Ey Kürtler Fekku Regabe
Ekran Gazetesi yazarı Yakup Emrah'ın makalesi: "Fekku Reqabe” ismi; ilk nâzil olan sûrelerden Beled’in 13. ayetidir. Mânâsı zımnen; “köleleri özgürlüğüne kavuşturmak; boyunlarındaki zincirleri kırmak”anlamlarına gelmektedir."
Vahyin eşsiz sloganlarından biri olup; adalet, sevgi, dayanışmayı pratikleştirme çağrısıdır.
“Fekku Reqabe”; Muhammed (as)’ın ve eşsiz toplumunun Mekke sokaklarında attığı ilk slogandır. Bu sloganın pratiği ise Ammar’dır, Ali’dir, Ebû Zerr’dir. “Fekku Reqabe”, Bilâl’in efendisine karşı ilk eylemsel durumudur. Mekke oligarşisinin düşünsel damarlarını kesen ilk ayetlerdendir.
Ve ilahî bir başkaldırının argümanıdır.
Zincirlerini kırmaya çalışanlar, yani ezilenler, ötekileştirilenler, hakları gasp edilenler, siyasal – ekonomik – kültürel olarak yalnızlaştırılanlar, öldürülenler, ekinleri ifsat edilenler; bu modern dönemde de düşünsel zeminde Beled Sûresi ışığında “Fekku Reqabe” demek zorundadırlar.
Vahyin tabiriyle “Mustaz’âf – Müstekbir”, Marks’ın tabiriyle “Burjuva – Proleterya”, İbn-i Haldun’un tabiriyle “Hadaret – Bedavet” de desek “Fekku Reqabe” düstûru değişmeyecek. İdeolojik itirazlar, siyasî çıkışlar, hak arayışları, özgürlük talepleri dinmeyecek.
Peki Kürtler bu dinmeyen mücadelenin neresinde?
Kürtler’in sosyo – politik durumunu kölelik olarak çözümlemek kaba bir çözümleme ve Kürtler’in tarihine bir hakaret olacaktır. Kürtler tarihin hiçbir kesitinde “köle durumunda” olmadılar. Fakat “Fekku Reqabe”yi pratikleşmeyi bildiler. Dahası Kürt Tarihi’ni birkaç kelamla nitelersek, “İsyanlar ve Özgürlük Arayışı Tarihi” olarak niteleyebiliriz. Dolayısıyla kölelik durumunu yaşamayan ama izzet-i nefsi için (zillete düşmeyerek şeref ve haysiyeti muhafazâya çalışmak) “Fekku Reqabe” halinde olan kadim bir halktır Kürtler.
Ve Kürtler’in zincirlerini kırma girişimi ile Hüseyin Fadlullah’ın şu sözleri arasında bir bağıntı kurulursa hakikat görülecektir: “Direniş, toprak ve vatandan önce insan içindir. Çünkü üzerinde insanın horlandığı, aşağılandığı, kul haline getirildiği toprağın hiçbir değeri yoktur. İnsanın, üzerinde her türlü düşman saldırısına maruz kaldığı bir vatanın hiçbir kıymeti yoktur.”
Evet, rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Kürtler kendi vatanlarında yalnızdırlar. Belki Fehmi Şinnawî’nin dediği gibi “Ümmetin Yetimleri”dirler. Horlandılar, aşağılandılar, kul haline getirildiler. Öyle ki; vatanlarının hiçbir değeri, kıymeti kalmadı. Kalan ise insandı. Ve insan ne adaleti ne de mutluluğu görmüştü.
İşte “Ümmetin Yetimleri”ne yapılan zûlümlerden kesitler…
ZİLAN KATLİÂMI
Zilan Katliâmı’nda resmî rakamlara göre çocuk, kadın, yaşlı demeden 15 binden fazla Kürt katledilmiştir. Türk ordusu uçakları tarafından Zilan bölgesine bomba yağdırılmış, bombardımandan kurtulup Zilan Deresi’ne sığınan binlerce insana tarihin en kanlı vahşî katliâmlarından biri yapılmış ve Zilan Deresi’ne sığınanları da katletmişlerdir.
