IŞİD’in Gömleğini Değiştirmek
Gömlek çıkarma ve gömlek değiştirme deyimleri Türkiye’de oldukça olumsuz çağrışımlara sahiptir. Gömlek değiştirme, nifak ve aldatma faaliyetini, özde değişiklik olmadığı halde şekilsel bazı rötuşlarla bozuk malı satmayı ifade ediyor. Bilinen, ancak demode olmuş şeyleri insanlara benimsetmenin en kolay yolu boyama ve cilalama yöntemidir. Türkiye’de “Allah nerededir” tartışması sonrasındaki izleyici yorumlarına baktığımda, içerikten çok, tartışmacıların kibarlıklarının nazara verilerek bir reklam faaliyetine dönüştürülmesi, son derece dikkatimi çekmişti. Daha sonra buradan alınan enerji ile geniş izleyici kitleleri karşısında söz konusu taraflardan birine mikrofon uzatıldı. Yeni bir imaj oluşturulmaya çalışıldığı anlaşılıyordu. Bunun için daha ılımlı, kulağa hoş gelen bir isim de bulunmuştu. Çünkü Selefilik, IŞİD, el-Kaide, Haricilik vb. isimlerle anılmak ürkütücü geliyordu. Ya ne demeliydi? En iyisi “Öze Dönüş Hareketi” denilmeliydi! Türkiye’nin yakın geçmişinden kaynaklanan reflekslerimle edindiğim izlenim, yeni bir oyun tezgahlandığı yönündeydi. Aynı zihniyet sahiplerine makyaj yapılarak sahneye sürülüyorlardı. Bunun için fazla masrafa girmeye gerek yoktu. Yeni bir şeyler söyleniyormuş izlenimi vererek gömleği değiştirmek yeterli görülmüştü.
Tabii ki hepimiz insanız. Kendi penceremizden olaylara baktığımızda bir şeyleri eksik veya yanlış görebiliriz. Yanılabilme ihtimaline binaen o gün yazmaya gerek görmedim. Fakat Suriye’deki olayların patlak vermesi sonrasında HTŞ lideri Colani’ye de hem uluslararası hem de yandaş medyada benzer yaklaşımın sergilendiğini görünce, kanaatim daha da pekişti. İsimleri kötü bilinen el-Kaide, IŞİD gibi örgütlerden arındırılarak bir halk muhalefeti olarak takdim edilince, yeni planın devreye sokulduğu benim açımdan netleşmişti. Birçok analizcinin benzer yönde değerlendirmede bulunmasından da cesaret alarak, özde bir değişiklik olmadığı sadece sözde varmış gibi gösterildiği konusuna değinmek istiyorum.
Öncelikle belirtmem gerekir ki haksızlığa uğrayanlara -kim olursa olsun- mikrofon uzatılmasından asla rahatsız olmayız. Kur’ân’da “Biz Hristiyanız”[1] diyenlere dahi, kendilerini tanımladıkları şekilde hitap edildiğine göre, bizim ne haddimize itiraz etmek! İnsanları eleştireceksek, onların beyanlarını esas almalıyız. Kabul ettiğimiz ve eleştirdiğimiz noktalarda onların ifadelerini dikkate almamız en uygun ve en insaflı yöntemdir. İtirazımız, hakkaniyet ilkesinin arkasına sığınmak suretiyle birilerinin reklamı yapılarak göklere çıkarılması, yeni mağduriyetlere sebebiyet verilmesi noktasındadır. Değerlendirme kısmı bize bırakılırsa, haksızlığa uğrayan herkese mikrofon uzatılırsa neden itiraz edelim ki? Maalesef hak hukuk çoğunlukla lafta kalıyor. Yüz milyonlarca insan, Şii oldukları için sapık olarak ilan ediliyorsa en azından onlara da bir mikrofon uzatılmalıydı. Ancak nedense o mikrofon bir türlü uzatılamıyor.
Asıl konumuza gelebiliriz. Yeni gibi gösterilen reçetelerle gerçekten Müslümanlar ve insanlığa bir çözüm sunuluyor mu? Önceki örgütlerden hatta daha da geriye götürürsek, ilk dönemdeki emsallerinden farklı bir şey mi var? Yoksa sadece kaportayı cilalama derdindeler mi?
