Önce Hakkı Tanı Sonra Suriye'de Olup Bitenleri Anlarsın
Daha önceleri Suriye iç savaşıyla ilgili bir kaç makale yazmıştık, ancak mesajımız her kesimden insana ulaşamamış ki, hâlâ dezenformasyonların tesirinde kalanlara rastlıyoruz. Bu yüzden tekrar yazma ihtiyacı hissettik...
İmâm Ali buyuruyor ki: "Önce hakkı tanı, sonra ehlini tanırsın; önce batılı tanı, sonra ehlini tanırsın." Şimdi bazıları da züğürt tesellisi babında, "İşte efendim öyle bir zamandayız ki, at iziyle it izi birbirine karışmış, elden ne gelir" diyor. Hayır efendim, biz İmâm Ali'nin nasihatinden yola çıkıp hak ve batılı tanırsak mesele anlaşılacaktır. Konuya hemen girmiş olalım: 17 Aralık 2010 yılında Tunus'ta Tarık el-Tayyib Muhammed Buazizi isimli bir seyyar satıcının uğradığı haksızlıktan dolayı intihar girişiminde bulunup kendisini yakmasıyla başlayan sokak gösterileri ile adına "Arap Baharı" dedikleri toplumsal değişim talepleri de başlamış oldu.
Fakat olaylar ve değişimler başlarken bazı ülkelerde, giden diktatörlerin yerine gelen kişilere tahammül edilmeyerek (Mısır örneğinde olduğu gibi) askerî diktatörlükler devreye sokuldu. 23 yıldır ülkesini despotik baskılarla yöneten Zeynel Abidin Bin Ali'nin Suudi Arabistan'a kaçması üzerine Tunus'ta seçimle iktidara gelen Gannuşi'nin, liderliğini yaptığı Nahda hareketi başarılı olamadı. Beklenenin hilafına bu ülkede İslâm müesses bir nizam hâline getirilemedi, aksine yönetim seküler bir yapıya evrildi. Libya'da Kaddafi'yi linç ettiler ama yerine istikrarlı bir hükümet kuramadılar. Bahreyn'de halk diktatör rejime karşı teröre bulaşmadan sivil inisiyatifle protestolarda bulunurken Suudi Arabistan Bahreyn diktatörünün yardımına tanklarıyla gitti ve aleni olarak halkın üzerine ateş edildi ve katliamlar yapıldı. Suudi Arabistan, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri'nde ise en ufak bir hareketlilik olmadı. Oysa bu saydığımız ülkeler ABD ve Siyonist çetenin gönüllü piyonlarıydı. Asıl bu ülkelerde değişim olmalıydı.
Evet, öncelikli olarak bu monarşi diktatörlüklerin kolektif bir irade ile alaşağı edilmeleri gerekiyordu. Ama halk öylesine baskılarla zapturapt altına alınmış ki, bu ülkelerde en ufak bir kıpırdama olmadı. Üzücü olan 22 Arap ülkesi içerisinde Filistin davasına sahip çıkan ve Filistinli özgürlük savaşçısı silahlı örgütlere ülkesinde ofis açan, onlara her türlü faaliyet imkânı sunan, onlara İran'dan gelen silahların sevkiyatında lojistik destek sağlayan Suriye'yi, ABD tarafından kullanılan dış mihraklı sözde İslâmcı (!) gruplar karıştırmaya başladı.
22 Arap ülkesi içerisinde Filistin davasına tek başına sahip çıkan bu ülkeye reva görülen muameleye bakar mısınız? İlerleyen süreç içerisinde bir de öylesine çirkin iftiralara sarıldılar ki, neymiş efendim, zalim Esat varil bombalarıyla ve kimyasal gazlarla halkını katlediyormuş! Bu senaryo için "Beyaz Baretliler" diye bilinen paravan film şirketine bol efektli, bol köpük spreyli, bol makyajlı ve tiyatral içerikte sahne çekimleri yaptırdılar. Akılları sıra bu tür iftiralarla halkı kin ve düşmanlığa tahrik ederek yapacakları katliamlara meşruiyet zemini oluşturmaya çalıştılar.