Katliâmdan kaçanlar Zilan Deresi’ne sığınmış, derenin etrafı onbinlerce asker tarafından baştan başa sarılmış, sonra kırım başlamış, kırım boyunca yer gök insan feryâdlarıyla dolmuştu. Yeni doğmuş bebekten 90’lık ihtiyara kadar her yaş ve cinsiyetten sayısız insan, mitralyöze tutularak, süngülenerek, buğday başağı biçilircesine yok edildi.
Tanıklar Anlatıyor:
Heci Heyder Özer: “İnsanların kafatasları vücûdlarından kopup havaya uçuyorlardı.”
Reşit Akmaz: “Hepimiz oturduk. Birkaç kız çocuğu beştaş oynuyorlardı, bazı çocuklar da mendil oyunu oynuyorlardı, hepsi de şen şakraktı. Tepelere xefif makineleri (mitralyöz) kurdular, yönlerini bize çevirdiler… İnsanların kafatasları vücûdlarından kopup havaya uçuyorlardı, sonra da yağmur gibi gökyüzünden üzerimize et parçaları düşüyordu. Çığlıklar kesildikten sonra mitralyözler de durdu. Asker dağa vurup gitti.”
Kakil Erdem: “İnsanların kafaderisi yüzüldü. Askerler, hamile kadınların karnını deşiyorlardı. Hamile kadınları öldürüp, çocuklarını karınlarından çıkarıyorlardı. İnsanları gözlerimin önünde kesiyorlardı. Benim gözümün önünde 3 akrabamın kafaderisini yüzdüler. İki kardeşi ağaçlarla döverek öldürdüklerini gördüm.” Katliâmın başladığı sırada dağlara kaçtığını ve saklandığı yerden olup biteni izlediğini belirten Erdem, “Günlerce dağlarda aç kaldık. Askerler gittikten sonra köye geri döndük. 35 akrabamı öldürmüşlerdi. Birçok insanı gözümün önünde kestiler. Benim en büyük ağabeyim de sağ, o da bu olayları gördü” diye konuştu. Katliâm emrini İsmet İnönü’nün verdiğini anlatan Erdem, son olarak şunları söyledi:“O katliâmı hiç unutamadım. Esir alınanları da öldürdüler. Bu katliâmda ölenlerin çoğu Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış insanlardı.”
Bir asker: “Biz ateş etmesek erbaşlar bizi vuracaklardı. Onlar bizi vurmazsa subaylar onları ve bizi vuracaklardı. Tetiğe bastık. Binlerce mermi deredeki insan topluluğunun üzerine ateş kustu. Kadınların, çocukların, yaşlı, genç erkeklerin korkunç çığlıkları dereyi sardı. Bir süre sonra çığlıklar iniltiye dönüştü. Ve sonra iniltiler de kesildi. Yaşlı ve genç erkeklerin yanında, binlerce kadının, çocuğun, kundaktaki bebeklerin cesetleri bir kan gölü içinde bırakıldı. Kurda, kuşa yem edildi. Bir süre sonra cesetler koktu, çürümeye terk edildi.”
Dönemin Cumhuriyet Gazetesi’nin haberi: “Asiler 5 günde yok edildi. Zeylan Deresi’ndekiler tamamen yok edildi. Bunlardan bir kişi dahi kurtulamamıştır. Ağrı’da harekât devam ediyor. Dünden beri harekât sahasında eşkiyâ kalmamıştır. Büyük kuvvetlerimiz yüksek sarp dağlara iltica edenleri de mahv etmiştir. Zeylan Deresi yüzlerce cesetle doludur.” (Cumhuriyet Gazetesi, 16 Temmuz 1930)
KÜRTLER’E YAPILAN İKİNCİ BÜYÜK KATLİÂM: DERSİM KATLİÂMI
Atatürk döneminde yapılan Dersim Katliâmı’nda resmî rakamlara göre 13 binden fazla sivil öldürüldü, 10 binden fazla da zorunlu göç oldu.
Dersim Katliâmı’nın Gelişimi
20 Mart 1937 tarihinde Abdullah Alpdoğan yanına aldığı 50.000 asker (üç kolordu) ile bölgeye gitti, fakat dağları bir türlü aşamadı. Bunun sonucunda bir hava saldırısı gerektiğine karar verdi.
