Korkunun politik kullanımı ve seçici savaş karşıtlığı
1963’ten bu yana her yıl Şubat ayında yapılan Münih Güvenlik Konferansı’na 2007’de Vladimir Putin’in konuşması damga vurmuştu. Bütün dünyada çok ses getiren bu konuşmanın tam metnini o yıl Türkiye Genelkurmay Başkanlığı da web sitesine koymuştu.[1] Şöyle demişti Rusya lideri[2]:
“Ancak tek kutuplu dünya nedir? Bunu ne kadar süslerseniz süsleyin, netice itibariyle tek tip durum, tek erk, tek güç merkezi, tek efendi anlamına gelir. Tek egemenin, tek efendinin olduğu bir dünya anlamına gelir. Sonuç olarak bu durum sadece sistemin içindekiler için değil, aynı zamanda egemenliği elinde bulunduran için de ölümcüldür. Çünkü onu içeriden yıkar. (…) Rusya olarak bize birileri hep demokrasiyi öğretiyor. Fakat her nedense bize demokrasiyi öğretenler, kendileri öğrenmek istemiyor.”
Batılı liderlerin yüzüne bakarak şöyle devam etti Vladimir Putin:
“Uluslararası hukukun temel ilkelerinin her geçen gün artan bir şekilde küçümsendiğini görüyoruz. Ve aslına bakılacak olursa, bağımsız yasal normlar, gittikçe bir devletin yasal hukuk sistemine benzemektedir. Bu tek devlet, en önemlisi ve en başta ABD, her yönden ulusal sınırlarının ötesine geçmiştir. Diğer ülkelere dayattığı ekonomik, siyasi, kültürel ve eğitimsel politikalar bunun kanıtıdır.”
Putin bunları söyledikten sonra bugünkü Rusya- Ukrayna savaşının temel gerekçesini açıkladı:
“ NATO ön cephe güçlerini bizim sınırlarımıza yerleştiriyor (…) Bence NATO’nun genişlemesinin ittifakın kendi modernizasyonu veya Avrupa’da güvenliği sağlanması ile hiçbir ilgisi olmadığı gayet açık. Tam aksine müşterek güvenin seviyesini düşüren ciddi bir provakasyonu temsil etmektedir. Ve şu soruları sorma hakkımız var: Bu genişleme kime karşı? Ve Varşova Paktı’nın sona ermesinden sonra oluşturulan Batılı ortaklarımızın sözüne ne oldu? (…) Kimse onları hatırlamıyor bile. Ama ben bu topluluğa söylenenleri hatırlıyorum. NATO Genel Sekreteri Sayın Woerner’in 17 Mayıs 1990 tarihinde Brüksel’de yaptığı konuşmasından alıntı yapmak istiyorum. O tarihte dedi ki: ‘Almanya’nın dışına bir NATO ordusu yerleştirmemeye hazır olduğumuz gerçeği, Sovyetler Birliği’ne kesin bir güvenlik garantisi verir.’ Bu garantiler nerede?”
Bu soruya ABD ve Batı, Rusya’yla alay edercesine Arnavutluk, Hırvatistan, Karadağ ve Kuzey Makedonya’yı da üye yaparak cevap verdi. SSCB 1991’de dağıldığında NATO’nun 16 üyesi bulunuyordu. Batı bloku Rusya’ya NATO’nun genişlemeyeceği sözünü vermiş olmasına rağmen, 1999’da Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya’yı; 2004’te ise Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya’yı da üye yapmıştı. Daha sonra, dediğim gibi, 4 ülke daha üye yapılmıştır.
Gerçekten de, Sovyet Rusya dağıldıktan sonra NATO niye varlığını devam ettirmiştir? Varşova Paktı ortadan kalktığına göre, onun da ortadan kalkması gerekirken, bırakın ortadan kalkmayı niçin 2 kat oranında büyümüştür? NATO niçin sözünü tutmamış, Rusya’nın tehdit algısını sürekli kışkırtarak, Doğu Avrupa ülkelerini NATO’ya dâhil etmiştir? Batı merkezli ana akım medya bu soruları ısrarla es geçmektedir.