Ancak bu şeytanî yöntem tumadı ve halk ayaklanmadı. Halk ayaklanmayınca bu sefer değişik ülkelerden bu işe teşne bindirilmiş kıtaları Suriye topraklarına soktular. Bizzat ABD'nin eğitip donattığı bu canavar sürüsü ile Suriye'yi karıştırmaya/terör ve katliam eylemleri yaptırmaya başladılar. Evet, 100 küsur ülkeden Suriye'ye sokulan bu canavar sürüsü 15 Mart 2011 yılında insanlık dışı katliamlara girişti. Emniyet birimlerine ve karakollara baskın yaparak ortalıkta ölüm saçtılar. Devlet dairelerinde baskınla ele geçirdikleri memurları sorgusuz sualsiz canlı olarak çatıdan aşağı atıyorlardı. Tam bir dehşet görüntüleriydi bunlar.
Bu canavarlar çok farklı öldürme teknikleri kullanıyorlardı. Kimi insanları kafeslere tıkıştırıp vinçle havuzun içine sarkıtıp boğuyorlardı. Kimisini koyun boğazlar gibi yatırıp kesiyorlardı. Bu konuda yaş farkı gözetmeden çocukları da aynı yöntemle kesiyorlardı. Kimisini ise (iki Türk askerine yaptıkları gibi) üzerlerine benzin dökerek yakıyorlardı. Kimilerini topluca diz çöktürüp kafalarına kurşun sıkarak öldürüyorlardı. Bazı insanların yine kafalarını kesip şehrin meydanındaki demir korkuluklara asıyorlardı. Böylesine insanlık dışı vahşilikler yaparak halkın kendilerine itaat etmesini istiyorlardı. Kısacası kendileri dışında dinî, mezhebî ve etnik kökeni farklı olan insanları zapturapt altına almak için dehşet saçıyorlardı. Kendi inançları dışında yakaladıkları her mazlum insanı acımasızca katlediyorlardı. Esir olarak aldıkları Ezidî kadın ve genç kızları pazar yerlerine götürüp cariye olarak satıyorlardı.
Bütün bu canavarlıklarını mevcut rejimi yıkıp yerine İslâm devleti kurma adına yaptıklarını iddia ediyorlardı. Böylesine insanlık dışı vahşilikte katliam yapan bu insanlar mı şeriatı getirip İslâm devleti kuracaklar? Bu hiç mümkün mü? Sevgi, şefkat ve merhamet dini olan İslâm'ın nezih/pak ismini kullanarak devlet kuracaklar ve bu şekilde insanları adaletle yönetecekler öyle mi? Böyle bir şey olabilir mi? Ama ne yazık ki bunlara inananlar da vardı. Bizi en çok muzdarip eden de buydu. İşte bu yüzden, biz bu satırları kaleme alma ihtiyacı duyduk. Katil sürüsünün bir ayağı da Irak topraklarındaydı. Orada da aynı katliamları yapıyorlardı. Hatta Irak'ta bir keresinde polis kolejini basıp 1700 dolayında öğrenciyi esir alarak nehir kenarına götürüyorlar ve tek tek kafalarına sıkarak hepsini öldürüp nehre atıyorlar. (Sosyal medyada bu vahşetin videolarına tanık olmuşsunuzdur.) Nehir kıpkızıl kana boyanmış vaziyette akıyordu.
Bu mutasyona uğramış canavar sürüsü Irak ve Suriye'de birçok kentin kontrolünü ellerine geçirmişlerdi. Nerede ise iki ülkenin tüm kontrolünü ele geçireceklerdi. Türkiye’de azınlıkta da olsa, bu canavar sürüsü ile aynı zihniyette olan bir kesim, mazlum insanlara yaşatılan bu vahşeti sevinçle karşılıyordu. Canavarca yapılan katliamlar bazı insanlar tarafından kötü ve vahşi bir uygulama olarak görülmüyordu. Görülen ise IŞİD (Irak Şam İslâm Devleti) ismiydi. Oysa büyük şeytan ABD'nin Suriye ve Irak üzerinde başka plânı vardı. ABD, tıpkı bir zamanlar sözde İslâmcı olan Taliban’ı destekleyip ülkeyi ele geçirmesine zemin hazırlaması ve ardından Taliban’ın vahşiyane bir şekilde Afganistan halkına zulmetmesi üzerine o ülkeyi işgal etmesi örneğinde olduğu gibi Suriye ve Irak üzerine uygulanmak istenen şeytanî senaryo buydu.