Daha sonra Sabiha Gökçen’i davet etti. Sabiha Gökçen de kabul edip Hava Kuvvetleri’nden 3 uçak filosu ile hava saldırısı gerçekleştirdi. İnsanların saklandığı Laş Mevkiî’nde saklananlara havadan bomba yağdıran Sabiha Gökçen, çocuk – kadın demeden binlerle ifade edebilecek büyük bir katliâm gerçekleştirmiştir.
Dersimliler’i katletmeye doyamayanlar 13 Eylül 1937 tarihinde Seyyîd Rıza’yı barış görüşmeleri için çağrıldığı Erzincan Vilayet Konağı’nda tutukluyorlar ve 15 – 18 Kasım 1937 tarihleri arasında Seyyîd Rıza ile beraber 6 kişi daha idam ediliyor.
İnsanlık tarihinin utanç katliâmı olan Dersim Katliâmı’nda resmî rakamlara göre 13 bin 160 ile 40 bin arasında sivil ölürken, 2 bin 248 haneden 11 bin 818 kişi başka yerlere sürgün edilmiştir.
Bölgeden Ankara’ya gönderilen raporlarda kadın ve çocuklar dahil olmak üzere insanların zehirli gaz ve yangın bombaları kullanılarak imhâ edildiği yazılmaktadır. 30 Mart 1937’de, Tunceli Valisi Abdullah Alpdoğan’ın Başbakanlık’a yazdığı yazının 2. maddesinde şu yazı geçmektedir: “Tayyare Alay Kumandanı’ndan yangın ve Millî Müdafaa’dan yakıcı ve boğucu gaz bombaları istiyoruz.”
4 Ocak 1936 tarihinde Dersim Vilayeti’nin adı Tunceli Vilayeti oldu.
İşte tanıklar:
Yumoş Nene: “Kadınlara tecavüz ettiler ve çığlıklar içinde süngülerle öldürdüler. Ortalık tam bir cehenneme, kan gölüne dönmüştü. Her taraf ceset doluydu… Askerler Munzur’a attı beni. Nehir kan akıyordu. Suların üzerinde cesetler yüzüyordu. Boğulmak üzereyken bir cesede tutundum. İnsan vicdanının kabul edemeyeceği bir sahneydi benim için. Gece kâbus görmeme neden olan olay o an oldu. Askerleri kadınların içine saldılar. Etraf sarılıydı ve çoğu birbirine iple bağlanmıştı. Kadınlara tecavüz ettiler ve çığlıklar içinde süngüler ile öldürdüler. Ortalık tam bir cehenneme dönmüştü. Saklandığımız yerde ağlıyor, korkuyor ve çığlığımızı içimize gömüyorduk. Aynı şey bizim de başımıza gelebilirdi. Kaçtık, ormanın derinliklerinde saklandık. Askerler daha sonra köyleri ateşe verdi. Askerler gittikten sonra saklandığımız yerden çıkıp köye indik. Cesetler yerdeydi hâlâ. Her yer kan gölüne dönmüştü. Her taraf komşumuz, akrabalarımız ve tanıdıklarımızın cesetleri ile doluydu. Sonra tekrar ormanlık alana çekildik. Aylarca ormanda saklandık, hiç inmedik. Gündüz mağaralarda saklanıyorduk, gece köylerimize gelip başıboş olan hayvanları sağıp süt alıp tekrar mağaralara geri gidiyorduk. Kadınlar çocukları ile birlikte mağaralara saklanıyordu. Bir bebek ağlamaya başladı. Yanındakiler kadına ‘Çocuğu sustur, yerlerimizi öğrenirlerse gelip bizi de öldürürler’ dedi. Kadın emzirdiği çocuğunu göğsüne ağlayarak bastırdı sesi çıkmasın diye. Asker gittiğinde çocuk boğulmuştu.”