Rusya’yı giderek sertleşmeye iten temel faktörlerden biri de Batı’yla “iyi geçinme” çabası ve bu uğurda verdiği ödünler olsa gerek. Örneğin Putin, 28 Mayıs 2002’de NATO-Rusya Konseyi’nin kurulmasını öngören Roma Deklarasyonu’na imza atmıştı. Her ne kadar “Roma Deklarasyonu birlikte çalışmak için bir temel ama bize karşı tehditlere karşı koymamız için her derde deva değil” demiş olsa da, 1999’daki genişlemeye şahit olmuştu Putin. 24-28 Mayıs 2002’de toplanan NATO Parlamenterler Toplantısı sonuç bildirgesinde Romanya, Bulgaristan, Slovenya, Slovakya, Estonya, Litvanya ve Letonya’nın NATO’ya katılmak için hazır olduğu ibaresi de yer almıştı. Belki de bu ibareye o yıl ABD ve İngiltere’nin itiraz etmesi, NATO’nun daha fazla genişlemeyeceği yanılgısını oluşturmuş olabilir Putin’de. Bu arada kimi yorumların aksine Rusya’nın Batı’ya karşı tutumunun sosyalist ideallerden kaynaklanmadığını da belirtmek gerekir. Yapılan bazı değerlendirmeler, 2000 sonrası Rusya’nın kapitalizme entegrasyon çabasına dikkat çekiyor. Daha çok devlet kapitalizminin işlediği Rusya’da %1’lik kesimin ulusal gelirin yaklaşık %25’ini elinde tuttuğu; ülkenin en zengin %10’luk kesiminin ise, ülke zenginliğinin %87’sini kontrol ettiği ifade ediliyor.[3] Kaldı ki, Rusya bugüne kadar İsrail’in Gazze’ye ve Suriye’ye yaptığı saldırılara da göz yummuştur.[4] Buna karşılık İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid 22 Şubat’ta “Rusya ile Ukrayna arasında bir savaş çıkarsa ABD’nin yanında olacağız” açıklamasını yaptı.[5] Ayrıca yine Lapid tarafından İsrail’in BM Genel Kurulu’nda Rusya’yı kınayacağı açıklandı.[6] Dolayısıyla Rusya şunu anlaması gerekir ki, ABD ve NATO’nun statükosuna karşı çıkmak, İsrail’in varlığına karşı çıkmayı gerektirir.
NATO’nun genişlemesi aynı zamanda dünyanın tek bir kültür, değer ve medeniyetle yönetilmesi anlamına da geliyor. Çünkü NATO sadece askeri bir güç değil, ekonomik, kültürel, siyasi bir yaptırım aracıdır aynı zamanda. NATO üzerine yapılmış araştırmaları okuyanlar bunu bilecektir. Özellikle “Batı değerleri”, “Liberal değerler” gibi isimlendirmeler altında yapılan dayatmalar da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Örneğin, Rusya Avrupa Konseyi’nde İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamayı reddeden iki ülkeden (diğeri Azerbaycan) biriydi. LGBT örgütlenmelere topraklarında izin vermedi. Nitekim Batı’yla yaşadığı “yalan ve aldatmayla” geçen yılların ardından Putin’in 24 Şubat’ta yaptığı konuşmadaki şu vurgular bu bağlamda değerlendirilebilir:[7]“Ve gerçekten, son ana kadar, bizi kendi menfaatleri için kullanmak, geleneksel değerlerimizi imha etmek ve bize, halkımızı içten kemirecek olan kendi sözüm ona değerlerini, kendi ülkelerinde saldırgan şekilde yerleştirdikleri ve insan tabiatıyla çeliştiği için doğrudan doğruya yozlaşma ve dejenerasyona götüren mekanizmaları empoze etmek girişimleri kesilmedi. Bunun olmasına izin verilemez.”. Rusya’nın bu tutumu “ABD Dış Politikasında LGBT ve Türkiye”[8] başlıklı yazımızla birlikte değerlendirilirse NATO’nun genişleme politikalarının sadece askeri bir mesele olmadığı anlaşılabilir.