Perdenin arkasındaki asıl maksat ise Siyonist işgal çetesini "Arz-ı Mevud" adına bu topraklara yerleştirmekti. Merhum Erbakan Hocamız bu minvâlde yaptığı birçok konuşmasında hem siyasîlerimizi, hem Türkiye kamuoyunu uyarıyordu. Ancak AKP hükümeti Merhum Erbakan"ın uyarılarını pek dikkate almadı. Baştan güzel gelişmeler olmuştu. Suriye ile özellikle "ortak bakanlar kurulu" oluşturulmuş ve "pasaportsuz gidiş gelişler" başlanmıştı. Ancak ne olduysa birden bire oldu. Dönemin Dışişkeri Bakanı Ahmet Davutoğlu Esat'a gidip ABD'nin taleplerini sununca ve bu talepler Esat tarafından kabul görmeyince AKP hükümetinin raylarında bir anda makas değişimi oldu. Hükümet, ABD'nin talebi üzerine ÖSO örgütü ile iletişim ve dayanışma pozisyonuna geçti. Oysa ÖSO paravan bir örgüt olarak Suriye topraklarında % 1'lik bile bir potansiyeli yoktu.
Göstermelik birkaç salon toplantısı ile bu örgüt o kadar abartılıp şişirildi ki, İslâm devleti hayalleri kuran bazı kesim bunlara umut bağlamıştı. Oysa takip ettiğimiz salon toplantılarında bu örgüt yöneticileri kendi aralarında anlayamıyorlardı. Peşpeşe istifalar, peşpeşe başkan değişikliği yaşanıyordu. Anlaşılan istikrarlı bir organizasyonları da yoktu. Fakat itiraf etmek gerekir ki, öte yanda IŞİD 100 küsur ülkeden bindirilmiş kıtalar olarak büyük bir yekün tutuyordu ve her iki ülkenin kontrolünü ele geçirmek üzereydi. Ele geçirdikleri şehirlerde sözde şeriat mahkemeleri kurup yargısız infazlarına kılıf uydurup yargılı infaz yaptıklarını iddia ediyorlardı. Cariye sistemini de geri getirip bir taraftan "cihat nikâhı" adı altında genç kızların hayatları karartılırken diğer taraftan yine nice kadınların hayatları mahvedilerek "köle kadın pazarları"nı kurdular.
Anlayacağınız, zulüm ve vahşet had safhadaydı. Bu insanlık dışı uygulamalar karşısında ve hassaten ABD ile Siyonist çetenin "Arz-ı Mevud"a ilişkin şeytanî plânları karşısında durumdan vazife çıkaran İran İslâm Cumhuriyeti Devrim Muhafızları Ordusu'na bağlı "Kudüs Gücü" ve "Hizbullah" devreye girerek bu canavar sürüsü ile savaşa tutuştu. Bundan en çok "Arz-ı Mevud" emeli için yanıp tutuşan Siyonist çete rahatsız olmuştu. Zira Siyonist çetenin söz konusu terör örgütleri aracılığı ile her iki ülke üzerinde büyük plânları vardı. Bu süreçte her iki ülkede büyük kaos ve güvenlik sorunu yaşanıyordu. Özellikle Suriye halkının büyük bir kesimi can güvendiklerinin endişesi içerisinde bu dehşet verici kaos ortamından kurtulmak için doğup büyüdükleri toprakları terk etmeye koyulmuşlardı. Kısacası milyonlarca insan terör ve iç çatışmalardan dolayı canlarını kurtarmak için Suriye'yi terk etmişti.
