Teslimiyet İçre Bir İmtihan Olsun; Yaşadığımız
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah`a göre kolaydır. Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah`ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (Hadid / 22-23)
“Hüzne yapışın. Zira hüzün, kalbin anahtarıdır. (Gönlü, manevi feyizlere açar)” (Taberani)
İmtihan yurdu olan şu dünyada hayatımızın her anı bir imtihan iken; bir takım sıkıntılar ile ve maddi manevi zorluklar yaşatarak kabiliyetlerimizi inkişaf ettirip bizleri kemale erdirmeyi murad ediyor, şanı yüce Rabbimiz… Buna karşılık bize düşen ise sabırla bu belaları okumaya çalışmak; verilmek istenen mesajı doğru okuyup iyi anlamaktır.
Bir taş düşünelim! Kaba saba, şekilsiz… Bu haliyle, atıldığında kırmaktan başka bir işe yaramayacaktır belki de. Oysa bir heykeltıraşın elinde şekillenerek güzel bir sanata dönüşebilir. Ancak bunun için de bazı yontma ve kırılmalardan geçmesi lazım. O kaba saba taş, eza ve cefa çekmeden bir sanat eserine dönüşemez.
İşte, bizlerin de fıtratında birtakım ham kabiliyetler var. Bu tabiri caizse kaba saba kabiliyetlerin, ortaya olduğu gibi çıkması hayatımızı zindana dönüştürebilecektir. Olduğu yerde öylece kalmasının da ‘eziklik’ ve ‘özgüvensizlik’ olarak yaşantımıza sirayet etmesi kaçınılmazdır. Şu halde onları özenle yontup güzelce şekillendirmeyi murad eden Rabbimizin çağrısına kulak vermemiz; tüm benliğimizle o yüce sanatkârın kudret eline teslim olmamız lazım.
Şunu asla unutmamak ve göz ardı etmemek gerekir ki; Allah Teâlâ, (haşa) boş yere kimseye eza ve cefa çektirmez. Düdüklü tencerede türlü yangınlara maruz kalan sert mi sert bir nohut tanesinin; teslimiyeti sonucu yumuşacık bir kıvam ve leziz bir tat alması misali, bir kimsenin başına gelen musibetlere hikmet gözüyle bakması ve onları sabırla karşılaması da onun makamını yükseltecektir. Kemal derecesinde bir kıvam bulacaktır şahsiyeti… Ve görüldüğünde Allah’ın hatırlandığı, etrafına yaydığı kokunun bile lahutileştiği müstesna bir kişilik…
Evet, hayat; onu yaşayan kimseleri sıkıntılar ile sallayan bir elek misalidir. Kimileri -Allah muhafaza- isyan ile elenir. Onu okumaya niyetlenen ve bunu başaranlar ise en namütenahi ve en ulvi makamları ardı sıra adımlar. Doyumsuz bir lezzeti an be an tadar… Bunun için ise kilit nokta teslimiyettir. Öyle ki geriye kalan her şeyin çer çöp değerinde olduğu, üstün bir kıymet biçilmelidir; yüce Rabbin fermanına… Mesnevi’de geçen şu kıssa konuyu derinleştirmesi bakımından faydalı olacaktır:
Gazneli Sultan Mahmud, bütün devlet adamlarının hazır olduğu bir sırada, divan toplantısının yapıldığı salona geldi. Cebinden bir mücevher çıkardı. Vezirinin avucuna koydu ve “Bu nasıl bir mücevherdir? Değeri nedir?” diye sordu.
Vezir; “Yüz eşek yükü altın eder” dedi. Sultan “Mücevheri kır, iyice döv” deyince vezir; “Sultanım! Bu mücevheri ben nasıl kırarım? Ben sizin malınızın iyiliğini isterim. Böyle paha biçilmez bir mücevheri kaybetmeye gönlüm razı olmaz” dedi.
Sultan Mahmud, vezirin bu tutumunu takdir eder göründü. Ona bir elbise hediye etti. Bir müddet devletin başka işlerinden konuştuktan sonra, sultan vezirden aldığı mücevheri sarayın perdecisine vererek ona sordu:
“Bunu biri satın almak istese değeri nedir?” Perdeci; “Bu mücevher, ülkenin yarısı ile eş değerde. Allah ülkemizi tehlikelerden korusun” dedi. Sultan; “Bu mücevheri kır, parçala” diye emir verdi. Perdeci;
“Ey kılıcı güneş gibi parlayan sultanım! Kırıp parçalarsak bu mücevhere çok yazık olur. Buna benim elim varmaz. Çünkü böyle bir şey, padişahımın hazinesine düşmanlık demektir” dedi.
