Varanlar ve Kalanlar!
Ardı ardına şehadet haberleri geliyordu Anadolu’nun güneydoğusundan. Henüz hayatının baharında gönüller kana bulanıyordu. Kimi şehadet şerbetini içiyor; en güzel bir varış ile Hakk’a varıyor, kimi ise ‘geride kalan’lar kervanına dâhil oluyordu.
Kan ve kahır!
Kan ve gözyaşı!
Kan ve acı!
Kan ve sabır!
Kan ve hüzün!
Kan ve teslimiyet!
Kan ve aşk!
Evet, kan! Tek başına tüm bu kavramlara galebe çalan o kavram… Ama Allah için olunca ve yalnızca Allah yolunda akınca… Aksi halde kirli ve bayağı… Aksi halde pis ve habis… Aksi halde mukaddes tüm manalardan uzak ve itici bir kavram…
İşte, mel’un bir örgüt güneydoğuda kana doymuyor; mazlum-masum demeden, genç-yaşlı gözetmeden katlediyordu ehli iman erleri… Her fırsatta akıttığı kanlarla ispatlıyordu kanla beslendiğini; tıpkı vampirler gibi… İşin aslı ve özeti; batıl batıllığını yapıyor, Hakk’a gönül verenler ise izzetli bir duruştan zerrece ödün vermiyor; Hakkı hâkim kılma adına ellerinden geleni yapıyorlardı…
Her bir damlası iman ile ve aşk-ı ilahi ile bezenmiş al kanlarını Allah yolunda akıtmaktan asla imtina etmeyen; bunu can-u gönülden isteyen erler vardı. Ancak bunun da öncesinde toplumun ihyasında ve İslam’la şeref bulmasında etkin rol oynuyorlardı. Zaten sırf bu nedenle hedef tahtasına oturtulmuşlardı. Onlar Selahaddin-i Eyyubi’nin torunlarıydı! Ümmet-i İslam’ın ateistlerin, Marksistlerin, Zerdüştlerin ve en nihayetinde Haçlıların güdümünde bir hayat yaşamalarına asla razı olmazlar/olamazlar/olmuyorlardı…
Allah yolunda akıttıkları her bir damla kanlarının; bereket, hayır ve güzellik olup ümmetin can damarlarını beslediği o erler en güzel makamın da sahibi oldular. Ve ölmediler…
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin; Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.” (Âl-i İmrân / 169-171)
Evet, onlar en güzel/kutlu bir varış ile vardılar Rablerinin huzuruna! Peki, ya geride kalanlar? Onlar ne haldeydi, ne diyordu?
Bir geride kalan; “Babam” diyordu! Hani minik bir kızın sarsılmaz dağlar misali sırtını dayadığı… Hani engin bir okyanus misali dalmakla bitiremediği… Hani güvendiği, kıymet verdiği… Hani varlığıyla, gücüyle, yenilmezliğiyle övündüğü… Hani biricik babası… “Allah yolunda şehit oldu” diyor ve ekliyordu;
“Zaten şehit olmak için adımı ‘Şüheda’ koydu!”
Öyle bir hakikatin farkına öyle bir varmıştı ki Şüheda; babasını yitirdiği halde –asıl şimdi kazandığını bildiği için- kahrolmuyordu… Gözlerinden akan inci misali yaşları, mürted ve müşrik güruhu mutlu etmemek adına yüreğine akıtıyordu. Ve adeta “Size bu sevinci yaşatmayacağım” diye haykırıyordu.
Ah Şühedam! Sen dahi henüz 10 yıllık ömründe anladın; hayatı anlamlı kılanın Allah’a adanmışlıkta saklı olduğunu. Ama o koca koca adamlar(!), elli küsur yıldır ömür sürenler anlayamadı… Şunu unutma ki; sırtını şanı yüce Allah’a dayayan, asla ve kat’a düşmez. Zira sarsılmayan tek dayanak O (CC)’dur!
Başka bir geride kalan; “Kocam” diyordu! Hani bir bayanın, hayat yolculuğunda yoldaş, gönül âleminde sırdaş bellediği… Hani gözünün nuru, gönlünün süruru bildiği… Hani sevdiği, özlediği… Hani bütün dünyayı bir yana onu diğer bir yana yerleştirdiği… Hani bir gece ayrı kalsa; yıllarca ayrı kalmışçasına hasretiyle yandığı… Hani biricik eşi… “Yolunu sürdürmeye ahdettiği şehitlere misafir oldu” diyor ve ekliyordu;
“Vallahi kocam Hz. Peygamberin torunu Hasan ve Hüseyin’den daha değerli değildir!”