Hüseyin Dede: “Askerler bizi Hopik’te topladı. İple kollarımızı birbirine bağladılar. Önümüze makineli tüfekleri koydular ve taramaya başladılar. Kadın çığlıkları ortalığı kaplamıştı. Ağzımdan ve vücûdumun başka yerlerinden vuruldum. Bir cesedin altında kaldım ve ölü numarası yaptım, hiç kıpırdamadım. Yaklaşık 10 asker ölenleri kontrole geldi. Süngü batırıyordular. Koluma süngü isabet edince ah dedim. Canlı olduğumu anlayınca bacağımdan tutup sürükledi ve tepeden aşağı attılar, Munzur’a attılar beni. Askerler sudayken de ateş etti ama vuramadı. Bir baktım Munzur kıpkırmızı, kan akıyor. Suların üzerinde cesetler yüzüyor. Boğulmak üzereyken yanımdan geçen bir cesede tutundum. Onunla birlikte epey sürüklendim. Bir yerde ayaklarımın taşa değdiğini hissedince çırpındım sudan çıktım. Aylarca dağlarda köy köy dolandım.”(Tanıklar – Adil Medya)
Savunma ve Saldırıda Bir Toplumun İnşâsı ya da “Fekku Reqabe”nin Sosyolojik Boyutu
Şüphesiz ki bu zûlümler bir halkın zincirlerini kırmanın başlangıcıydı. Çünkü her saldırı bir savunmayı, her savunma da beraberinde bir toplumun siyasal – kültürel – ideolojik boyutunu inşâ eder. Bu noktada Kürt toplumununu ya da bireyini, harekete geçiren, yön veren, bilinç kazandıran, biçimde ya da içsel ve dışsal biçimde değiştiren etken, yaşadığı tarihî gerçekliktir. Bu tarihi gerçeklik Kürtler açısından hep “savunma” olarak gerçekleşmiştir. İster Roma – Sasani Dönemi, ister Safevî – Osmanlı Dönemi ve isterse modern ulus devlet çağında olsun; Kürtler dönemin her kesitinde savunma halinde olmuşlardır.
Bu konuda Ali Şeriatî şöyle demektedir: “Arnold Toynbee, bütün tarihin saldırı ve savunma duygusuna göre hareket ettiğine inanır. Bu saldırı ve savunma – ki kesintisiz bir belirleyicilik yapısı da vardır – bir tür kültür, uygarlık ve toplumun oluşmasına, olgunlaşmasına, güçsüzleşmesine, yaşlanmasına, başka bir kültür, toplum ya da uygarlık karşısında yok olmasına, sonra da yeni toplum ve kültürün yine olgunlaşma, yetkinlik, yaşlılık ve ölüm yönündeki gidişini gerçekleştirmesine ve yine genç ve yeni bir güçle karşı karşıya kalmasına neden olur. Bu saldırı ve savunma, tarihin hem nedenini, hem etkenini gösterir; bunun yanısıra da kendiliğinden tarihin hareket şeklini, şu anda kafanızda canlandırabileceğiniz şekilde belirginleştirir.” (Ali Şeriati, İslam Bilim – Fecr Yayınları)
Bu tez ışığında şunları söyleyebiliriz:
Saldırı: Tezdir. Bunu yapanlar ise zûlümden pay almış, iktidar merkezli hareket eden, yıkıcı ve talancı herhangi bir devlet, siyasal hareket, imparatorluktur.
Savunma: Bu noktada Kürtler antitez durumundadır. Bencillik ve sömürü zemininde, ahlâkdışı, hukukdışı savaşla yüzlerce yıldır karşı karşıyadır. Karşı karşıya kalmakla yetinmemiş, sürekli “Fekku Reqabe” halinde olmuşlardır.
Toplum: Saldırı ve savunma tezlerini yüzyıllardır yaşayan Kürt halkının kadim sosyolojik olgusunu göstermektedir.
Arnold Toynbee ve Ali Şeriatî’nin bu teziyle hareket ederek, Kürtler’in sosyolojik yapısının ve politik psikolojisinin asıl belirleyicisinin savaşlar olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada antitez (savunma) durumundadırlar. Modern dönemden öte, gerek Asur gerek Sasani gerekse Bizans dönemlerinde işgal gören, sömürülen bir Kürt toplumsallığı vardı. Ve bugün de var olmaya devam etmektedir.
