancı İslam” olarak isimlendirilecek adımları DP’den önce atmaya başlamıştı. Zaten DP de CHP’nin bağrından çıkmamış mıydı?
1950 seçimleri yaklaştıkça CHP, iyi ayarlanmış bir “dindarlık” dozuyla kendine çeki düzen vermeye devam etti. CHP asıl sürprizini sona saklamıştı. Seçime 1 yıl kala, 1949’da İslamcı kesimin iyi tanıdığı, Sırat-ı Müstakim ve onun devamı olan Sebilürreşad dergisinin yazar kadrosundan Şemsettin Günaltay’ı başbakan olarak atadı. Daha üç yıl öncesinin Türkiye’si düşünüldüğünde bunlar “imkânsız” gibi görünen şeylerdi. Şemsettin Günaltay ki, Zulmetten Nura kitabının yazarıydı. Mehmet Akif Ersoy bu kitaba bir Takriz yazmış ve Günaltay için “benim Şemsettin’im” demişti: “İşte benim Şemsettin’im o kahraman yüreklerin birisi. İşte benim Şemsettin’imin şu çalışması, o feryatların en etkilisidir.”
Şemsettin Günaltay’ın parti programı, aynı partinin tek parti dönemindeki çizgisi düşünüldüğünde “şaka” sanılabilecek ifadeler içeriyordu. Şöyle deniyordu parti programında:
“Bütün diğer hürriyetler gibi, vatandaşın vicdan hürriyetini de mukaddes tanırız. Din öğretiminin ihtiyarî olması esasına sadık kalarak, vatandaşların çocuklarına din bilgisi vermek haklarını kullanmaları için gereken imkânları hazırlayacağız.”
Ne var ki, bu hamleler, 23 yıl devam eden “tek parti dönemi CHP’si”nin imajını silmeye yetmedi. Dindar kesim CHP’deki bu değişimi hiç dikkate almadı; belki fark etmedi bile. Çünkü CHP halkın hafızasında tek parti dönemindeki “ekmek karneli günler” ve “Kur’an yasakları”yla capcanlıydı. 14 Mayıs 1950’de seçimler yapıldı ve kelimenin tam anlamıyla halk CHP’yi sandığa gömdü. Buna rağmen CHP rotasını değiştirmedi. Halkın kafasındaki “din karşıtı” imajını silmeye kararlıydı. İlk sınavını da ezanın Arapça okunması yasağının kaldırılması Meclis’e getirildiğinde verecekti.
*
16 Haziran 1950 günü (Ramazan ayı arefesinde), 4055 sayılı Kanun’la değiştirilmiş olan Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesinin 2. fıkrası değiştirilerek, ezanın Arapça okunması yasağı kaldırıldı. Tek parti döneminin hâkimi CHP o gün muhalefet sıralarında oturuyordu. Kamuoyu nefesini tutmuş Meclis’te kopacak kıyameti bekliyordu. Muhalefet partisi adına kürsüye çıkan Cemal Reşit Eyüboğlu, tasarıya karşı çıkmayacaklarını söyledi. O gün Meclis’te kıyamet filan kopmadı. Mevzu tereyağından kıl çeker gibi halledildi. CHP’den tasarıya tek bir “ret” oyu gelmedi. Karar bir gün sonra yürürlüğe girdi.
Aslında CHP, 1947’de gerçekleştirdiği dönüşümle birlikte, Türkiye’deki muhafazakâr kitlenin “ibadetler” temelindeki taleplerine karşılık verebileceği mesajını öncesinden vermişti. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse Demokrat Parti’nin verip de CHP’nin veremeyeceği pek bir şey yoktu. Eğer 14 Mayıs 1950 seçimlerini CHP kazansaydı muhtemelen ezanı Arapçaya onlar çevirecekti.