Öyle bir hakikatin farkına öyle bir varmıştı ki Emine Hanım; kocası haince katledildiği halde başını öne eğmiyor, isyan yüklü ağıtlarla ortalığı velveleye vermiyordu… Öncekileri/öncüleri anıyor, seyyidüş şühedanın, kerb-ı belanın acısıyla kendi acısını kıyaslıyor; ah etmeye hayâ ediyordu. Nice değerli/salih zatların Allah yoluna kurban oluşunu anımsıyor; kendi kurbanını az buluyordu. İki erkek evladı olduğunu belirtiyor; ikisini de bu yolda kurban etmekten geri durmayacağını haykırıyordu… Ve her bir sözü zalimin kalbine, zehirli bir hançerden çok daha fazla tesir ediyordu…
Ah Bacım! Gözün aydın olsun… Başın her dem dik olsun… Zira kocan şimdi en az onlar kadar değerli! Allah azze ve celle daha iyi bilir ya, Mehmet Şerif’in şimdi Hz. Hüseyin’e komşudur. Kanlı gömleğiyle çıktığı huzur-u ilahide afv-u gufrana duçar olmuştur… O iffetli ve izzetli duruşundan da bir o kadar memnun ve mesrur olmuştur. Zalim ve mürtetlerin hoşnutsuz ve kahr oldukları kadar… Unutma ki; kıymetlilerin en kıymetlisi şanı yüce Allah’tır. Ve Kendisinden başka herkes/her şey ölüme mahkûmdur… Varlığı ezeli ve ebedi olan bir tek O (CC)’dur!
Geride kalanlardan bir başkası ise “Oğlum” diyordu! Hani bir annenin, gönlünün en nadide meyvesi saydığı… Hani inanılmaz bir aşkla bağlandığı… Hani medar-ı iftiharı… Hani kimselerle paylaşamadığı… Hani biricik oğlu… “Kimseye zarar vermeyen, fedakâr biriydi” diyor ve ekliyordu;
“Allah bu mertebeyi bizden kabul etsin. Biz onun davasının yolundayız…”
Öyle bir hakikatin farkına öyle bir varmıştı ki Adile Teyze; ciğeri yandığı halde ve gözlerine yaşlar hücum etmesine rağmen kazandığını korumaya çalışıyor, isyana prim vermiyordu. Ve dua ediyor; şehadet tahtını sağlamlaştırmaya çalışıyordu… Hani ‘anne’ sözcüğünün yanına en çok yakışan söz: Dua! Sahi annelerin duası hep böyle olsa, her anne Adile anne gibi hayır dualarda bulunsa; İslam’ın aziz erleri gâh şehadetle gâh zaferlerle muzaffer olmazlar mıydı? Şüphesiz ki Allah daha iyi bilir ve O (CC) vaadinde sadıktır!
Ah teyzem! Ciğer pareni ne hayır dualarla uğurladın da o gün şehadetle şereflendi? Söyle biz de edelim! Madem ecel saati gelip ölüm vaki olduğunda ne bir ileri ne de bir saat geri alınabiliyor ve madem her nefis ölümü tadacaktır; o büyük buluşmaya kutsiyet katacak olanı aramak en akıllıcası değil miydi? Sen de öyle yaptın annem! Oğlunu hayır dualarla uğurladın… Zira -İslam davasına gönül vermiş diğer tüm kadınlar gibi- biliyordun ki oğlun/kocan her an hain bir saldırıya uğrayabilir. Ki uğradı da…
Ve oğlun asıl şimdi medar-ı iftiharın oldu… Yüzbinlerce kez mübarek olsun. Unutma ki; asıl hami, asıl veli şanı yüce Allah’tır! Emin tek medetgâh O (CC)’dur. Ve kendisinden başka bel bağladıklarımız gün gelip birer birer kaybolacaktır. Asli birlikteliklere vesile olacak bir kolyeyi; şehadeti, boynuna taktın… Devamı için de hayır dualarını eksik etme… Zira gönlü imanlı, dili hayır dualı analar nice kereler küfrün kalbine ucu zehirli oklar saplamıştır. Saplamaya da devam edecektir inşallah…
Evet, küfrü ve batılı temsil eden her taraf Hakk’ı ve imanı kuşanmış bir tarafça hezimete uğramaya, hor, hakir ve zelil bir şekilde yok olmaya mahkûmdur. Er ya da geç bu sünnetullah vuku bulacaktır. Ve böyle olduğu sürece de şehadet nakış nakış süsleyecektir semayı… Miski amber kokuları yayılacaktır cihana… Umutlar yeşerecek, dallar meyveye duracaktır…
Öyle ya şehadete âşık yiğit erler meydanları aç kurtlara ve sırtlanlara bırakmadıkça da ‘geride kalanlar’ hep olacak; Hüseynin mesajını asırlara taşıyan Zeyneb’in misyonunu yükleneceklerdir… Dahası böyle kıymet bilen evlatlar, böyle vefalı eşler, böyle fedakâr analar olduğu sürece de küffar emellerine ulaşamayacak; toplumu topyekûn çirkefe bulaştıramayacaktır…
Ne mutlu babası, Peygamber Efendimizin sevgili torunu Hz. Hüseyin gibi şereflice direnip şehit olan kızlara!
Ne mutlu kocası, Peygamber Efendimizin sevgili torunu Hz. Hüseyin gibi izzetlice direnip şehit olan kadınlara!
Ne mutlu oğulları, Peygamber Efendimizin sevgili torunu Hz. Hüseyin gibi mertçe direnip şehit olan annelere!
Ne mutlu Zeyneb’i kıyamın varislerine…
Ne mutlu geride kalanlara!
Nur Kılıç / İnzar Dergisi – Temmuz 2015 (130. Sayı)