Osmanlı’nın son dönemleriyle başlayan “Ötekileştirilen Kürt Politikası”, Cumhuriyet dönemi bir soykırım ve zûlüm girişimine döndü. 1921 Anayasası’ndan tamamen farklı bir rûh hâkim oluyor ve devletin Kürtler’e yaklaşımı faşist bir zemine oturuyor. 1924 Anayasası Encümeni, Türkiye’deki millet meselesini şu şekilde formüle ediyor: “Devlet Türk’ten başka millet tanımaz. Memleket dâhilinde hukuku müsaviyeyi haiz başka ırktan gelme kimseler bulunduğundan, bunların ırkî ayrılıklarını ayrı bir milliyet olarak tanımak caiz değildir.”
Bunu demekle yetinmeyenler katlediyor, öldürüyor, sürgün ediyor ve zûlmediyor. Bu zûlümlerin boyutunu verdiğimiz Zilan ve Dersim örneğinde rahatlıkla görebiliriz.
Ve bugüne kadar politika hiç değişmedi.
İnkâr, İskan ve Asimilasyon
İşte bu noktada Kürtler’in sosyo – politik durumunda ve politik psikolojisinde bir isyan boyutu gizlidir. Bu aslında Kürtler’in “Tarih Felsefesi”dir. Bir halkın asimilasyonu, sözde Şark Islahat Planı ve yakın dönemde faili meçhuller, işkence odaları, asit kuyuları, öldürülen siviller, köylerin boşaltılması hâlâ unutulmadı.
Ve şu sözler hiç unutulmayacak…
Fevzi Çakmak: “O bölgede ‘müstemleke’, ‘koloni’ yönetimi kurulmalıdır.”
Fevzi Çakmak: “Bu Kürtler’in okumamışıyla baş edemiyoruz, okumuşuyla asla baş edemeyiz. Yol yapılmayacak, köprü yapılmayacak, imar işleri yapılmayacak.”
Cemal Gürsel: “Nerede bir Kürt görürseniz, yüzüne tükürün.”
İsmet Paşa (İnönü): “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” (Milliyet, 31 Ağustos 1930)
Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt): “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930)
Peki Nasıl Bir Savunma?
Büyük Kürt araştırmacı ve tarihçisi Mehrdad İzady şunları söylemektedir: “İslam’ın 7. yüzyılda ortaya çıkmasından sonra Kürdistanlı güçlü göçmenler, Kürdistan toprakları dışındaki yerlerde krallıklar ve prenslikler olarak iktidara geldiler. Aslında bu Kürt göçleri, Horasan’dan Mısır’a uzanan bir alanda 10. yüzyıl’dan başlayarak üçyüz yıl boyunca İslam tarihinin akışına yön vermiştir. Batı İran toprakları ve daha sonra da bereketli hilâl neredeyse birkaç bağımsız Kürt Hanedanlığı’nın hükümranlık bölgesi haline gelmiştir. İslam’ın merkezî topraklarını Bizanslılar’a, Ruslar’a ve Haçlı ordularına karşı savunanlar Kürtler’dir.”
Bu tarihî gerçeklik ışığında rahatlıkla söylenebilir ki; Kürtler’in hemen hemen bütün savunma refleksleri ve özgürlük mücadelelerinin temelinde İslamî bir çıkış vardır. Ubeydullah Nehrî, Üstâd Bediuzzaman, Şeyh Said, Molla Mustafa Barzanî, Qazî Muhammed bu çıkışın delilleridirler. İzady’nin de dediği gibi dönemin emperyal güçlerine karşı verilen bütün Kürt toplumlarının mücadele temelinde vahyin teorik boyutu, Peygamber’in pratik boyutu vardır. Bu nedenle İslamsız bir Kurdî mücadele düşünülemez.
“Nasıl bir savunma?” sorusuna gelince de şunları esefle söylemek gerekir:
Ekonomik bunalımların, siyasî çatışmaların, düşünsel bunalımların içinde boğuşan öyle bir zamandır ki; vicdan, adalet, hakikat ve özgürlük bir ütopya gibi.
Küresel realite bu iken, diğer taraftan vicdanını yitirmiş bu zamanda “bizler” yani Müslüman Kürtler ise yeni bir idrak, yeni bir düşünsel hal, sistem, medeniyet üretememekteyiz. Kimlik bunalımları yaşayan bizler hakikat perspektifinden uzak, mezhepçilik, iktidarcılık, alan kapma, milliyetçilik, mistik bunalımlar içinde eriyip gitmekteyiz.
