Onursuzluğun Normalleştirilmesi
"Bugün, bütün ulus-devletler, ulus- devlet kabileciliğini yoğunlaştırarak, halkı-toplumu tek tipleştirmeye çalışıyor. Ulus-devletler kendi kültür tarihlerini yeniden kurgularken bu tarihle eleştirel bir biçimde yüzleşebilecek bir anlayışa geçit vermiyor. Hiçbir toplum ve kültür, abartılı bir biçimde yüceltilen ulus-devletlerin modern sömürgeciliğin icadı olduğunu bilmek/hatırlamak istemiyor. İslam toplumlarında, Türkiye’de de bilgi-eğitim ve kültür hayatında gayriresmi sömürgecilik devam ediyor. “Türkiye Yüzyılı” diye bir şeyden söz edilecekse bu ancak bu alanlarda sömürgeci etki ve kontrolün bütün boyutlarıyla tasfiye edilmesi ile mümkün olabilir."
İslam dünyası toplumları, öncelikli/merkezi/varoluşsal, anlam ve değerlere kökten yabancılaşma pahasına, her tür popülist bayağılığı ve ucuz hamaseti toplumsallaştırıyor. Popülizmler ve hamasetle büyülenen toplumlar, dünyanın Seküler epistemoloji tarafından nasıl fethedildiğini, bu ağır yenilgiyle kültürel/entelektüel anlamda nasıl yüzleşilebileceğini, hesaplaşılabileceğini bilmiyor. Bu tür yüzleşmeler, hesaplaşmalar yapılmadığı, yapılamadığı için de bugün, ulus ötesi teknoloji şirketlerinin belirlediği algoritmaların iktidarına, tiranlığına, tahakkümüne karşı, toplumlarımız çok büyük bir savunmasızlık/çaresizlik içerisinde bulunuyor. Teknobilimsel barbarlığın ve algoritmaların dayatmalarına cevap veremeyen toplumlarımızda, özellikle genç kuşaklar algısal-yapısal bir değişim/dönüşüm yaşıyor. Algoritmalar yoluyla istenilen doğrultuda bugün rıza üretimi sağlanabiliyor. Bütün bunlar, özellikle konformist kültür ve popülizmler yoluyla düşüncesizleştirilen toplumlarda kolaylıkla gerçekleştirilebiliyor.
Hangi toplumda olursa olsun, bir toplumun düşüncesizleştirilmesinin, ilgili toplumu, zihinsel ve ruhsal anlamda hurdaya çıkarmak anlamı taşıdığını bilmek gerekiyor. Zihinsel olarak mumyalanan toplumlarda, eleştirel düşünce ve bilinç imkansız hale geliyor. Bireyi yok eden taklit geleneği, duygusal bir sefaletle sonuçlanıyor. Kapitalist kültür/uygarlık tarafından dönüştürülen, yapılandırılan, kontrol edilebilen, yönlendirilebilen, nesneleştirilebilen toplumlarda, Türkiye örneğinde de somut olarak gözlemlenebileceği üzere, gerçek anlamda İslami bir değişim/dönüşüm yaşanamıyor. Bu tür toplumlarda, ancak sağcı-popülist-yasakçı bir muhafazakarlık yaşanabiliyor. Kapitalist/sömürgeci dayatma, farklı bir epistemoloji ve hayat tarzını, düşünce tarzını imkânsız kılıyor.
Bağımsız/özgün bilgi/bilinç üretme iradesine, ufkuna, birikimine sahip olmayan toplumlar ve kültürler, bu yoksunluğu ve yoksulluğu, ölçüsüz/temelsiz/mantıksız bir hamaset üreterek örtbas etmeye çalışıyor. Hamaset dili/söylemi/siyaseti ne kadar yoğun ne kadar sistematik olursa olsun, hiçbir tarihsel etki-yankı uyandırmıyor. Hiçbir tarihsel etki üretemeyen toplumlar, içerisinde yaşadığımız toplumda da öteden beri şahit olduğumuz üzere, her konuda, her gün yeni bir pragmatizm tecrübe etmeye çalışıyor.