Gerçekte 1945 sonrası çok partili düzende iktidar ve muhalefetin “helal-haram” sınırları daha DP kurulmadan önce çizilmişti. Bayar partiyi kurmadan önce İnönü’yle bir görüşme yapmış ve aralarında şu konuşma geçmişti:
İnönü: “Terakkiperverlerde olduğu gibi, ‘İtikadatı diniyeye biz riayetkârız’ diye madde var mı?” Bayar: “Hayır Paşam. Laikliğin dinsizlik olmadığı var.”
İnönü: “Ziyanı yok. Köy enstitüleriyle, ilkokul seferberliğiyle uğraşacak mısınız?”
Bayar: “Hayır.”
İnönü: “Dış politikada ayrılık var mı?”
Bayar: “Yok!”
İnönü: “O halde, tamam…”
*
Buradaki asıl soru “dış politika” idi. Türkiye kıblesini Tanzimat’tan beri Batı’ya yöneltmişti. Amerika için geminin rotasının Washington olması önemliydi. Dümenin başında yerine-zamanına göre “fötr” şapkalı biri de, abdestli-namazlı biri de bulunabilirdi. Her ikisine de ihtiyaç vardı. Hele ki komünizme karşı mücadelenin asıl olduğu o yıllar “dindarlarla” uğraşılacak zaman değildi. Her iki parti de, dindarlık-sekülerlik ayarlarını ABD’nin menfaatlerine göre düzenlemişti. Amerika için CHP’nin solculuğunun da, DP’nin sağcılığının da İsmet İnönü’nün ifadesiyle ziyanı yoktu. Sınır, İslami iradenin “özne” olup olmayacağına gelip dayanıyordu. Nitekim o dönemde bu sınır 163. Madde’yle çizilmişti. 163. Madde’yi kanunlaştıran da Şemsettin Günaltay’dan başkası değildi. O sırada muhalefet sıralarında oturan DP’lilerden de ses seda çıkmamıştı.
“Sağcı-solcu denklemi” Türkiye’nin rotasında bir değişiklik yapmaması üzerine kurulmuştu. Bu denklem Türk siyasi sahnesine Erbakan Hoca’nın çıkmasıyla bozuldu. Erbakan Hoca, Türk siyasi literatürüne yeni bir denklem getirdi. O, Adalet Partisi ile CHP arasında bir fark görmüyor, ikisi arasındaki kavgayı “horoz dövüşü” olarak tanımlıyordu. Erbakan Hoca’ya göre sağ-sol yok, hak-batıl vardı. Batılın merkezi de Siyonizm idi. Sağ ve sol, Siyonizm’in kollarından başka bir şey değildi. Erbakan Hoca için esas olan Türkiye’nin bağımsızlığıydı. O içerideki olayları dış politika merceğinden değerlendiriyor, halkın önüne bambaşka bir pencere açıyordu. Esas olan Siyonizm’e karşı durmak ve İslam Birliği idi. Bu esasa hizmet eden herkesle ve her kesimle görüştü. Bunun için didindi. Ecevit’le koalisyon kurduğu gibi, Çiller’le de koalisyon kurdu. Her kurduğu koalisyonda ABD’nin ve Siyonizm’in canını acıttı. O, “Namaz kılan köleler olmayacağız” diyerek Siyonizm’in hapishanesinde isyan çıkaran bir kaç kişiden biriydi.
*
Özetle CHP›nin bireysel dindarlığa karşı müsamahakâr tutumu yeni değildir. CHP dindarların taleplerini dikkate alma kararını çok partili sisteme geçişin hemen ertesinde almıştır. Bu taleplerin İsmet İnönü döneminde bile sorun olmadığı düşünülecek olursa, bugünün şartlarında daha fazlasının hazmedilebileceğini söylemek mümkündür. Diğer bir ifadeyle “helalin sınırları” dikkatli bir şekilde çizildikten sonra CHP gerekli manevraları yapacaktır, yapmıştır. Bu CHP için sorun değildir. Oy isteyeceği bir kitlenin duygularını okşaması gayet anlaşılabilir bir şeydir.
Bizim için önemli olan namaz kılan köleler olarak kalıp kalmayacağımızdır. (MilliGazete)