Özetle yenilik adı altında sunulan çözüm şudur: İslam ümmeti ciddi problemlerle boğuşuyor. Bunun çözümü için özümüze, özümüze dönmeyi de Kur’ân, sünnet ve selef denilen ilk üç neslin yoluna dönerek başarabiliriz.[2]
İlk bakışta heyecan verici geldiği için olsa gerek, son 200-300 yıllık zaman diliminde neredeyse bütün uyanış hareketlerinin çıkış noktası böyle başlamıştır. Hemen hemen hepsinin de akıbeti aynı olmuştur. İlk başta büyük bir heyecan, ardından düşmanların elinde oyuncak haline gelmek! Açıklamalarımı üç maddede özetlemeye çalışacağım:
- İslam tarihinde ortaya çıkan; Hâricilik, Mürcie, Cebriye, Mu’tezile gibi dinî fırkaların tamamı Kur’ân’a dayandığına göre, “Kur’ân’a dönelim” çağrısı yetmez. Önce bunun çerçevesini belirlemek gerekir. Kur’ân’ı anlama usulümüzü netleştirmek zorundayız. Haklı olarak: “Biz Kur’ân’ı, Selef-i Salihin’in anladığı gibi anlamayı kastediyoruz” diyebilirler. Oysa geçmişte H. 310 tarihinde vefat eden Taberî, selefin açıklamalarının dışına çıkmayacağını taahhüt ederek bir tefsir yazdı. Ancak yine de selefin görüşleri arasında tercih yapmak zorunda kalmıştır. Selef şöyle şöyle demiş! Yoruma gerek yok deyip bırakmamıştır! Ayıklama gereği duymuştur. Nedense onun Gadir-i Hûm hadisinin sahih olduğu yönündeki yorumları dikkate alınmamıştır. Hani selef önemliydi? Demek ki selefin yorumları karşımızda hazır duran, hemen alıp uygulayacağımız bir şey değildir. Ancak belirli bir değerlendirmeden geçirildikten sonra selefin görüşü ortaya çıkabiliyor. Yani siz kendi eleğinizden geçirdikten sonra üstte kalanlar, selefin görüşü olma salahiyetini kazanabiliyor. Bizim itirazımız da tam bu noktadadır. Sizin belirlediğiniz kriterler neden selefin görüşü oluyor da benim kriterlerim, öbürünün kriterleri selefin görüşü olmuyor? “Bizim görüşümüz selefin görüşünden birisidir” derseniz saygı duyarız. Ancak “Selefin görüşü budur” derseniz haliyle biz bidat ehli veya mürtet durumuna düşmüş oluruz (!)
- Sünnet konusunda da bir çerçeve belirlemek zorundayız. Kabul şartlarımız ve yorumlama yöntemlerimize göre sünneti anlayabiliriz. “Öze Dönüş” iddiasında bulunanlar kendi belirledikleri usullerini esas alarak sünnetten anladıklarını, “sünnet budur” şeklinde dayatmaya çalışıyorlar. Oysa “Sünnet budur” demekle “Benim sünnetten anladığım budur” demek arasında seradan süreyyaya kadar fark vardır. Bu ikisi birbirine karıştırılmamalıdır. Daha iyi anlaşılması için bir örnek vermek istiyorum. Dört mezhep imamından mealen şöyle meşhur bir ifade aktarılır: “Fetvalarımıza aykırı sahih bir hadis görürseniz, fetvamızı atın, bizim mezhebimiz hadisin dediğidir.” İlk akla gelen yani her görüşümüze aykırı hadis bulduğunuzda mezhebinizi değiştirin, anlamı kastedilmemiştir. Aksi takdirde Kutüb-ü Sitte ortaya çıktıktan sonra, hele hele Ehl-i Sünnetin Kur’ân’dan sonra en güvenilir kaynak olarak kabul ettiği Buhari’nin Sahih’i ortaya çıktıktan sonra, artık ortada ne amelî mezheplerden Şafii, Hanefi, Maliki mezhebi ne de itikadî mezheplerden Maturidî, Eş’ârî, Mutezile gibi mezheplerin kalmaması gerekirdi. Çünkü Buhari’nin Sahih’i, hadis eseri olmanın yanında hem fıkh-ı ekber olan itikadî hem de fıkh-ı asğar olan amelî fıkıh kitabıdır.
