İslâm Devrimi ve Önündeki Engeller
Özellikle şunu belirmiş olalım ki, İslâm dini evrenseldir ve bütün dünya insanlarını muhatap almaktadır. "Biz seni sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak bütün insanlara gönderdik; fakat insanların çoğu bunu anlamıyorlar." (Sebe: 28)
"Ve seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)
İşte biz dünya insanlığı olarak bu rahmet peygamberinin muhataplarıyız. Şu hâlde bu rahmet olgusundan faydalanabilmemiz için ilâhî buyruklara göre bir hayat yaşamak durumundayız. Bunun ön koşulu ise huzur içerisinde yaşanabilir bir toplumsal doku oluşturmamız gerektiğidir. İnsanların inanç ve aidiyet değerlerine göre huzur, güvenlik ve insicam içerisinde bir hayat yaşayabilmeleri için mutlaka toplumsal düzene, yani devlet mekanizmasına ihtiyaçları vardır. Bu öngörülen devlet düzeni hukukun üstünlüğünü esas alan, insan temel hak ve özgürlüklerine saygılı "müesses bir nizam" olmak durumundadır. İslâm dini açısından sosyal hayatta ve kamusal alanda adalet tek ilkedir.
İmâm Ali Kûr'ânî bir yaklaşımla diyor ki: "Devletin dini adalettir." Bu gerçekliğe istinaden Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Yeryüzünde adaleti kaim kılmanız için Kûr'ân'ı ve mizanı indirdik." (Hadid: 25)
Bu ve benzeri buyruklar üzerine Sevgili Peygamberimiz ilâhî hukuk sistemi muvacehesinde müesses bir nizam kurabilmek için 13 yıl Mekke'nin putperest ekâbir takımıyla mücadele etti. Sevgili Peygamberimizin istediği ve hedeflediği nizam kurulamayınca Allah Teâlâ'nın emri ile Medine'ye hicret etti. Medine'de ilk iş olarak değişik din mensuplarının ileri gelenleriyle günlerce sürdürdüğü müzakereler sonucunda 52 maddelik bir Anayasa metninde mütabık kalınarak (oluşturulan konsensüs ile) hukukun üstünlüğünü esas alan bir müesses nizam kurulmuş oldu.
Elbette bu dar kapsamlı bir site devletiydi. Ancak kuralları evrenseldi. Diğer bir adı "Medine Vesikası" olan bu İslâm'ın ilk Anayasa'sıdır. MÖ Mezopotamya'nın Babil ülkesinde yazılmış olan "Hammurabi Kanunları"nı ve 1215 tarihinde İngiltere'de kayıt altına alınmış "Magna Carta"yı "Medine Vesikası" ile kıyaslayan antropologlar, tarihçiler ve hukukçular insan temel hak ve özgürlüklerini en adil bir şekilde teminat altına alan ve hukukun üstünlüğü prensibini ilke edinen en iyi Anayasa metni olarak "Medine Vesikası"nı göstermektedirler. Elbette bu örneklik kıyamete kadar gelecek olan Müslümanlar için bir "rol-model"dir.
Ancak ne yazık ki Sevgili Peygamberimiz ahirete irtihal eder etmez Ben-i Said'in Sakife'sinde yaşanan fay hattı kırılması ve akabinde meydana gelen eksen kaymaları ile İslâm'ın yönetim anlayışı evrilip saltanat sistemine dönüştü. Maatteessüf ki, Müslümanlar İslâm medeniyeti adına tarih boyu bu saltanat sistemleri tarafından yönetildi. Son yüzyılda ise Müslümanlar emperyalist güçler tarafından yutulur lokma hâline getirilip küçük küçük ulus devletlere bölünmüş oldu. Bu süreçte kimi ülkeler fiilen, kimileri de dolaylı olarak Batılı ülkelerin tasallut ve sömürüsüne maruz kaldı. Elbette ki bu zillet hâlinden ve bu aşağılayıcı durumdan Müslümanlar muzdarip ve rahatsızdı. Sömürülmek, aşağılanmak, kendi topraklarında parya ve köle gibi yaşamak elbette kabul edilebilir bir durum değildir.