Kuşkusuz Ukrayna bu genişlemenin en kilit ülkesidir. ABD ve NATO merkezli değerler sisteminin Avrasya jeopolitiğine hakim olmasının kilit noktasının Ukrayna olduğu belirtilmektedir. ABD dış politika mimarlarından Zbigniew Brzezinski 1997’de yayınlanan Büyük Satranç Tahtası kitabında bunu uzun bir şekilde değerlendirmektedir. NATO’nun genişlemesine ve Avrasya’nın merkezi önemine değinen Brzezinski, bunun gerçekleşmesi için “Ancak, en önemli devlet Ukrayna’dır.” diyerek, Ukrayna’nın NATO’ya alınmasına işaret etmektedir.
Ama bu nasıl yapılacaktır? Kendi çıkarlarınızın düşmanını bütün bir dünyanın düşmanı olarak sunabilme becerinize bağlıdır bu büyük oranda. Halkları bu düşmandan yeteri kadar korkutabilirseniz, istediğinizi yapmanız da mümkün olabilecektir.
ABD ve Korkunun Politik Kullanımı: Herkesin Ödünü Patlatan Bir Düşman Yarat!
Hatırlatmakta fayda var. II. Dünya Savaşı’nda ABD ve Rusya, Hitler Almanya’sına karşı müttefikti. Savaş sürerken ABD’de Stalin ile ilgili olumlu yazılar yazılıyor, onu “şirin” gösteren karikatürler çiziliyordu. “Joe Amca” deniliyordu ona. Pos bıyıklarıyla sevimli, babacan bir adam tasviri yapılıyordu. Dahası, “anti-komünizmin” amansız savunucusu Türkiye’de bile Lenin’i öven yazılar yayınlanıyordu. Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın sahibi olduğu Akşam Gazetesinin 24 Ocak 1945 tarihli sayısında yayınlanan bir makalenin başlığı şöyleydi: “Lenin’in Vatanperverliği ve Diğer Milletler Hakkındaki Düşünceleri”. Makalede Lenin için şunlar söyleniyordu: “Lenin bir hürriyet ve istiklal kahramanı, yığınların şefi ve teşkilatçısı, Kızılordunun kurucusu idi.” Makale şu sözlerle bitiyordu: “Sovyet vatanperverliği, bütün Rus milletlerini bir kardeşler ailesinin sinesinde sıkı surette birleştiriyor. Sovyetler Birliği’nin yenilmez kudreti buradadır.”
1945 Ağustos’unda savaş bitti. Ne olduysa 1946’nın Şubat ayında oldu. Bugün hâlâ soğuk savaşın nasıl başladığı çok net değildir. Bazı uzmanlara göre ABD’nin SSCB Büyükelçiliği’nde çalışan diplomatı George Kennan’ın 8 bin kelimelik “uzun telgrafı” soğuk savaşın başlangıcı kabul edilir. ABD yönetimi savaşın çok kârlı bir araç olduğunun farkındaydı. II. Dünya Savaşı’nın sonunda ekonomik ve insan kaynağı açısından Avrupa ve Rusya çöküş yaşarken ABD’nin sanayi üretimi yaklaşık 4 kat artmıştı. 1949 yılına gelindiğinde dünyadaki sermayenin 3/4’ü Amerika’da birikmişti. Savaş ABD için üretim ve ticaret yöntemi olmanın yanı sıra, kültür ihracının da vazgeçilmez bir koşuluydu. ABD yönetimi kesinlikle yeni bir savaşa ihtiyaç duyuyordu ama nasıl? Üstelik ABD halkı yeni bir savaş istemiyordu.