Bilinçli tahliller yapmıyoruz. Ya tamamen politik düşünüyoruz ya da duygusal. Söylem ve eylem bütünlüğümüz yok denecek kadar az. Sloganik bir hareket durumumuz var. Yeni bir toplumsal gerçeklik durumumuz da bu durumda uzak gözüküyor.
Olumsuzluklar içerisinde bu durum kanatimizce İki Said’in gönül dünyasından kopan “Fekku Reqabe” feryâdıyla aşılabilir. Bu iki Said’den biri Bediuzzaman Said-i Nursî’dir, mücadelenin teorik boyutudur. Diğeri Şeyh Said’dir, o da mücadelenin pratik boyutudur.
BEDİUZZAMAN SAİD-İ NURSÎ
Şüphesiz ki Bediuzzaman’ın en büyük özelliği modernizmin, beşerî ideolojilerin, yoğun emperyalist tahakkümlerin çağında gelip, vahyin ve Muhammedî rûhun sesi olmasıdır. Geldiği dönem Türkçü – Batıcı bir çağdır. Auguste Comte pozitivistlerinin İslam coğrafyalarında cirit attığı, Darwinistler’in zihinlerde yer bulduğu, Marksist felsefenin gün be gün büyüdüğü bir çağdır.
Üstâd fikrî zeminde, çağın diliyle, ilmin ve bilimin bütünleştiği boyutla eşsiz mücadelesini verdi. Susturulmak istendi. Zindanlara atıldı. Öldürülmeye çalışıldı. Ama imkânsızlıktan imkân bulmayı başardı. Direnişin ve dirilişin vasat yolda, İslamî bir çizgide olduğunu gösterdi. Üstâd öyle bir iman tohumu ekti ki, bu tohum değil varolan zûlüm sistemlerini, bütün bir yeryüzüne adalet götürebilecek, zûlüm rejimlerini yıkabilecek düzeyde idi.
Üstâd “tarikat”ten “cemaat”e geçişin adıydı. Yani Bediuzzaman salt rûhanî, aşkın, sofiyane bir tutumun değil; meydanlara inme, ilahî söylemleri tüm yüreklere götürmenin devrimci kişiliğiydi.
Abdulkadir Turan’ın dediği gibi: “Bu direnişiyle Selahaddin-i Kurdî’nin yurdunun toprağından Haçlılar için şarap kabı yapılamayacağını bütün dünyaya bir kez daha gösterdi ve cemiyet hakkından ferağat edip cemaat içinde zûlümle mücadele yoluna devam etti.”
Ama maalesef bugün İslamcılar Bediuzzaman’ın müspet hareketini pasifizm olarak algıladılar. Belki Ümmet’in kazanımlarını küresel egemenlerin eline teslim ettiler. Yeni bir diriliş dalgasından mahrum ettiler.
Kürtler ise Bediuzzaman gibi bir önderliği, irfanî ve devrimci kişiliği ötekileştirip, modern ya da postmodern zamanın ideolojik önderlerinin diliyle Batılı paradigmanın esiri oldular. Üstâdın, “Ey Asurîler ve Keldanîlerin cihangirlik zamanından pişdar, kahraman askerleri olan arslan Kürtler! Beşyüz sene yattınız. Yeter artık. Uyanınız! Sabahtır. Yoksa sahra-i vahşette vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir” çağrısını kitleler halinde dinlemediler. Dinleyenler ise “müspet hareket” deyip pasifize oldular.
Evet, Kürtler bugün zûlüm zincirlerini kırıp, yeni bir rûh, yeni bir söylem, yeni bir dünya görüşünün baharına ilerlemek istiyorlarsa Bediüzzaman’ın kutlu direnişini pratikleştirmelidirler. “Milletimin imânını selamette görsem, cehennemin alevleri arasında yanmaya hazırım” diyen bu yüreği, Kurdistan’daki İslamcılar, Ulusalcılar, Sosyalistler velhasıl-ı her siyasal varyant kucaklamalıdır.