Yüce dinimiz bize onurlu bir hayat yaşıyabilmemiz için birlik içerisinde ve güçlü olmamızı emrediyordu. "Eğer birlik olmazsanız gücünüz gider, düşmanlarınız size galip gelir ve zelil olursunuz." (Enfâl: 46) Mutlaka ümmet birlikteliğini tesis etmeliyiz zira Yüce Rabbimiz Müslümanlara yeryüzünde iyilikleri tesis edip olumsuzlukları bertaraf etmeleri ve hukukun üstünlüğünü esas alıp adil bir dünya düzeni kurmalarını emrediyor. "Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz iyi olanı tesis eder olumsuz olanı bertaraf edersiniz." (Al-i İmrân: 110) Allah Teâlâ'nın buyruğu bu. Ancak Müslümanların içerisinde bulunduğu sosyo-politik ortam ve konjonktürel şartlar farklıydı. Emperyalistlerin tasallutundan ve içimizdeki piyonların dinden men edici baskılarından kurtulmak ve Medine örnekliğinde evrensel bir müesses nizam kurup Müslümanların 57 parçaya bölünmüşlüğünü sonlandırmak için mutlaka çareler aranmalıydı. Bu arayış birçok İslâm beldesinde vardı. Örneğin, Pakistan'da Merhum Mevdudi'nin liderliğindeki Cemaat-i İslam'î hareketi, Mısır'da Şehit Hasan El-Benna'nın kurduğu İhvan-ı Müslimin Örgütü ve Türkiye'de Merhum Erbakan Hocamız'ın temellerini attığı Milli Görüş Hareketi. Açıkçası Ehl-i Sünnet dünyası olarak biz bu İslam'î oluşumlardan beklenti içerisindeyken hemen yanıbaşımızdaki uzağımızdan(!) bir sürprizle karşılaştık. (İran için kullanılan "yakınımızda ki uzak" tanımı ne yazık ki mezhebi taassuptan dolayı mesafeli oluşumuzdan kaynaklanıyor. Eminönü'nde İran'la ilgili bir resim sergisinin tanıtım afişinde "yakındaki uzak" yazısı dikkatimi çekmişti. Buna istinaden bu satırlarda o ifadeyi kullanma ihtiyacı hissettim. Bir yönüyle makalemizin ana teması bu olacaktır.)
Toplumumuzdaki mezhebi taassuptan dolayı ne yazık ki birçok insanlarımız bu devrime bigâne kaldı, mesafeli oldu. Bir kısım insanlarımız ise emperyalist güçlerin ve (bilerek veya bilmeyerek) emperyalist güçlere hizmet eden âlim müsvettelerinin veya kalem erbabının olmadık tezvirat ve iftiraların etkisine maruz kalan halkımızın devrime soğuk bakması veya husumet beslemesi sonucu hemen yanıbaşımızdaki bu büyük ve bir o kadar da ihtişamlı olan devrim ne yazık ki beklenen etkiyi göstermedi veya daha doğru bir ifadeyle etki gösteri ama görülmedi. Zira, bir darb-ı meselde ifade edildiği gibi, "Gören göz buğulu ise her şey buğulu görülür."
