Hüzünlü Bir Bayram Öyküsü!
Sessiz çırpınışların yankısızlığında katlanan bir acı vardı içinde... Sadece debelenen ve başka hiçbirşey yapmayan bu acı bıçak gibi saplanmıştı beynine... Öte yandan tarifsiz sancılarla kıvranıp duran yüreği korkutuyordu Onu! Son zamanlarda zulmünü arttırabildiği kadar arttırmıştı zalim güruh... Sürgünleri hicretler takip ediyor, yoklukla imtihana ve türlü musibetlere hazır olunması gerekiyordu! Ve aynı minvalde Rahman’ın lütufları da an be an tecelli ediyordu...
Bir aylık bir bekleyişin; sabırla tutulan oruçların, itinayla okunan mukabelelerin ve huşu ile kılınan namazların ardından Rahman’ın mükafatıyla karşılaşıyordu mümin bedenler!
Ramazanı Şerif bitmiş bayram günü gelip çatmıştı...
Yüreğinde bir yığın hüzünle karşılıyordu bayramı... Tüm yitirdiklerini ve terk ettiklerini nefsinin serzenişlerine inat unutmaya çalışıyordu Zeyneb! İçinde imanı, sabrı, ihlası, umudu, hasreti, çile ve direnişi birlikte barındıran heybe yanındaydı ya rahatlatıyordu bu onu! Tek isteği bir daha çıkarmamak üzere kuşanabilmekti heybesini...
Mü’min kalplere eşsiz güzellikte bir iklimi yaşatan bayram birilerine ‘kara’ olduğu kadar nurluydu Zeyneb için! En güzel elbiseler en latif kokular ve en ulvi duygularla kutlayacaktı bayramı; Ramazan’ın hürmetini çiğneyen, bayrama kadar zevkü sefa içinde yiyip içen ancak bayram gününü yas ilan edenlere inat... Doğru ya; her anı nice güzelliği barındıran, gecesi gönülleri aydınlatan, birlik ve beraberliğe vesile olan bir bayram ancak bir ayı oruçla, tesbih ve tehlille geçiren azadelere yaraşırdı...
Düşünüyordu Zeyneb! Gündemi olabildiğince tarafsız kaynaklardan takip ediyor sorunlar üzerine kafa yoruyordu... Kendilerini Müslüman Kürt halkının temsilcisi addeden bu insanlara şaşıyordu aslında... Mübarek bayramı ‘kara’ ilan etmişlerdi ya yine, onların Ramazan ayını nasıl geçirdiklerini sorguluyordu...
Gayrı ihtiyari ‘‘Sizde bunların zerresi yoktu ki! Ne kızgın sıcaklarda susuz kaldınız Allah adına... Ne uzun günlerde açlıkla sınadınız nefsinizi... Ne de göz ve gönüllerinizi harama karşı mühürlediniz! Sizler bayramı ne hak ettiniz ne de layıkıyla idrak edebilirsiniz... Hal böyleyken esasında hakkınız bile olmayan bir günü hangi mantıkla ve nasıl da kör bir cesaretle ‘kara’ ilan ediyor ve ‘kutlamayacağız’ diyorsunuz!’’ sözleri dökülüyordu dilinden...
Öte yandan ‘‘Her türlü eğlence ve her nevi kutlama sizlerce meşru iken ve sırf bu ne idüğü belirsiz günlerinizi kutlayabilmek için seferber olup günlerce hazırlık yaparken Allah Tealanın mü’min kullara bir esenlik ve bir rahmet olarak bahşettiği gün ve gecelere kin biliyor, Müslümanların bu gün ve geceleri ihya etmelerine mani oluyor ve kendinizce karalar çalıyorsunuz! Allah’ın laneti üzerinize olsun!’’ demekten alamıyordu kendini...
Tüm bu düşüncelerden sıyrılıp ilk bayram ziyaretini gerçekleştirmek istediği aziz şehidin kabrine gitmek üzere hazırlanmaya başladı Zeyneb... Siyah renkli örtüsünü omuzlarından sarkacak bir şekilde genişçe bağladığında ablası ve yeğenlerinin de hazır olduklarını farketti... Çabucak pardesüsünü de giyerek bir Yasin i Şerif aldı kitaplıktan... Daha fazla vakit kaybetmeden mezarlığın yolunu tuttular...
Mezarlığa her gelişinde bambaşka duygularla dolardı içi... Derin bir hüzün ve tarifsiz bir titreme sarardı bedenini... Ancak bu seferki duyguları daha bir başkaydı... Zira yakın dönemde yalnızca Allah rızası doğrultusunda yaşayıp tebliği şiar edindiği için şehid edilen bir gencin kabriydi baş ucuna oturduğu!
Derin bir tefekküre dalmış içten içe dualar ediyordu... ‘‘Ya Rabbi! Sen şahitsin ve çok daha iyi biliyorsun ki bu genç beden sırf Senin rızan için; Kur’an susmasın, İslam unutulmasın ve hicab yırtılmasın diye canını feda etti... Sen onun şehadetini katında kabul buyur, onu mükafatların en üstün olanına eriştir ve bizleri de bu kutlu yolda sebat ettir... Ecel vaki olup ta ölüm saatimiz gelince canımızı ancak şehadet üzere al... Ve bizi rızandan bir an bile ayırma!’’