ŞEYH SAİD
Yine “Fekku Raqabe” direnişinin Kürtler için başka bir örnekliği ve önderliği Şeyh Said olmalıdır.
Yeni kurulan rejim, “iki temel fobi” üzerine bina edilmişti: İslam düşmanlığı veKürt düşmanlığı. Bundan böyle “Anasır-ı İslam” değil “Yüce Türk Milleti” vardı ve üstelik ülkede yaşayan herkes “Türk”tü, olmak zorundaydı.
“Kuruluş felsefesine uygun olarak da hem genel anlamda Müslümanlar’a ve İslamî değerlere, hem de Kürtler’e ve Kürdistani değerlere karşı savaş açması, her türlü devlet terörünü ve zorbalığı sergilemesi üzerine, ülkenin farklı yerlerinde pekçok ayaklanmalar başgösterdi. Ancak bunların çoğu lokal kaldı, başarıya ulaşma bir yana, gelecek nesillere miras bırakacağı bir tarihsel kült de oluşturamadı. Ayrıca kimi sadece dînî, kimi de sadece etnik başkaldırılardı bunlar. Fakat Şeyh Said Kıyamı hem yeni rejime karşı gerçekleştirilen en büyük başkaldırıydı, hem de gelecek nesillere tarihsel bir direniş mirası bıraktı. Ayrıca tek boyutlu değil, Kemalizm’in “iki fobisi”ne birden itiraz anlamı taşıyan, hem İslamî hem Kürdistanî rengi olan, bu iki rengi birarada barındıran bir hadiseydi.”(İbrahim Sediyani ile Röportaj, Taraf Gazetesi, 10 Aralık 2014)
14 Şubat 1925 günü Kürdistan’da Şeyh Said öncülüğünde İslam Devleti kuruluyor,Dara Hênê “başkent” ve “Hilâfet merkezi” seçiliyor. Şeyh Said, Dara Hênê’yeModanlı Fakîh Hasan’ı vali olarak atıyor ve o gün devletin anayasası da hazırlanıyor. Anayasaya göre devlet bir “Kürdistan Devleti”, yönetim biçimi de “İslam Cumhuriyeti”dir. Ayrıca anayasaya göre Dara Hênê (Genç),“Hilâfet merkezi” ve “başkent” olacak, vergiler ve zekât bedelleri Dara Hênê’ye gönderilecektir.
Bu anlamda Kürtler Şeyh Said’in İslamî ve Millî mücadelesini özümsemelidir. Çünkü Sediyani’nin dediği gibi, “Şeyh Said (rh. a.), günümüzde Kürtler için ‘İslam’, ‘Kur’ân ve Sünnet’, ‘Ehl-i Beyt’, ‘Kürdistan’, ‘Azadî’, ‘Özedönüş’, kısacası akla gelen ne kadar güzel şey varsa hepsidir.”
SONUÇ
İslam orduları İyaz bin Ğanem komutasında Kurdistan’a girdikleri zaman, Kürtler İslam ve şeref kazandılar ve Sasani – Bizans’ın kırbaçları altında ezilen, sömürülen Kürtler İslam’ın adalet ve özgürlük perspektifiyle tarihte yerini aldılar. Selahaddîn Eyyubî gibi bir “Kudüs Fatihi”ni, İbn-i Kayyım gibi bir ilim sahibini, Bediuzzamangibi bir dâvâ ve davet önderliğini, İdris-i Bitlisî gibi bir siyasal dehâyı yetiştirdi. Günümüze kadar İslam’ın şerefli bir halkası oldular.
Yine İslam Kürtler’e adaletin ve direnişin boyutunu öğretti. Zûlme karşı sürekli“Fekku Reqabe” eylemselliğini gösterdi. Onun için yukarıda da dediğimiz gibi, bu direniş kültürü, Kürtler’i zûlme karşı isyanlara ve özgürlük arayışlarına yöneltti.
Bugün yine Kürtler direniş kültürlerini İslam ile hemhal etmelidirler. Özlerine dönmelidirler. Selahaddinî rûha bürünmelidirler. Tarihteki yerini tekrar almalıdırlar.
Özgür Bir Coğrafya ve Adaletli Bir Toplum Dileğiyle…"