Çözüm Arthur Vandenberg’ten geldi. Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Vandenberg, Başkan Truman’a politikasını baştan sona değiştirmek istiyorsa “Amerikan halkının ödünün patlatılması gerektiğini” söylemişti. Tam da öyle yapıldı. Daha bir yıl öncesinin “Joe Amca”sı bütün bir dünya için kötülük simgesi oluvermişti. Yeni düşman komünizm idi. Komünist Rusya dünya halklarının özgürlüğünü elinden almak isteyen sinsi bir düşmandı. Eğer durdurulmaz ise, bütün bir dünyanın üzerine zifiri bir karanlık çökecekti. Halbuki Sovyet Rusya II. Dünya Savaşı’ndan büyük bir yıkımla çıkmıştı. Savaşta aşağı yukarı 25 milyon ölü vermişti. Bu rakam, ABD’nin verdiği kayıplardan (420 bin civarında) 60 kat daha fazlaydı. Nazi Almanyası ve peykleri 88 milyon Sovyet yurttaşının oturduğu toprakları istila etmiş; 15 büyük kent, 1.170 küçük kent, 17.000 köy, 6 milyon yapı, 31.850 endüstri kuruluşu, 65.000 km. demiryolu, 56.000 mil karayolu, 90.000 köprü, 10.000 elektrik istasyonu… yıkılmıştı.
Gerçekler dünya için bir Sovyet tehlikesinden daha çok ABD tehlikesi olduğunu gösteriyordu. Ama bugün de olduğu gibi, ABD algı yönetimi ve manipülasyon konusunda uzmandı.
Basında Korkunun Üretimi: “Rusya’da İnsan Eti Yiyenler Var!”
NATO 4 Nisan 1949’da bu “karanlığı” engellemek amacıyla kuruldu. “Komünist Düşman” imgesi ABD yayılmacılığının yaklaşık 40 yıl boyunca tıkır tıkır işleyen “meşruiyetini” oluşturdu. Sadece 1950’de başlayan Kore Savaşı’nın neticesinde ABD bölgede 400’e yakın üs kurmuştu. Türkiye’nin ABD kontrolüne girmesinin de temel gerekçesi budur. 1945’ten sonra Türkiye’de ABD’den bile daha sert bir komünizm korkusu üretildi. Haberler inanılmazdı. Ayrıntılarına girmesek de bir kaçının başlığına bakalım:
“Nazilerin ve Rusların İşkence Usulleri” (Cumhuriyet Gazetesi, 21 Aralık 1950)
“Rusya’daki 14 Milyon Köle” (Cumhuriyet Gazetesi, 16 Şubat 1949)
“Eşekler Bile Kızıl Cehennemde Kalmıyor” (Dünya Gazetesi 12 Temmuz 1952)
“Stalin’in Açık Türk Düşmanlığı” (4 Aralık 1950)
“Rusya’nın Atom Bombası Stokuna Dair Raporlar” (Cumhuriyet Gazetesi, 26 Ekim 1950).
“Sovyet Rusya Bundan Sonra Türkiye’ye mi Tecavüz Edecek?” (Cumhuriyet Gazetesi, 18 Kasım 1950)
Basın “komünizm korkusu” üretmek için akıl dışı haberler yapmaktan da çekinmiyordu. Örneğin Vakit Gazetesi’nin 16 Ekim 1952 tarihli nüshasının başlığı şuydu: “Harp Tarihlerinin Varamadığı Rakam: Kızıl Çarlık 30 Milyar 62 Milyon İnsan Öldürdü” Halbuki o tarihlerde dünya nüfusunun tamamı 2,5 milyar civarındaydı. Cumhuriyet Gazetesi’nin 17 Şubat 1949 tarihli nüshası ise Rusları “yam yam” olarak gösteren bir haber başlığıyla çıkmıştı: “Rusya’da İnsan Eti Yiyenler Var.” (Cumhuriyet Gazetesi, 17 Şubat 1949).
Haberler öyle bir noktaya gelmişti ki, Rusların barış talepleri bile “taarruz” olarak nitelendiriliyordu. Cumhuriyet'in 31 Ocak 1949 tarihli nüshasında yapılan haberin başlığı şöyleydi: “Rusların Yeni Bir Sulh Taarruzu”.
Casus Haberleri: “Alman Çocukları Babalarını Satıyorlar!”