Her gün yeni bir pragmatizm seçmek, ilkesel bir varoluşu reddetmekle sonuçlanıyor. Her gün yeni bir pragmatizm tecrübe eden bir zihniyet, hiçbir şekilde ahlaki değerlendirme ve yoruma saygı duymuyor. Bu zihniyetin hamasetten başka anlatabileceği hiçbir hikayesi yok. Bu zihniyetin, toplumu, toplumlarımızı, bayağı bir propaganda/popülizm/hamaset/menkıbe/kehanet çöplüğüne dönüştürdüğünü anlamak/görmek ve tartışmak gerekir. Bir yanda, İslami bilgi/bilinç ve bilgelik, seküler/ideolojik/ırkçı epistemoloji tarafından değersizleştirilirken, bir diğer yanda da bütün İslami nitelikler ve öncelikler, sözünü ettiğimiz bu bayağı propaganda ve popülizm dili söylemi tarafından değersizleştiriliyor. Ahlaki başarısızlıklar, felaketler ve ihanetler pahasına, tarihsel yalanlar pahasına, kazanılan politik başarılarla büyülenen muhafazakar kesimler, kültürel niteliklere ne kadar yabancılaştıklarını hiçbir şekilde fark etmiyor. Bu durumdan müteessir olmuyor.
Günümüz Türkiye’sinde, yerli-milli politik muhafazakarlık tarafından üretilen eşi ve benzeri görülmemiş bir putperestlik “bizim için her şey mubah” dindarlığını kurumsallaştırarak, meşrulaştırarak, açıkça, İslam’ı bir istismar nesnesine dönüştürebiliyor. Sözünü ettiğimiz bu muhafazakârlık, soykırımcı terör devleti İsrail karşısında yaşanan onursuzluğu sessizlikle karşılayabiliyor, normalleştirebiliyor, içselleştirebiliyor. Onursuzluğun normalleşmesi, normalleştirilebilmesinin ahlaki yok oluş anlamına geldiğini kaydetmek gerekiyor. Bu sorunlu muhafazakarlık, çıkarcı muhafazakarlık, derin ilkesizlikten kaynaklanan savrulmalar ve sürünmelerle yüzleşme ihtiyacı duymuyor. Bu muhafazakarlık, ahlaka ve bilgiye dayanmayan kendine özgü bencil değer ölçütleri icat ediyor. Her şey mubah oportünist dindarlığının kurumsallaşması ve toplumsallaşmasıyla birlikte, kendilerini yakın zamanlara kadar İslam’a, İslamcılığa nispet eden düşünce kültür edebiyat ve ilahiyat hayatı, İslami alanı, İslami dikkati ve ilgiyi terk ederek, yerli-milli, popülist-otoriter muhafazakar alanı ve öncelikleri seçiyor. Konformist kültürün ve konformist din algısının sınırları ve öncelikleri içerisinde kalarak İslamcılık yapmaya kalkışan düşünce kültür edebiyat ilahiyat çevreleri, bu konuda ehliyet ve liyakat sahibi olmadıklarını, bu konuda evrensel bir sorumluluğu üstlenemeyeceklerini anlayınca, ancak sağcılık, milliyetçilik, mezhepçilik gibi ilkesizliklerle hayatlarını sürdürmeye başladılar. Konformist kültür ve konforun din algısı ile malul bulunan toplumlar ve kültürler ancak sağcı aparatçikler yetiştirebiliyor. Konformist kültür ve konformist din algısı yoluyla “kutsallaştırılan” “kutsallaştırılabilen” politik liderlerin bütün yanılsamaları, bütün yanlışları ve ikiyüzlülükleri doğru telakki edilebiliyor. Toplumda eleştirel kamusal entelektüeller, âlimler, bilgeler olmadığı için otokratik yönetimlerin kendilerini İslam’a nispet ederek, İslam’ı bir istismar aracı haline getirmeleri hiçbir şekilde tartışma konusu yapılmıyor.