İşgalci İsrail’in istediği tam da buydu. İnsan unsurundan boşaltılan toprakları işgal etmek çok daha kolaydı. Böyle bir ortamı hazırlayan başta IŞİD/DEAŞ olmak üzere diğer silahlı terör örgütleriydi. Bu terör örgütlerine silah ve mühimmat dağıtan büyük şeytan ABD'den başkası değildi. Nitekim dönemin ABD Başkanı Obama, "IŞİD'i biz kurduk" diyerek itirafta bulunmuştu. Onlar zannediyorlardı ki, sonrasında meydan kendilerine kalacak! İşgali iştahla bekleyen Siyonist çete ise Golan Tepeleri'ne kurduğu mobil hastanelerde yaralı terör örgütü elemanlarını tedavi etmekle meşguldü. Malum cemaat liderleri, sözde hocalar ve ağzı lâf yapıp eli kalem tutan bazı zevat bunu neden idrak edip düşünmüyor? Ama olur mu? Onlar hayata ve olaylara mezhep taassubu ile baktıkları için gözleri sadece Şiî Hizbullah'ı ve Şiî İran'ı görüyor.
Efendim, neymiş? "Mücahit (!) savaşçılar tam Esat rejimini yıkıp yerine İslâm devleti kuracaklarken Hizbullah ve İran devreye girip buna engel oldular. Çünkü İran ve Hizbullah'ın niyeti başka, bunlar bölge halklarını Şiî'leştirerek, "Şiî Hilâli"ni, "Şiî Atlası"nı kurmak istiyorlar. Bunların plânı İsrail'in "Arz-ı Mevud" plânından çok daha tehlikelidir" diyorlar. Bu ifadelerimizin kaynağı 21 Aralık 2023 tarihli Türkiye Gazetesi'nin manşetine taşıdığı haberdir. Bu haberi yapan da, Yılmaz Bilgin isimli Siyonist sever şahıstır. Bunu da Güney Azerbaycan Milli Uyanış Hareketi (!) Başkanı Prof. Dr. Cehregani isimli bölücü bir faşistin ağzından yapıyor. Bu bölücü örgütü ve liderini işgalci İsrail fonlamaktadır. Bu çete ve reisleri bölücü faaliyetlerini Tel Aviv'de bir radyo istasyonundan yapmaktadırlar. Uzun yıllardan beri bu radyo istasyonu vasıtasıyla bölücü propagandalar yapılmaktadır.
Bakınız şunu da hemen belirtmiş olalım ki, "Şiî Hilâli" metaforunu ilk defa kullanan kişi İsrail Eski Ulusal Güvenlik Birimi (SHIN BET) Başkanı Ami Ayalon'dur. Bu şahıs “Şiî Hilali”ni sadece kendileri için değil Sünnî dünya için de büyük bir tehlike oluşturduğunu iddia ederek gündeme getirdi ve buna karşın Suudi Arabistan öncülüğünde “Sünni Koalisyon” fikrini ortaya attı. Hatta Suudi Arabistan Siyonist Ami Ayalon'un tavsiyesine uyarak, bu şeytanî plâna ilişkin askerî yapı oluşturma girişimde bulunmuştu.
Türkiye’deki ana akım medya bu yapının seremoni/askerî tören geçidi resimlerini yayınlayarak "İslâm Ordusu" metaforunu kullanarak methü senalarda bulunmuştu. Tabi ki, bu yapı tamamen fos çıkmıştı. Bu hayali askerî yapı IŞİD ve benzeri terör örgütlerinin başaramadığını yapması için İran ve Hizbullah'ın karşısına çıkarılmak istenmişti. Siyonist çetenin ve büyük şeytan ABD'nin plânı buydu. Fakat bu şeytanî plânı fark eden Pakistan ve Türkiye derhâl yapıdan ayrılarak oyunu bozmuş oldular. Suudi Arabistan ise yedeğine aldığı Arap ülkeleriyle olorta yerde kaldı ve bir türlü cesaret edip alana inemedi. Ancak Suud rejimi bir başka ihanete imza atarak yedeğindeki 8 Arap ülkesi ile 8 yıl boyunca mazlum Yemen halkını bombaladı...