Emperyalistlerin en büyük korkusu (bizim ise beklentimiz) olan bu devrimin domino etkisiyle kısa süre içerisinde bütün Müslüman ülkelerde gücünü göstersin ve aşkla/şevkle, özlemle beklediğimiz evrensel müesses nizamımız kurulsun ve böylece "İslâm Birliği" tesis edilmiş olsun istiyorduk. Açıkçası ümmet olarak bizim beklentimiz buydu. Başta ABD ve Siyonist çete olmak üzere bütün Batılı emperyalist ülkelerin korkusu ise bu devrim domino etkisi ile diğer Müslüman ülkelere sıçrama olasılığıydı. Bu korku ile yaptıkları müdahale ve entrikalara birkaç örnek verecek olursak: 6 Eylül 1980 yılında Milli Görüş Lideri Merhum Erbakan Hocamız Konya'da "Büyük Kudüs Mitingi" düzenlemişti. Yüz binlerce insan bu mitinge katılmış ve miting Türkiye'de büyük bir ses getirmişti. Bu ihtişamlı mitingten dolayı ABD ve içimizdeki piyonlarını büyük bir telaş kaplamıştı. "Eyvah İran'dan sonra Türkiye'yi de kaybediyoruz" korkusuyla alelacele düğmeye basıp 6 gün içerisinde piyonları Kenan Evren'e 12 Eylül ihtilâlini yaptırdılar. Şeytan tek taraftan değil çok yönlü saldırıyor! Yaptıkları ihtilâlle Türkiye açısında soluklanmış olsalar da diğer sınır bölgesinde nüfusunun % 75'i Şiî olan Irak halkı kendileri için büyük bir tehlike oluşturuyordu. Zira bu halkın başında zalim bir diktatör olan Saddam vardı. Halk bu zalime öfkeliydi zira yıllardan beri bir taraftan etnik ayrımcılık yaparak Kürt halkına zulmediyor, diğer taraftan mezhep farklılığı gözeterek Kerbelâ ziyaretlerini yasaklıyor ve geçmişte Emevî, Abbasî ve Vahabilerin zulmüne benzer bir yöntemle kutsal mekânları yıkarak Şiî nüfusa olmadık baskılar yapıyordu. Bu yüzden öfkeli halk kalkar da ayaklanma yapar ve piyonları olan Saddam zalimini alaşağı ederler endişesiyle Türkiye'de yaptırdıkları 12 Eylül ihtilâlinden 10 gün sonra alelacele (22 Eylül 1980 tarihinde) Saddam'ı İran topraklarına saldırttılar. Bu tahmilî savaş büyük maddî yıkımlarla ve 1.5 milyon insanın ölümüyle 8 yıl sürmüştü. Bu savaştan güdülen maksat İslâm Devrimi'ni çökertmek ve Irak halkını zapturapt altına almaktı.
Her iki hususta da muvaffak olamadılar. Saddam'ın akibeti malumunuz. Bir de içimizdeki münafık tıynetli bazı kalem erbabı diyor ki: "İşte efendim, ABD Irak'ı altın tepside İran'a teslim etti." Hiç olacak iş mi? ABD Irak'ı işgal ettiğinden bu yana bir taraftan Şiî - Sünnî, Arap, Kürt ve Türkmen gruplardan oluşmuş Haşd-i Şabi üyesi gönüllü milisler, diğer taraftan bu savaşçı unsurlara her türlü mühimmat ve lojistik desteği veren, hatta kendi muharrib güçleriyle katkı sağlayan (İran'ın kurduğu) "Kudüs Gücü"nün yıllardan beri verdiği savaşla Irak topraklarında ABD işgal güçlerine kök söktürülmektedir. Bu savaşla nice bedeller ödendi. Haşd-i Şabi Komutanı Ebu Mehdi El-Mühendisî ve Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymanî'yi suikastle şehid etmeleri altın tepsi ile mi oluyor?
Bakınız Saddam'ı İran'ın üzerine saldırtıp 8 yıl savaştırdıktan sonra İslâm Devrimi'i çökertilemeyince bu sefer Türkiye'yi İran'a saldırtmak istediler. Demirel'in cumhurbaşkanı olduğu dönemi hatırlayalım! Bir taraftan ABD güdümlü medyanın kışkırtmaları ile halkımız "İslâm Devrimi"ne karşı mezhep ve laiklik üzerinden tahrik edilerek kin ve nefret tohumları ekiliyordu. Diğer taraftan ise ABD ve Siyonist çete piyonu bazı ordu mensupları şeriat karşıtlığı ve laiklik üzerinden kışkırtılıp sınır boyunda büyük askerî tatbikatlar yaptırılıyordu. Buna mukabil İran İslâm Cumhuriyeti ordusu Saddam'ın saldırısından ders çıkarıp, ihtiyad-i tedbir olarak sınır boyuna askerlerini yığmış ve onlar da tatbikat yapıyordu.
Güdümlü medya ise savaş tamtamları çalarak tahriklerine devam ediyordu. Nefesler tutulmuş, kapışmaya ramak kalmıştı. Allah'a şükür ki, büyük şeytan ABD ve Siyonist çetenin beklediği olmadı. O gün bugündür hâlâ malum şeytanî çevreler tarafından zaman zaman savaş kışkırtıcılığı yapılmaktadır. Özellikle din kisvesine bürünmüş münafık sıfatlı bazı zevat bugün de savaş kışkırtıcılığını üstlenmiş vaziyette. Büyük şeytan ABD ve Siyonist çeteye hizmet ettiklerinin farkında değiller.