Aziz İslam’ı araçsallaştırarak gerçekleştirilen her aşırılık, her dışlayıcılık, her keyfilik, her adaletsizlik, her yolsuzluk, her tahakküm vb. iktidar sahiplerinin ölümü hiç hatırlamadıklarını gösterir. Ölümü hiç unutmadan yaşamak, insanlara sınırlarının farkında ve bilincinde olarak yaşamalarını öğretir. Ölümü hiç unutmadan yaşayanlar, bilgeliğe, hakkaniyete ve adalete giden yollarda yürürler. Ölümü hiç hatırlamadan yaşayanlar, barbarlığa, keyfiliğe, tahakküme giden yolları/konumları seçerler. Ölümü hiç hatırlamadan yaşayanlar, hiçbir zaman, hiçbir durumda kendileriyle yüzleşmez, hiçbir biçimde öz eleştiri yapmazlar. Seküler ya da muhafazakar önyargıların etkili-dönüştürücü olduğu toplumlarda, Türkiye’de de yaşandığı üzere, hiçbir bilgelik hayat kazanamaz. Hiçbir bilgeliğin hayatiyet kazanamadığı derin bir kültürsüzlükle malul toplumların geleceği olamaz. Türkiye’de, önyargılar kimi dönemlerde seküler bilgiye dönüşürken, dönüştürülürken, kimi dönemlerde de önyargılar, muhafazakâr-dindar bilgiye dönüşebiliyor. Adaletin önyargılar temelinde şekillendiği bir toplum faşizan bir toplum olmaktan öteye gidemez. Güçlülerin, iktidarların, ön yargılarının tayin edici olduğu bir toplumda adalete ve hakikate asla ulaşılamaz. Seküler ya da muhafazakar önyargılara dayalı klişelerle konuşmak, iletişim kurmaya çalışmak, gevezelik etmekten başka hiçbir şeye yaramaz. Seküler ya da muhafazakar önyargılara dayalı olarak, klişelerle/sloganlarla, partizanlıklarla düşünen toplum hiçbir şekilde merkezi meseleleri, varoluşsal/hayati tarihi meseleleri bir bütünlük içerisinde kavrayamaz, analiz edemez, bir bütünlük içerisinde idrak edemez.
Kurumsallaşmış her önyargı, insanları, ahlaki/vicdani alanlara ve sorumluluklara yabancılaştırır. Önyargılar temelinde oluşan karşıtlıkların tahkim edildiği toplumlarda, bir erdemliler buluşması/dayanışması mümkün olamaz.
Günümüzün derin kültürsüzlükle malul bulunan toplumlarında geçmişçilik, gelenekçilik, milliyetçilik, ırkçılık, sağcılık, lümpenlik-maçoluk, kutuplaştırıcı dezenformasyon, siyasal partileri ikinci plana iten lider siyasetleri, farkındalıkların sömürülmesi, eleştirel düşünceye düşmanlık, etnik düşmanlık, eleştirel farkındalığa sahip olmayan tekdüze-tektip önyargı toplumları oluşturuyor. Günümüzde insanlık, belirsizliklerin, keyfiliklerin, akılsızlıkların, vicdansızlıkların, merhametsizliklerin, ilkesizliklerin yoğunlaştığı, modern ve geleneksel hurafelerin, fanatizmlerin yükselişe geçtiği, yeni bir medeniyeti imkansız kılan yeni bir orta çağda yaşıyor. Böyle bir dünyada, ülkeleri emperyalist sömürgeci müdahaleler yoluyla yaşanamaz hale getirildiği için muhacerete mecbur edilen muhacirler-mülteciler, yeryüzünün lanetlileri muamelesi görüyor. Büyük bir belirsizliğe sürüklenerek nesneleştirilen milyonlarca mülteci, insanlık dışına çıkarılan mülteci, mutlak bir mahrumiyet ve mağduriyet durumu yaşıyor. Bugün, insandışı bir siyaset yaklaşımı, sömürgeci ve ırkçı bilgiyi, ideolojik meşrutiyetin himayesi altında normalleştirebiliyor. Bu nedenle de İslam ülkesi olarak bilinen ülkeler, dolaylı sömürge olmaktan bir türlü kurtulamıyor. Bugün, biz Müslümanlar, ne yazık ki, İslami dünyayı özgürleştiremediğimiz için, başkaları için mevcut olan bir dünyada yaşıyor, bunun için de kendimizi sömürgeci etkilerden arındıramıyoruz.
