Alo Fetva...
Birkaç gündür özellikle sosyal medya Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sitesine düşen fetvayı tartışıyor. Nasıl düşmüştür, doğru mudur yanlış mıdır, bunları konuşacak değilim.
Bu fetvanın kendisini mi tartışmalı yoksa bir şekilde Diyanet’in bilgi alma sitesinde yer alan fetvanın yer alış biçimini mi?
Hiç birini yapmayalım bence, oturup şu acıklı halimize ağlayalım.
Neresinden tutsak elimizde kalıyor.
Öncelikle Diyanet bu “alo fetva”, “fetva hattı” gibi kafa karıştırmaktan başka bir şeye hizmet etmeyen birimleri kaldırmakla işe başlamalıdır.
Sayın Başkan’ın bu iradeye hâkim bir duruşa sahip olduğuna inanıyor ve güveniyorum.
Fetva mantığı değil aydınlanma ve bilinçlenmeye ihtiyacı var bu milletin.
Asırlar öncesine ait koşulları dikkate alarak verilen fetvaların günümüz idrakine hitap etmediği, aksine bilinçaltını örseleyip kötü niyetli kişilere malzeme sağladığı açıktır.
İnsanları akıllarını kullanmaya teşvik edersek böyle fetva drajelerine ihtiyaçları kalmayacaktır.
“(Allah) Pisliği aklını kullanmayanların üzerine yağdırır” (Yunus–100)
Diyanet çok kalabalık bir teşkilata sahip olup günün şartlarına uyma noktasında personel eğitimi yeterli değildir.
Camideki hatipten televizyondaki din anlatıcısına kadar muhatabını dikkate almama alışkanlığı sürüp gitmektedir.
Kasabalılık ve köylülük neredeyse samimiyet ve dindarlık ölçütü gibi algılanıyor.
Din görevlilerimiz karşıt fikirlerden, çağdaş düşünce ekollerinden ve felsefi cereyanlardan bihaber esip gürlüyorlar.
Fıtrattan kopuk bir anlatıyı din anlatısı sanıyorlar. Bu yüzden cami ile gençlik, cemaat ile çocukluk yan yana gelmiyor.
“Din dili”nin dini hakkıyla genciyle ve ihtiyarıyla günümüz insanına aktarabilecek yeterlilik ve güncellikte olması şarttır.
Düşünceyle beslenmiş bir ifade biçimine ihtiyacımız var. Sahih kaynakları ve referansları düşüncesine kılavuz edinmiş bir tebliğci refleksine muhtacız. Diyanet teşkilatı toplumda en fazla göz önünde bulunan bir teşkilattır.
Konuştukları ve yaptıkları sadece kendilerini değil, kurumu hatta daha da önemlisi kurumun temsil ettiği dini bağlamaktadır.
Bütün teşkilatta bir yenilenme seferberliği başlatılmalıdır. Buna göre:
Bir: Köy imamlarına kadar bütün Diyanet personeli Türkçeyi güzel kullanma ve konuşma yetkinliğine kavuşturulmalıdır.
İki: Din anlatıcıları cemaate aktaracakları ayet ve hadisler üzerinde önceden tefekkür etmeli ve söyleyecekleri sözün ağırlığını kendi vicdanlarında ve de nefislerinde tartmalıdırlar.
Üç: Mutlaka bir sanat dalıyla uğraşmalıdırlar ve bu sanat dalı mümkün mertebe hüsn-ü hat, tezhip gibi klasik sanatların dışında bir sanat dalı olmalıdır.
Dört: Dinde klişelerden uzak durmalılar, kafiyeli, secili duaların albenisine kapılmayıp; yüreklere iniş yapmalılar.
Beş: Bir din adamı değil din görevlisi hatta dininin adamı olduklarını akıllarından çıkarmamalıdırlar.
Altı: Başta Nurettin Topçu olmak üzere Sezai Karakoç, Cemil Meriç, İsmet Özel, İsmail Kara, Mustafa Kutlu, Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Mehmet Akif… gibi yazarlar mutlaka okumalılar.
Yedi: Ali Şeraiti, Musa Carullah, Nazım Hikmet ve Muhammed İkbal gibi yazarları okumaktan korkmamalıdırlar.
Sekiz: Müzik sadece ilahiden ibaret değildir, bilmeliler.
Dokuz: Her dini soruyu cevaplamayı kendilerine vazife bilmesinler; kafada istifham bırakmak soruları yanıtlayıp karşımızdakini rahatlatmaktan her zaman daha iyidir.
On: Bağdatlı Ruhi’nin şu dizlerine de dillerini ve gönüllerini aşina kılsınlar:
“Sanma ey hâce ki senden zer-ü sim isterler
‘Yevme la yenfeu’da kalb-i selim isterler
Unutup bildiğini ârif isen nâdan ol
Bezm-ü vahdette ne ilm-ü ne âlim isterler
Dergeh-i fakra varıp dirliğini arz etme
Anda her giz ne sipahi ne zaim isterler”
(Milli Gazete)