Sultan, perdecinin bu cevabını da beğenmiş göründü. Ona da bir elbise verdi. Maaşını artırdı. Aklını ve anlayışını öven sözler söyledi. Biraz sonra mücevheri bir emirin eline verdi. O da ötekilerle aynı şeyleri söyledi.
Padişah mücevheri kime verdiyse, hepsi mücevherinin paha biçilmez değerinden bahsedip mücevheri tekrar padişaha geri verdi. Sultan hepsine ihsanlarda bulundu.
Sultan birçok adamını denedikten sonra sadık kölesi Eyaz’a; “Parlaklığı ve güzelliği eşsiz olan, bu mücevherin değerini bir de sen söyle” dedi. Eyaz; “Sultanım, bu mücevherin değeri benim söyleyeceklerimden fazladır” dedi. Sultan; “Öyleyse şu mücevheri kır, parçala, toz et” dedi.
Eyaz, hiç tereddüt göstermeden pırıl pırıl parlayan mücevheri, parçalayıp tuz buz haline getirdi. Mücevher kırılınca beylerden yüzlerce feryat ve figan koptu. “Bu ne korkusuzluk, Allah hakkı için bu nurlu mücevheri kıran kâfirdir” dediler. Diğer beyler Eyaz`ı ayıplayıp kınarken Eyaz:
“Ey benim büyüklerim! Padişahın buyruğu mu daha değerli, bu mücevher mi? Mücevherin güzelliği ve değeri gözünüzü kamaştırdı, Sultanı göremediniz. Ben gözümü sultanımdan ayırmam. Müşrik gibi taşa yüz tutmam. Ne kadar değerli olursa olsun, bir taşı onun sevgisine ortak etmem” dedi.
Az sonra padişah, kubbeleri çınlatan sesiyle ihtiyar cellada emrini bildirdi:
“Bu aşağılık kişileri huzurumdan uzaklaştır. Bunlar bulundukları makama layık değiller. Bir taş parçası uğruna buyruğumu çiğneyenler, bulundukları makama layık olamazlar.”
…
Elbette hayatın her alanı ve her aşaması ille de musibet ve hüzün ile geçmez geçmiyor da. Yüce Rabbimiz, bazen hatta çoğunlukla ikram, huzur, kolaylık ve rahatlık da bahşetmekte biz aciz kullarına. Ancak hüznün ve huzurun, adeta nöbetleşircesine hayatımızda yer edinmesinin imtihan gereği olduğunu hep hatırda tutmakta fayda var.
Bilhassa bu son günlerde Müslümanlar olarak üzerimize sel misali yağan bela ve musibetleri ne şekilde okuduğumuz çok önemli!
Bu bela taşları bizlere ne ifade ediyor? Peki ya Rabbimizin bundaki muradı nedir?
Doğru okuyup düzgün anlamak için kendimize şöyle bir bakmamızda; bir iç muhasebe yapmamızda fayda var. Ve bu gerekli… Yaşantımızı, dünyaya olan meylimizi, insanlarla olan ilişkilerimizi ve Rabbimizle kurduğumuz bağı irdelememiz; kendimizi bir muhakemeye tabi tutmamız lazım.
Öyle ya ayet-i kerimede “elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah`ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız” diye buyuruluyor. Bu ince detay başımıza gelen musibetlerin kaynağı olabileceği gibi Rabbimiz bununla bizleri kemale erdirmek istiyor da olabilir…
Kardeşimizin yaşadığı acıyı iliklerimizde hissettiğimiz şu dönemde; o acıyı bizzat yaşamaya maddi manevi hazırlıklı olup olmadığımız ise en mühim nokta kanaatimce…
Zira hüznü izleyip hissetmek başkadır; yaşamak başka!
Acıyı görüp duymak başkadır; yudumlamak bambaşka!
Şu halde gelin; gözümüzü ve gönlümüzü, aklımızı ve fikrimizi günden güne dozajı artmakta olan bela ve musibet furyasına daha bir hazır hale getirelim! Ve ‘imtihan süzgecinde bela taşlarını’ nasıl okumamız gerektiğini tez elden öğrenelim… Ki; imtihanın o çetin anında ilk tepkimiz metanet olabilsin…
Nur Kılıç / İnzar Dergisi -Kasım 2014 (122. Sayı)