İslam dünyası olarak bilinen fakat İslam’ı siyasal anlamda temsil iradesine sahip olmayan, ulus-devletler olarak varlıklarını sürdüren devletler, kirli-sömürgeci-karanlık bir tarih yoluyla biçimlendirildikleri için bugün, bu karanlık tarihle yüzleşme bilincine/düşüncesine/iradesine/birikimine sahip değiller. Bu nedenledir ki bugün, bu ülkelerdeki halklar olarak edilgenlik ve teslimiyetçilikle malul zamanlarda yaşıyoruz. Bugünün dünyasını, İslam dünyası olarak anılan dünyayı da araçsal aklın ihtirasları-kötülükleri belirliyor. Araçsal akıl, çıkarcı, kabileci, hizipçi akıl, kendilerini muhafazakar olarak tanımlayan kesimleri İslami varoluştan, duruştan bütünüyle uzaklaştırıyor. Bu kesimler, ne pahasına olursa olsun, çıkarlarını muhafaza etmeye çalışıyor. Ahlaki yoksulluk pahasına, kültürel/entelektüel/estetik yoksulluk pahasına, ekonomik yoksulluk pahasına, muhafazakar kesimlerin, siyasal/sayısal/popülist/otoriter iktidarlarla bütünleşmeleri ve büyülenmeleri, İslam davasını bir tür çıkar davasına indirgemeleri, çıkarlarını korumak adına Filistin davasına ihaneti göze almaları, İslam tarihinde eşi ve benzeri görülmemiş bir idrak körlüğü-çürümesi ile karşı karşıya bulunduğumuzu gösterir. Çok aziz ve mükerrem İslam’ı sadece, popülist politik bir araç olarak istismar eden iktidarlar, bugün terör/soykırım örgütü olan İsrail karşısında siyasal anlamda çok derin bir yok oluş sergiliyor. İslam toplumlarında, Türkiye’de de somut olarak müsşahede edilebileceği üzere, Müslüman halklar, romantik-nostaljik bir rüya aleminde yaşadıkları için gerçek dünya karşısında nasıl var olunabileceğini bilmek/öğrenmek/düşünmek istemiyor. İslam ülkesi olarak tanımlanagelen ülkeler, ulus-devletler, bağımsızlıklarını tamamlayamadıkları için, ekonomik-ideolojik-siyasal-kültürel- askeri iktidar kaynaklarını sınırlı-kısıtlı bir biçimde kullanabiliyor. Bu nedenle de Müslüman halklar-toplumlar-kültürler, seküler-ırkçı-sömürgeci görme ve yorumlama biçimlerini sınırlarını aşamıyor, İslami görme-yorumlama, algılama biçimlerini özgürleştirmiyor. İslam toplumlarında, sömürgeci bilgi ve düşüncenin çok derinlere nüfuz ettiğini göremediğimiz için, zihinsel sömürgesizleştirme ile mücadeleye ihtiyaç duymuyoruz. Zihinsel sömürgesizleştirme mücadelesi vermediğimiz için, İslami bilinç parçalandığı için, ikili bir bilinç dünyasında var olmaya çalıştığımız için, İslam ülkesi olarak bilinen ülkeler bugün, siyasal bir gerçekliği temsil etmiyor. 7 Ekim 2024 Hamas-İsrail Savaşı sırasında bu ülkeler sözlü tepkilerle, ikiyüzlü tepkilerle yetindikleri için, eylemli bir tepkiyi ortaya koyamadılar. Bu ülkeler, ne yazık ki Gazze’de uygulanan korkunç soykırımı edilgen bir biçimde seyrediyor. Bugün, içerisinde yaşadığımız toplumda da görülebileceği üzere politik popülizm ve oportünizm adına sistematik bir biçimde üretilen hamaset dili ve söylemiyle büyülenen toplum, karşı karşıya bulunduğu kültürel felaketleri görmüyor.