1940’ların ortalarından itibaren Türkiye’de estirilen havanın neticesinde herkes ha bugün ha yarın Rusya’nın Türkiye’yi işgalini bekler olmuştu. Dahası Komünizm öyle sinsiydi ki, en yakınlarımızı bile casus olarak devşirmiş olabilirdi. Gazeteler casus haberlerinden geçilmez olmuştu. Tüyler ürperten casus haberleri yapılıyordu. Bir kaçına bakalım:
*Cumhuriyet’in 28 Kasım 1950 tarihli sayısı Rus elçiliğini hedef alıyordu: “Rus Elçiliğinin Kurye Faaliyeti Hayli Arttı”
* Zafer Gazetesi’nin 4 Ocak 1950 tarihli nüshasında çıkan bir haber ise toplumu çocuklarından bile şüphe etmeye yöneltiyordu. Şöyle yazıyordu haberin başlığında: “Rusların Yeni Bir Casusluk Türü: Alman Çocukları Babalarını Satıyorlar”
Hergün Gazetesi’nde 20 Ağustos 1951’de çıkan bir haber ise çizgi roman fantezilerini andırır cinstendi: “Türkiye’ye Sızan Kızıl Casuslar: Bunların Arasında Bulgar Dahiliye Nazırının Hususi Katibi Kamçılı Kız Namile Maruf Kız da Var.”
Komünist casuslar ülkeyi öyle bir sarmışlardı ki, camilere bile sızmışlardı. Akşam Gazetesi’nin 20 Ağustos 1954 tarihli nüshası şu haberi vermişti: “Solcu Bir Meczup Camide Vaize Müdahele Ettiğinden Nezaret Altına Alındı.”
Casus haberlerinin ürettiği korkunun hangi boyutlara vardığını göstermesi açısından 5 Ağustos 1954 ve 21 Şubat 1955 tarihli Milliyet Gazetesi’nin verdiği haberler özellikle çarpıcıdır: “Moskova’dan Gelen Güvercinler” başlığıyla verilen haberde kuşların vilayete getirilerek ilgililere teslim edildiği yazıyordu. Diğer haberin başlığı ise şuydu: “Moskova Plakalı Martı Yakalandı” Haberde Samsun limanında sağ bacağında Moskova ve bazı Rusça rakamlar yazılı olan bir “martı kuşu” yakalandığı ifade ediliyordu.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi Ruslar bir de “mikrop harbi” başlatmışlardı. 7 Temmuz 1952 tarihli Akşam Gazetesi’nin manşeti “Rusların Mikrop Harbi” başlığını taşıyordu. Habere göre Apullu ve Mandıra köyleri arasında, içi sâri (bulaşıcı) hastalık mikrobu ile dolu 20 şişe bulunmuştu. Şişelerin içinde ne olduğu, kimlerin koyduğu belli değildi ama haberin arasına konulan bir başlık adresi veriyordu: “Diğer taraftan Moskova Radyosu Hezeyanlarını Arttırmakta…”
Haberlerin ürettiği korku aynen Vandenberg’in dediği gibi halkın ödünü patlatacağı cinstendi. Öyle ki Cumhuriyet Gazetesi 21 Temmuz 1950 tarihli nüshasındaki “3. Dünya Harbi Nasıl Olacak?” başlığının altında “Rusya Nihayet Türkiye’ye karşı da Taarruza Geçti” deniliyordu. Sınırda gerçekleşen adli bir vaka, adeta savaş açılmış gibi veriliyordu.
O dönemde komünizm ve Rus korkusunu mütemadiyen kamçılayan sayısız haber yapılmıştır. Bu kadarı sanırım yeterli olur. Fakat bu haberler yapılırken; halkın kendi çocuklarından, martılardan, camilere gelebilecek meczuplardan, bir köye bırakılmış mikrop şişelerinden vs. ödü patlarken Cumhuriyet’teki 24 Temmuz 1950 tarihli bir başlık asıl felaketin habercisiydi: “Türk Dostu Bir Amerikan Senatörü Geldi”
Kore Savaşı: Türkiye En Ağır Kayıp Veren İkinci Ülke
Gelen senatörün adı Harry Pulliam Cain idi. Haberin tarihine lütfen dikkat edin. Cain’in gelişinden bir gün sonra Türkiye Kore Savaşı’na katılma kararı alacaktır. Cain, Kore’ye asker gönderilmesinden dem vurmuş, “Atlantik Paktı’na alınma ihtimali”mizden bahsetmişti (26 Temmuz, 1950, Cumhuriyet).