"Arap Baharı"ından söz ediyorduk. Bakınız, mazlum Yemen halkının başında ABD ve Suud piyonu olan diktatör Ali Abdullah Salih isminde zalim/despot bir şahıs vardı. Bu kişi despotik baskılarla/diktatörce ve zulümle 32 yıl boyunca yemen halkını yönetmişti. Halk bu zalime karşı dayanışma içerisine girerek topyekûn ayaklandı ve bu zalimi alaşağı etti. Bunu yaparken de IŞİD gibi sivil halkı katlederek yapmadı. İlk baştan uzlaşmacı tavır ile sorunlara yaklaştı. Böyle bir yöntemle halkın taleplerine olumlu bir yaklaşım sergilesin diye Ali Abdullah Salih'in yerine daha ılımlı sanılan Mansur Hadi isminde bir şahıs getirildi. Ancak Mansur Hadi yaptığı taahhütlere rağmen sözünde durmadı. Halk bunu da başından def etti. O da Suudi Arabistan'a sığındı. Suudi Arabistan bu şahsı tekrar iktidara taşımak için Yemen'i bombalamaya başladı. Zalim Suud 8 yıl boyunca yaptığı bombardıman ve katliamlarla emeline ulaşamadı. Zira direnç gücü yüksek bir mukavemetle karşılaşmıştı.
Yemen halkı çektiği bütün eziyet ve sıkıntılara rağmen, verdiği onca şehitlere rağmen zalim Suud'a boyun eğmedi. Suud emeline ulaşamadı. Şimdi ise Yemen'in büyük bir kesimini kontrolünde bulunduran Ensarullah hareketi Siyonist katil sürüsüne savaş ilân ederek, İsrail'e füze yağdırmaya ve Siyonist çetenin gemilerini vurmaya başladı. O kadar çok güçlü Müslüman ülke varken, en garibanı olan Yemen Siyonist çeteye savaş ilân etti. Ama ne acıdır ki, Yemen'in fırlattığı uzun menzilli balistik füzeler Suudi Arabistan tarafından vurulmaktadır. Diğer üzücü olan bir başka husus ise, Yemen'in fırlattığı füzeleri Kürecik Radar Üssü tespit edip sinyalizasyon sistemiyle bölgede konuşlanmış olan ABD gemilerine bildirimde bulunuyor ve bu şekilde ABD gemilerindeki füzesavar rampaları devreye girip atılan füzeler roketlerle vuruluyor.
Ne var ki, Yemen'in yiğit direniş erleri mücadeleden vazgeçmiyor. Bu sefer bölgeden geçmekte olan Siyonist çeteye ait olan gemileri vurmaya başlıyorlar. Dün akşam da bir ABD gemisini vurdular. Bazı gemilere ise el koyuyorlar. Gençlerimizin bazıları hayranlıkla izledikleri Yemen'in yiğit erlerini çok özel (!) hocaefendilere soruyorlar, o sözde çok bilmiş hoca efendiler de, "Aman evlâdım, boşverin, onlar Şiî'liğin bir kolu olan Zeydî mezhebindeler. Boşverin onları. Onlar başka hesap peşindeler" diyerek ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir tutum ile kendi küfürlerini tescillemiş oluyor. Yüce Rabbimiz Enbiya Sûresi'nin 92'nci ayetinde buyuruyor ki: "Sizin ümmettiniz bir tek ümmettir ben de sizin Rabbinizim, o hâlde bana kulluk edin." Şimdi sormak lâzım, sırf mezhebi farklı diye bu ayetin hilafına ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir tavır içerisinde olanların akidevî anlamda durumları nedir? Suriye olaylarını anlamayan Yemen'i de anlayamaz. Zira hak cenah bilinmeyince batıl cenaha ram olunur. Rabbim "Müslümanım" diyen herkese basiret versin... (Hazım Koral - Hürseda Haber)