Günümüz dünyası toplumları, İslam toplumları da çok ciddi bir teknoloji tapınması içerisinde bulunuyor. İçerisinde yaşadığımız biyoteknoloji yüzyılında, mühendislik ürünü insanlar üretme iddiasıyla, insan fıtratının/tabiatının dokunulmazlığı tartışma konusu yapılabiliyor. Yeni teknolojiler, insan davranış ve tercihlerini yönetme yollarını arıyor. Bütün toplumlarda kültürel sınırlar belirsiz hale geliyor. Melez varoluşlar sıradanlaşıyor. Ontolojik ve epistemolojik emperyalizmi fark etmeyen, bu nedenle de bu emperyalizmlerle hesaplaşmayı düşünmeyen, farklı/bağımsız/özgün bir ontoloji ve epistemolojinin, İslami bir ontoloji ve epistemolojinin mümkün olabileceğini kanıtlayamayan, bu doğrultuda içerik üretemeyen bir toplumda, İslamcılık iddiası sadece slogan düzeyinde kalıyor. Bugün, İslam ülkelerinde akademik disiplinlerin sömürgeci etkiden arındırılması için sistematik bir çaba yok. Bu tür bir çabayı üstlenebilecek kadrolara da ne yazık ki sahip bulunmuyoruz. Modern batı dünyasında üniversiteler ideolojilerin emrinde ve hizmetinde iken İslam toplumlarında da üniversiteler, iktidarların emrinde ve hizmetinde bulunuyor. Üniversitelerin üniversal misyonu/vizyonu yok. Bugün, bütün ulus-devletler, ulus- devlet kabileciliğini yoğunlaştırarak, halkı-toplumu tek tipleştirmeye çalışıyor. Ulus-devletler kendi kültür tarihlerini yeniden kurgularken bu tarihle eleştirel bir biçimde yüzleşebilecek bir anlayışa geçit vermiyor. Hiçbir toplum ve kültür, abartılı bir biçimde yüceltilen ulus-devletlerin modern sömürgeciliğin icadı olduğunu bilmek/hatırlamak istemiyor. İslam toplumlarında, Türkiye’de de bilgi-eğitim ve kültür hayatında gayriresmi sömürgecilik devam ediyor. “Türkiye Yüzyılı” diye bir şeyden söz edilecekse bu ancak bu alanlarda sömürgeci etki ve kontrolün bütün boyutlarıyla tasfiye edilmesi ile mümkün olabilir. Bugün, konformist kültür ve konformist din algısı, Müslüman zihinleri mumyaladığı için hiçbir alanda yeni bir inşaattan söz edemiyoruz. Kar ve çıkar odaklı hayatlar, popülist politik mücadeleler radikal değişimi imkansız kılıyor. Faydacı inşalar, eğilim ve pratikler çok derin ahlaki sapmalara yol açabiliyor, anormallikleri normalleştiriyor. Baskıcı-dışlayıcı milliyetçilikler, toplumlarımızda tek biçimli bir kültür oluştururken, aynı zamanda kitlesel bir tiranlığa da neden olabiliyor. İslam toplumları arasındaki fiziksel sınırlar, ulusal homojenlikleri dayattığı için ortak İslami değerler ve ilkeler bir bütünlük içerisinde temsil ve tecrübe edilemiyor. Hangi toplumda olursa olsun ulusal homojenliği dayatmak, devlet emperyalizmi ile karşı karşıya gelmek anlamı taşıyor. (islamianaliz)