Öyleyse mezhep imamlarının kastettikleri farklı bir anlam olmalıdır. Onların amacı; “Bizim hadis kabul şartlarımıza ve yorumlama yöntemimize göre bir hadis bulursanız onu alın.” demektir. Çünkü hadisler ancak bir süzgeçten geçirildikten sonra sahih veya zayıf olma vasıflarını kazanabilirler. Buna göre Kur’ân’dan sonra en sahih kitap söylemlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerekir. En azından böyle bir iddiası olanların kime göre, neye göre olduğuna dair şerhler düşerek ifade etmeleri gerekir. Şimdi neden sizin hadis ölçüleriniz selefin yoluna çıkarıyor da Şia’nın veya diğer mezheplerin ki sapıklık yoluna çıkarıyor?
- Sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin dediğimiz ilk üç nesil kanaatimce bugüne kadar henüz içinden çıkılmamış en çetrefilli konudur. İlk nesiller arasında homojen, tek tip bir anlayış yok ki bir anda hepsine uyalım. Öyle zamanlar oluyor ki birine uyduğumuzda diğerlerini haliyle karşımıza almış oluyoruz. Mesela Muaviye tarafında yer alan bir sahabeye uyunca İmam Ali (as) ve diğerlerini karşınıza almış oluyorsunuz. Sahabe arasında öyle basite alınacak tartışmalar da yoktu. Binlerce insanın ölümüne sebep olan savaşlar olmuştur. Öldürenle öldürüleni cennete koyarak işin içinden çıkamazsınız. Hz. Ali (as) ile ona karşı savaşanlar konusunda, “Bulduk! Bulduk!..” diye sevinç çığlıkları attıkları en güzel çözüm şudur: “Hz. Ali’nin haklı olduğunda şüphemiz yok. Muaviye de içtihat ettiği için mazurdur.” Böylece fıkıhtaki; “Mutlak müçtehit başka bir müçtehidi taklit etmez.” kaidesine başvurarak çözüm bulduklarını iddia ediyorlar. Şunu unutmayalım ki hukukta, su-i istimale uygun bir kanun varsa başka kanunla onun sınırları daraltılır. Her konuyu içtihat kapsamına alma ihtimaline bünaen su-i istimali engelleyen “mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur.” kuralı konulmuştur. Yani açık nassın olduğu yerde ictihat edemezsiniz. Bu yüzden Sünnî ulemayı bekleyen son derece önemli ve halen dağ gibi büyüklüğü ile ortada duran bir sorun vardır. Nedir o? İyi de bu kural nassın olmadığı yerde geçerlidir. Halbuki Peygamberimizin (saa) özel olarak bu konuyla ilgili açık beyanı vardır. Buhari’de geçen ifade şöyledir: “Vah Ammâr! Kendisini bâği bir topluluk öldürecek. Ammâr onları cennete, onlar ise onu cehenneme davet ederler.” dedi.[3] Eğer Muaviye’nin yaptığı eylem içtihat kapsamında değerlendirilseydi, Peygamberimiz (saa) diyebilirdi ki; Ey Ammar! Seni bazıları öldürecek ancak onlar da benim ashabımdır/ içtihat etmişlerdir/ mazurdurlar vs. Halbuki onun katillerini bağî ve cehennemin davetçileri olarak tanıtmıştır. Şimdi bu nassın tevilinde Hz. Ali (as), doğrudan Muaviye’yi suçlu görmüş, Amr b. As ve Muaviye ise onu savaş meydanına getireni suçlu görmüştür. Sonraki alimler de konuyu içtihat kapsamında değerlendirerek her ikisini de haklı bulmuştur. Öze döneceksek kimin sözüne itibar etmeliyiz?
Demek ki Selef-i Salihin demekle iş bitmiyor. Selef dediğiniz insanlar içinde katil de var maktul de var. Hangisinin Salihîn’den olduğunu nasıl ve neye göre ayıracağız? Daha ne zamana kadar her ikisi de cennettedir demeye devam edeceğiz? Evet katil ile maktulün cennette olabileceği durumlar vardır. Mesela yanlışlıkla öldüren ile öldürülen, kafirken birini öldürüp sonra iman eden kişi ile maktulü, -tartışmalı olsa da- katil tövbe ederse maktulle birlikte cennete gidebilir. Peygamberin (saa) açıkça haklı ile haksızı belirttiği bir yerde katil ile maktul aynıdır demeye nasıl cüret edebiliriz?