Türkiye 25 Temmuz 1950’de Kore’ye 4.500 asker göndereceğini açıkladı. Hemen arkasından NATO’ya girmek için başvuruda bulundu. 28 Temmuz 1950 tarihli Akşam Gazetesi ise büyük puntolarla şunu yazıyordu: “Atlantik Paktına Girmedikçe Kendimizi Emniyette Sayamayız.”
Behice Boran ve Adnan Cemgil gibi isimlerin bulunduğu küçük bir grup olan Türkiye Barışseverler Cemiyeti (TBC) hariç Kore Savaşı’na muhalefet eden hiç kimse olmadı. “Vatan, Millet, Bayrak, Ezan” söylemlerinin altında bütün bir ülkede “cihad ve şehadet” atmosferi oluşturulmuştu. 4 bin 500 vatan evladı böylelikle ABD’li general McArthur’un komutasına verildi. Türkiye Kore Savaşı’nda en ağır kayıp veren ikinci ülke oldu. (Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgiyi “Ayla Oscar’ı Hakediyor!” başlıklı yazımızda bulabilirsiniz[9])
Bu noktada TBC’nin muhalefetine dikkat çekmekte fayda var. Meclis’e çektikleri telgrafta şöyle demişlerdi:
“Adnan Menderes Hükümeti, Kore’de harp etsin diye 4500 Türk çocuğunu General McArthur’un emrine veriyor. Adnan Menderes Hükümetinin bu kararı Türk milletine nasıl gösterilirse gösterilsin Amerika’nın menfaatleri uğruna savaşa katılmamız demektir.”
TBC ayrıca bir öngörüde de bulunmuştu. ABD’ye yardım edersek, Türkiye’nin zor durumda kaldığı bir durumda ABD’nin de Türkiye’ye yardım edeceğinin temelsiz ve yanlış bir görüş olduğu söylenmişti.
Dönemin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü zehir zemberek bir açıklama yaptı. Şöyle diyordu TBC için “Kore’ye yardım hadisesinin memlekette bir huzursuzluk yaratacağı şayiaları komünizm yardakçıları ve spekülatörlerinin sözleridir.” (Cumhuriyet Gazetesi, 31 Temmuz 1950). Ne var ki TBC’nin uyarılarının doğruluğu 1964’te Türkiye Kıbrıs’a çıkarma yapmak isteyince ABD’nin gönderdiği “Johnson Mektubu” ile anlaşılacak ama iş işten geçmiş olacaktı.
TBC üyeleri telgrafın gönderilmesinden hemen sonra derdest edilip, tutuklandı. Nasıl olsa dinsiz imansız bir grup komünistti. “Komünist” kelimesi bile halkın ödünü patlatmaya yetiyordu.
Sonuç: Rusya Korkusu, Seçici Savaş Karşıtlığı ve Amerikancılığı/NATO’culuğu Yeniden Üretmek
Colin Powell’ın 2003 yılında BM’de bütün dünyanın gözünün içine bakarak söylediği “kimyasal silah” yalanını hatırlarsınız. O günlerde dünyada üretilen “kimyasal silah korkusu” ABD’nin Irak işgaline giden yolu açmıştı.