Bakınız, nasıl ki Konya'da yapılan "Büyük Kudüs Mitingi"nin 6 gün sonrasında askerî ihtilâl yaptılarsa aynı şekilde Sincan'da düzenlenen "Kudüs Günü" etkinliğinden dolayı tankları Sincan sokaklarına indirip alel acele 28 Şubat'ı yaptılar. O dönemde de güdümlü medya ve din düşmanı halkın küçük bir kesimi ve bazı siyasîler İran aleyhinde beyanatlada bulunarak halkı kin ve düşmanlığa tahrik edip post-modern darbeyi haklı çıkarmaya çalışıyorlardı. Gaza ve galeyana gelen bir grup halk sokaklara inip avazları çıktığı kadar, "Türkiye laiktir, laik kalacak, kahrolsun şeriat, Türkiye İran olmayacak" türünden sloganlar atıp durdular. Demek ki İslâm Devrimi'nden sadece ABD ve Siyonist çete rahatsız olmuyormuş. Ancak ve elbette kışkırtıcılığı ve askerî müdahaleleri perdenin arkasından yaptıran ABD ve Siyonist çeteden başkası değildir.
Kısacası İslâm Devrimi gerçekleştiği ilk günden beri hem içerideki münafıklar tarafından hem dışarıdaki kan içici emperyalist güçler tarafından öylesine komplo, suikast ve saldırılara maruz kaldı ki bu devrim bugün hâlâ ayakta ise "bu bir ilâhî mucizedir" diyebiliriz.
Parlamentoyu mu havaya uçurmadılar, cumhurbaşkanını, başbakanı mı şehit etmediler? Tebes Çölü'ne çıkarma mı yapmadılar? Saddam'ı 8 yıl sürecek savaşla mı üzerine salmadılar? Ambargolara mı tabi tutmadılar? Yolcu uçağını mı düşürmediler? Bilim insanlarını suikastlerle mi katletmediler? Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymanî'yi mi en kahpe yöntemlerle şehit etmediler? Bütün bu ve saymadığımız nice entrika ve kumpaslardan maada menfi anlamda en etkili alan olarak mezhep taassubu görülmektedir. Zira halkın büyük kesimi din bezirgânlarına inanıp tesir altında kalıyor.
Şu gerçeği bilmiş olalım ki, mezhep farklılığından dolayı İslâm Devrimi'ni ötekileştirmek/dışlamak ve hatta iki ülke arasında güçbirliğine gidilmesine engel olmaya çalışmak Allah Teâlâ nezdinde asla geçerli değildir. Hatta ötekileştirme yaklaşımı ile "ümmet birliği akidesine" mugayir tutum sergilenmiş olduğu için bu durum o kadar tehlikeli ki, dinden çıkmaya sebebiyettir. Merhum Erbakan Hocamız'ın D-8 kapsamında geliştirdiği "imana taallûk eden" İslâm Birliği ptojesine İran'ı dahil etmek için yaptığı girişim ve İran ziyaretleri başta FETÖ lideri Fethullah Gülen olmak üzere bazı din bezirgânlarını ziyadesiyle rahatsız etmişti.
Bakınız, Mümtehine Sûresi'nin 8'nci ayeti gereği "İran halkı Hıristiyan dahi olsa" bu ülke ile emperyalist güçlere karşı işbirliğine gitmemiz dinimizin gereğidir. Rabbimiz buyuruyor ki: "Dininiz hususunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmaya teşebbüs etmeyen gayri müslimlerle iyi ilişkiler geliştirmenizi Rabbiniz men etmemektedir." (Mümtehine: 8)
Bakınız, biz komşumuz İran ile "Kasr-ı Şirin Anlaşması"ndan (1639) bu yana 400 yıla yakın süredir sınır ihtilafı yaşamadığımız, barış içerisinde iyi ilişkiler sürdürdüğümüz tek ülkedir.
Şuhâlde Allah aşkına sırf mezhebi farklılıklarından dolayı İran'ı dışlamak/ötekileştirmek olur mu? Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Sizin ümmetiniz bir tek ümmettir, ben de sizin Rabbinizim o hâlde buyruklarıma itaat edin." (Enbiya: 92)
(Hazım Koral / Hürseda Haber)