Demek ki kulağa hoş gelen genellemelere aldanmamak lazım. Selefin yolu diye karşımızda hazır paket program yoktur. Zaten selef diyenler zımnen kendi anlama yöntemlerini ve hadis kabul kriterlerini savunuyorlar. Örneğin sahih hadis kabul şartları arasında ehl-i bidat olmayacak şartını koymuşlardır. Bütün Şiileri bunun içerisine koyuyorlar. Neden bir Şii ehli bidat oluyor da siz olmuyorsunuz? İbn Kayyım Zadu’l-Mead adlı eserinde kendi tercihini Peygamberin tercihi olarak sunmuştur. Mezhep görüşünü sunarken “Peygamberin namazı, Peygamberin orucu…” şeklinde takdim etmiştir. Halbuki onun anladığına göre peygamberin namazı, orucu vs. olabilir. Mezhep görüşüne uygun rivayetleri alıyor. Diğerlerini ya kabul etmiyor ya da görüşüne uygun yorumluyor. Amelî bir konuyu itikadî alana taşımak niye? Haklı olarak bir Malikî çıkıp dese ki benim kıldığım namaz kimin namazı? Ne dersiniz?
Öze dönüş deyin veya Selefilik deyin, fark etmez. Oldukça zengin ve farklı yorumlara açık ayet, hadis ve olayları kendi pencerelerinden değerlendirip sonra da “sünnet budur” dediğinizde zımnen farklı düşüneni sünnetin dışında ehli bidat olarak itham etmiş olursunuz. .
İslam adına ortaya çıkan bütün fırkalar kendilerini; Kur’ân, sünnet ve selef ile desteklemeye çalışırlar. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (saa) ümmetinin başına gelenleri haber verdiği halde, deyim yerindeyse ne haliniz varsa görün veya kendi başınızın çaresine bakın demez. Sorunu haber vermişse çözümü de haber vermiştir. Eğer bir tufanın geleceğini haber vermişse ondan kurtuluş gemisini de haber vermiştir. Nitekim Ehlibeyit’ini Nuh’un gemisi şeklinde takdim etmiştir.
Ümmet içerisinde yüz milyonlarca kişi sırf Şii oldukları için sapık ilan edildikten sonra gömlek de değiştirilse pantolon da değiştirilse hiçbir sorun çözülemez. Kaldı ki Selefin, paket halinde hazır bir programı yok ki alıp hayata geçirelim. Kimse bize İbn Teymiyye, Muhammed b. Abdulvahhap veya başka bir alimin görüşünü dinin özü olarak süsleyerek sunamaz. En fazla benim dinden anladığım budur diyebilir. İlahî emirle hak olduğu bildirilen sadece Ehlibeyit’tir. Eğer gerçekten dinin özüne dönmek istiyorsak, Peygamberimizin (saa) gösterdiği Ehlibeyit’inin yolunu esas almalıyız. Bunun dışındakiler belirli usul ve yöntemlerle Kur’ân ve sünneti anlama biçimidir. Birinin alınıp diğerinin terkedilmesi ancak ikna ile olur dayatmayla, iddiayla olmaz.
Yukarıda ana hatlarıyla değindiğimiz eksikliklerden dolayı biz öze dönüş iddiasında bulunanların uygulamada başarılı olacaklarını beklemiyoruz. Yine de Suriye’de ellerine önemli bir fırsat geçti. Biz isteriz ki Müslümanlar ve insanlık için bir çözüm bulsunlar. Biz yanılalım sorun değil. Elbette doğru adımlar attıklarında sevinir ve destekleriz. Bizim tek endişemiz Filistin ve Lübnan’daki mazlumların yüzüstü bırakılması, İsrail’in Suriye’ye elini kolunu sallayarak girmesidir. Endişelerimizin anlaşılmasını ve saygıyla karşılanmasını bekliyoruz. Nitekim bizi haklı çıkaran önemli gelişmelere tanık oluyoruz. İsrail şimdiden Golan tepelerinden Suriye’ye girmeye başladı.
Bir diğer endişemiz ise ABD ve İsrail’in yanında yer alarak İran’a saldırılmasıdır. Takdir edersiniz ki İsrail, sahabeye sövdüğü için veya halkına adaletsiz davrandığı için İran’la savaşmak istemiyor. (Veysel Çelik - Hürseda)
[1] Maide, 5/82.
[2] Öze dönüşe karşı olduğumuzu kastetmiyorum. Ortada homojen dağılmış tek tip bir yorum imkânı olmadığı için mecburen bir yöntem dahilinde kitap ve sünnete başvurmamız gerekir. Bunun yolunu Peygamberimiz (saa) Ehlibeyt’inin yolu olarak tayin etmiştir.
[3] Buhârî, “Salât”, 63.