Mana Âleminde Açan Gül!
Bahar geldi, yağmur damlaları düştü toprağın bağrına… Güneş iyiden iyiye hissettirdi sıcaklığını… Cemreler kondu toprağın yanağına… Bir tohum yardı toprağı ve göz kırptı güneşe! Boy verdi, filizlendi… Ve bir gül açtı!
Öyle bir gül ki; kokusu okyanuslar ötesine ulaştı… Rengi cihanı sardı… Varlığı âlemi aydınlattı… Güzelliğiyle nice bedenleri kendine hayran bıraktı… Ve tüm mevcudatı şevke boğdu!
Evet, diriliş muştusu bir gül açtı… İşte tam şurada… Ova’nın bağrında! Küfre, isyana, şirke inat açtı ve burcu burcu kokular yaymaya başladı… Nefsin keşmekeş hâkimiyetine esir olmaya yüz tutmuş bedenlere sonsuzluktan bir katre duyurdu da kendine geldi biçareler!
Fâni heveslere ram olmuş, prangalara kapılmak üzere olan kalplere şecaat iksirinden bir damla sundu da kurtuldu esir yürekler!
Bir gül açtı mana âleminde… Bir gül açtı nadide!
Adı; şehid…
Şanı; şehadet…
Kokusu; cennet…
Varlığı; izzet…
***
Ah ey cennet kokulu gül!
Sen’i, kazanmak uğruna, kaybettik ve bunu artık kabullenmeliyiz…
Hayır, sakın ha müteessir sanma kardeşlerini! Hicran ateşi yakıp kavursa da yüreğimizi ve mazlumiyetinin ahı dolansa da dilimize; o azim tahta kuruluşuna içten içe sevinmekteyiz… Ebediyet yurduna bizlerden önce varışın yana düşürse de elimizi ve zulmet karanlığına tanık olsak ta her birimiz, bir kere daha; sualsizce ağırlanışına imrenmekteyiz…
Hayır, sakın ha ürkek sanma bizleri! En halis demlerini yaşasa da imanımız ve hırçın akışlarla coşsa da kanımız; duruluyoruz… Hüseyni kıyamlar düşüyor belleğimize, yutkunuyoruz… Zeynebi feryatlar değiyor dilimize, susuyoruz… Teslim olmuşluğun fevkinde tevafuk şuuruyla bekliyoruz…
Ah ey izzet duruşlu gül!
Esasen dirilişin olan göçüşünle öyle bir hicran yarası açtın ki gönlünde, bacımın gözlerine bile bakamıyorum… Gönlünün sırrını ifşa edercesine derin bakışlarla karşılaşınca birden ne edeceğimi bilemiyorum… O vefakâr can bana canan olduğu andan beri onu durgun görmeye dayanamıyorum…
Hayır, sakın ha başı eğik sanma emanetini! Hasret çil çil olup abansa da bedenine ve has ‘libas’ından mahrum kalmış olsa da hicabından bir an bile sıyrılmadı elhamdülillah… Zevahiri öyle şakuli ki kıymetlimi-zi-n, mahzun bakışları bile zalimi ürpertmeye yetiyor biiznillah… Metanetiyle kadim bir örnek, cefakârlığıyla müessir bir mürebbi oluverdi bizlere… Sancağın şu an O’nun ellerinde!
Hayır, sakın ha boynu bükük sanma yetimlerini! Yokluğunun zemheri soğuğuna vakitsiz yakalanmış olsalar da ve saçlarında gezinemese de şefkat elin; peygamberi bir edayla sığınmaktalar rahmet dergâhına… Ebu Talip olmasa da yanlarında gözlerine doluşan yaşları silecek eller her daim amade yanaklarına…
Ah ey şehadet nakışlı gül!
Senin kıyamınla iniverdik iman sahiline ve artık burada karar kılmalıyız… Anlık hevesler, kâbus içre düşler geçip gitmeli hayatımızdan ebediyen… İman sinelerden taşmalı ve cihanı sarmalı gayrı… Bir can verdik zira… Ve milyon can feda olsun nuru İslam’a…
Sen’i verdik ve dirildik!
Küfrün aveneleri şunu unutmasınlar ki; gün gelir hicret düşse de payımıza ve bir ‘kaçış’ algısıyla damgalansak ta Mekke’de yeşeren güller misali, yine döneriz… Ve bu dönüş Öz’e dönüş olur da küfür eriyip biter!
Ardan mahrum olanlar çok iyi bilsinler ki; her fırsatta karalasalar da ve tecritlerle asırlar öncesine hapsetmeye çalışsalar da İslam’ın şiarları ayan beyan yaşanır… Hicab-ımız -Nemrut suratlara bir tokat olur da ve hayâ yayılır da Gewer sokaklarına, sefalet çürüyüp gider!
(Elif Yüksek / YÜKSEKOVA AJANS)