Bayram sabahı olması nedeniyle mezarlık dolmuştu... Kimisi ağlıyor, kimisi mezar taşını öpüp hasret gidermeye çalışıyordu... Ama acaba içlerinden kaçı bu toprağın altına belki de en yakın zamanda kendisinin de gireceğinin farkındalığıyla dünya hayatına geri dönecekti! Bu düşüncelerle çömeldiği yerden doğruldu Zeyneb...
Ablasıyla beraber yanlarında getirdikleri kekleri çocuklara dağıtıp; yüreklerinde derin bir ahh ve gıptayla son kez dokundular mezar taşına... Şehidin bayramını ve şehadetini kutlayarak ayrıldılar kabristandan...
Bindikleri servis aracı bir süre ilerledikten sonra araca binen iki bayanın şuh kahkahalarıyla daldığı alemden sıyrılıyordu Zeyneb! Tam da yüzlerini görebileceği bir yere oturmuştu genç kızlar... 18 yaşını yeni doldurdukları anlaşılıyordu... Normalde hiç yapmadığı bir şeyi yapıyor; kızlardan bakışlarını ayırmadan giyim kuşamlarını, hareket ve sözlerini inceliyordu... Midesi bulanıyordu! Evet, şahit olduğu manzara karşısında mide bulantısına engel olamıyordu...
Gördüklerine inanamıyordu... Böylesi bir manzaranın ancak dizilerde ya da ar damarı çatlamış olan büyük şehirlerde olabileceğini fısıldıyordu ona zihni... Ancak biraz daha dikkatle bakıp kulak kabartınca bu iki Kürt kızına hayret etmekten alamıyordu kendisini...
Kızlardan biri daracık bir pantolon ve vucüduna yapışan sıfır kollu bir tşört giyinmişti... Jöleyle acayip bir şekil verdiği saçları peruk mu yoksa gerçek saç mı anlamak çok güçtü... Yüzüne sürdüğü allık öylesi fazla olmuştu ki terle birlikte yanaklarından süzülüyordu... Dahası ruju da dişlerine bulaşmıştı... Öteki kız ise aynı şekilde dar ve kısa bir bluz ile kısacık bir etek giyinmişti... Saçlarını sarıya boyamış ve topuz yapmıştı... Yüzüne yakıştırmaya çalıştığı fondöten yer yer kabarmış rimeli gözlerinden akmaya başlamıştı... Bozuk bir lisanla Türkçe konuşuyor, telefon görüşmeleri bitince de kulaktan kulağa fısıldaşıyorlardı...
Onlarla birlikte servise binen iki genç erkeğe bakıp bakıp gülüşüyor, tavırlarıyla tek kelimeyle onları tahrik etmeye çalışıyor ve hiç sıkılmadan herkesin gözü önünde sözlü göndermeler yapıyorlardı... Gitmeyi planladıkları bir yer vardı ancak bundan vazgeçmişlerdi... Kızlardan biri diğerine ‘‘En iyisi biz .....’ye gitmeyelim... Baksana bunların niyeti hiç te iyi değil... Valla bize herbişeyi yaparlar!’’ deyip bir yandan da sırıtıyordu...
Araca bineli henüz çok olmamıştı ki ayaklanıp şöforden durmasını istediler... Muavin henüz parayı almaya bile fırsat bulamadığı için kızlara önce ücreti vermelerini söylüyordu... Kendi aralarında konuşa konuşa kapıya yöneldiklerinde siyah saçlı olanı ‘‘Bizde para ne gezer... Paramız olsa neler neler yapardık... Valla bizde para mara yok!’’ deyip araçtan atlamıştı bile...
Zeyneb şaşkın ve mide bulantısı devam eder bir vaziyette bakakalmıştı arkalarından... Kızların inmesiyle birlikte gençlerde inmişlerdi servisten... Olaya tanıklık edenler ilk şokun ardından homurdanmaya başlamışlardı... Kızların yanında oturan ince beyaz tülbentli bir bayan ‘‘wé eyda pirozde ev çı rezillik-u perişaniye, ew çıtıştbu ewa dıki, Xuda bê lome’’ diyerek şaşkınlığını dile getiriyordu... Orta yaşlı bir amca ‘‘Suç bu kızların değil... Asıl hatalı olan anne babaları!’’ diyerek başını sallıyordu... Zeyneb, ablası ve yeğenine ibretle bakan bir adamın dilinden ise ‘‘Örtüsünü hakkıyla bağlayan bir bayan nasıl da namuslu görünüyor... İnsan istese de kötü gözle bakamıyor!’’ sözleri dökülüyordu...
Bir an haykırmak geldi içinden! ‘‘Neden çıkışıyorsunuz ki! Bu aslında sizin olmasını istediğiniz gençlik modeli değil mi? Kızlarınızı ve oğullarınızı teslim ettiğiniz zihniyet onlara hayasızlığı, maddeciliği ve ırkçılığı aşıladığına göre bunlar sizin eseriniz sayılmıyor mu?’’
Tek bir söz bile söyleyemedi oysa... Zira yaşanan bu olayla bir kere daha anlamıştı ki; bu halkın istediği şey edepsizlik ve dinsizlik değildi! Ne var ki kendilerini ve çocuklarını yanlış ellere teslim etmişlerdi...
Servisten indiğinde durgundu Zeyneb... Bir yandan kendini muhafaza ettiği için sevinirken bir yandan da içten içe; ahiretlerine mal olacak bu büyük hatayı anladıkları gibi bir an önce bu yanlıştan dönmelerini ve İslam ahlakıyla topyekün bir uyanışa geçmelerini diliyordu!
(YÜKSEKOVA AJANS)