Sen ve Son
Hani olur ya…
Bazen ne hissettiğini hiç anlayamaz, hissetmek istediğini hissedemezsin… Gözlerinin gördüğüyle ellerinin yokladığı apayrı şeylerdir aslında… Yüreğini burkan ile beynini kemiren çok farklıdır esasında… Gerçek; bilinen, görülen ve hissedilen sıfatlarından birine bürünüverir indinde!
O an oluşan tablo hep aynıdır nedense, her bir kesimde!.. Kelimeler bir taş yığını kadar sessiz ve Kaf dağına değin! Manalar kimsesizliği yaşar zerrelerince… Hayat; oluş ile bitiş arasında mekik dokur, habire… Ve başından sonu anlamından sıyrılır beşeriyetin!
Kim olduğunu, ne istediğini hakikat gözüyle göremeyip mana duyusuyla işitemeyenler örümcekleşir adeta. Habire kurdukları sığınakları, habire bozulur… Bir dengesiz döngü ki; döner durur, gayesiz bedenler arasında! Oysa ne dipsiz bir kuyudur o. Ne yaman bir çöl! Ve ne ıssız bir ada… ‘Kendini bilmezlik yamacı’nda!
El başka yoklar gönül bambaşka koklarsa şayet pörsümüş güllere çıkar adresler… Çıkmaz yollara! Dil başka söyler, yürek başka vurursa hayat teline; kulakları tıkattıran parmaklara, bir çığlık bırakır dudaklar… Ses başka çınlar, zaman başka söylerse yaşam musikisini; noktayı ünleme değişen, üç nokta ile kalkıp üç nokta ile oturan kendinden bi haber bir nesil tohumu eker parmaklar!
Çoğu kez, hayatın o derin haykırışlarına rağmen hiçbir şey duymaz oluruz… Çevremizde bulunan canlı-cansız her bir varlığın; kendi hâlince dillendirdiği o eşsiz nüansları işitmez kulaklarımız! Her biri efsuni bir güzelliğe müştak ve emsalsiz bir gayeye matuf birçok varlığı görmez gözlerimiz…
Kimi kez burnumuzun ucunu dahi fark edemeyiz, işin tuhafı! Bize ‘bizi’, halimizi soranlara ‘iyiyim’ der geçeriz o an… İçimizde bir yerlerde sızlayan bir derin yaraya rağmen! An be an menfi hâl ve duyguları benliğimize bürüyen bir konumda olmamıza rağmen… ‘İyilik’ adına her ne varsa içimizde, bir çırpıda silmiş olmamıza rağmen…
Bazense bizdeki o ‘ben’ dile gelir! Dile gelir de susmaya mecbur kalır lisanımız. İçimizde; buz tutmuş koca bir boşluk olduğu kanaatiyle itiraf ederiz hakikati, en başta kendimize! İyi değilizdir aslında… Bir hesaplaşmanın tam da orta yerinde, acılarımız ve açıklarımızla boğuşur bir nitelikte, bir ‘bekleyiş’tir halimiz…
Hani olur ya...
Serin bir yaz akşamında, göğü aydınlatan yıldızlarla hasbihâl etmek düşer gönlüne… İçine pelte pelte yığılan bir istek; sonsuzluğun gölgesinde; sen’i sorgulamaya/aramaya iter zihnini, var gücüyle! İçine çektiğin o her bir nefeste yeniden doğmuş gibi hissedersin kendini…
Şefkate muhtaç… Anlaşılmaya ve anlamaya hayli istekli…
Düşüncelerine uzanır bir hilkat eli! Bekleyişin, arayışa döner de yerinde duramaz olursun… Canına değen bir nağme doluşur kulaklarına! İçin titrer belki… Gökyüzünün heybeti şaşırtır seni. Bazısı yer yer kümelenmiş sayısız yıldızlar ve aralarında süzülmekte olan ay…
Direksiz, desteksiz o tavan! Nasıl da hayretengiz bir inşâ… Ne de alâ bir yapı… Görürsün ki koskoca bir dünya! Ve sen…
Seyrine daldığın o ummanda bir damla cihetinde ufacıksın işte… Var eden değil, var edilen… İnşa eden değil, ifşa edilen… Her an, zamanın ritmine uymak zorunda kalan… Güneşin her doğuş ve batışında; sona biraz daha yaklaşmakta olan… Oysa derinliğinde kaybolduğun dünya; hâl diliyle haykırıp durmakta yüzüne, var edilişindeki hikmeti… Göstermekte yoldaki o işaretler; hikmetin gerçek sahibi, şanı yüceyi!
Bir ‘sonsuz kudret eli’dir değen; göklere! Ve yerlere… Kâinatı; içerisinde bulunan sonsuz cisimle var eyleyip emrine amade kılan bir Zât-ı Ekber’dir O! ‘Doğmamış ve doğurmamış’ olan… Kendisinden önce hiçbir gücün bulunmadığı ezeli ve ebedi tek hâkim! Bizim varlık sebebimiz olan ancak bizim varlığına sebep teşkil edemeyeceğimiz tek rabb!
Usulca sokulursun gecenin bağrına… Hüzün doluşur kulaklarına… Serenatlara tutar ateş böcekleri, semayı ve Sen’i… Ufka dalar gözlerin ve engin maviliklere… İşitirsin; ‘sen’i haykırır sana, sessizce!
Kalbinin, evvelce hiç anlayamadığın, vuruşlarıyla yankılanır bendinde; bir isim! Hece hece… Canda Canan hükmünde… ALLAH azze ve celle! Daha önce hiç çarpmamış mıydı o kalbin? Nabzın atmamış mıydı sahi evvelce? Peki neden duymamıştın ki, içinden kopup semada yankılanan o sesi! Nasıl olmuşta kayıtsız kalabilmişti can’ın; o Canân’a değen akise!
Kimler var ki çevrende? Seni sen’den koparıp bir hiç olmaya iten etkenler; aslında hayatının merkezine aldığın, ismi ve şanı olup ta hakikat ve güzellik namına hiçbir hasleti içinde barındırmayan kişilikler değil mi? Düşündüğün, benimseyip de uyguladığın o başlıca hâller; aslında sen’i asıl emelinden uzaklaştırıp yozlaştırmaya niyetli bir takım güçlerin gövde gösterisinden ibaret oysa!...
Rahman olan Allah, kainatı emrine verdiği halifesini; boş emeller edinmesi için var etmediği gibi başı boş ta bırakmaz elbet!...
“Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.” ZARİYAT SURESİ- 56
Asıl mühim olan; yaradılış hakikatini, hikmet nazarıyla gözlemleyip başucu rehberinden nasiplenerek gönüllere yerleştirebilmek! İnkâr edilemez bir hakikat olan; ‘Yaratık’ olduğumuz bilinciyle… Yaklaşarak yaklaşmakta olan son’un; aslında başlangıç olduğunu kavrayabilmek, esas olan! Tek hükümdar, tek veli; Rahman’a yönelerek can u gönülden kulluk edebilmek, asıl güzel olan!
Kendini bilen Rabbini de bilir elbet… Ve Rabbini bilen de; kendinde saklı tüm güzellikleri!
Gönülden gönüle yol bulan o Rahmani güzellikleri fehmedip yaşayarak yaşatabilmek ümidi ve duasıyla…