1945’ten sonra ülkemizde pompalanan “komünizm korkusu” ise Türkiye’nin ABD yörüngesine girmesinin temel dinamiklerinden biriydi. Bu korku yıllar boyunca canlı kaldı. Bizler komünizmden korkarken, ABD Türkiye’ye yerleşti. 1950’li yıllarda Türkiye adeta ABD’li uzman istilasına sahne olmuştu. Eski ABD Büyükelçisi McGhee (1952) bu uzman sayısının 25 bine kadar çıktığını belirtmektedir. Diğer taraftan ülke ABD üsleriyle doldu. 1963 yılı itibariyle Türkiye’deki Amerikan üs ve tesis sayısı 101’e çıkmıştı. Kamu teşkilatlarında ABD’li uzmanlar istihdam edilmiş, istihbarat teşkilatı bile maaşlarını CIA’dan alır hale getirilmişlerdi. Tabii ki, 1952’de Türkiye’nin NATO’ya alınmasıyla birlikte Seferberlik Tetkik Kurulu (Özel Harp Dairesi) kurulmuş, Türkiye 1970’li yıllarda kaotik bir ortama çekilmiştir. Türkiye’nin ekonomisi, kültürü, eğitimi, dış politikası ABD’ye bağımlı hale getirilmiştir. Öyle ki, ABD Türkiye’de kendi ülkesinden bile rahat hareket eder olmuştur. Bütün bunların yapılmasında “komünizm korkusu” başat rol oynamıştı. Aradan yıllar geçtikçe, Türkiye darbelerle, terörle, ekonomik ve askeri yaptırımlarla karşılaştıkça ABD ve NATO’yu tanıdı.
Bugün Rusya’nın Ukrayna’ya girmesiyle birlikte hem ülkemizde, hem de bütün dünyada Amerikancılık ve NATO’culuk yeniden üretiliyor. Şu an sosyal medyada sıradışı bir algı yönetimi ve manipülasyon işliyor; aynen 1950’li yıllarda olduğu gibi sınırsız bir manipülasyon. Rusya’nın emperyal hedeflerinden bahsediliyor, Putin’in Türkiye ve dünya için ne denli gözü dönmüş bir diktatör olduğu savunuluyor. Peki bunları söyleyenler, korkumuzu sonuna kadar kamçılayanlar bizi nereye davet ediyor? Aynen öyle, NATO’ya… Habertürk'te çıkan bir yazının başlığı şu: “Rusya'nın Saldırısı NATO'nun Doğu Genişlemesini Haklı Çıkardı”
Bazı partilerin liderleri de aynı şeyi yapıyor. Bizi ABD, Batı ve NATO’dan ayrılmamaya davet ediyor. Hatta NATO üyesi olduğumuz için şükredenler bile var.
Üstelik bu “savaş korkusu” ve “savaş karşıtlığı” üzerinden yapılıyor.
Gelgelelim “savaşa karşıyım” diyenler Irak’a, Suriye’ye, Yemen’e, Libya’ya Amerikan postalını davet etmekten hiç çekinmiyor. ABD’nin; Guetemala’da, Şili’de, Venezeulla’da, Bolivya’da, Nikaragua’da, Somali’de, Peru’da, Afganistan’da, Brezilya’da, Arjantin’de, Panama’da, El Salvador’da… ve tabii ki Türkiye’de neler yaptıklarını unutmuş görünüyorlar. Vietnam’ın üzerine II. Dünya Savaşı’nda atılan bombalardan 3 kat fazlasının atıldığını (8 milyon ton) unutmuş görünüyorlar. Birkaç gün sonra My Lai katliamının yıldönümü. Vietnam’ın bu köyünde olup bitenleri hatırlayan var mı? 16 Mart 1968’de gerçekleşti My Lai katliamı; tarihin en acımasız katliamlarından biriydi. 400’e yakın kadın, çocuk, yaşlı sivil, Amerikalı komutanın “şehvetli” bağrışları arasında infaz edildi. Gazeteciler, fotoğraf makinelerini kapadılar. Kalemleri bir köşeye bıraktılar. Hiçbir şey hatırlanmasın, bilinmesin diye. Seymour Hersh olmasaydı bilinmeyecekti de. Neyi hatırlamamız, neyi unutmamız gerektiğine kim karar veriyor?
Bunun adı seçici savaş karşıtlığıdır. Eğer “savaş karşıtı” tutum dürüst ve tutarlı bir duruş olsaydı, öncelikle dünyanın en büyük savaş aygıtı olan ABD emperyalizmi ve NATO’nun varlığına son verilmesi asıl ve öncelikli hedef olur; topraklarımızda, bölgemizde ve dünyanın yaklaşık 1000’e yakın noktasında niçin Amerika ve Batı postalının olduğu sorgulanırdı. Bu yapılmadan geliştirilmiş bir savaş karşıtlığı ya hiçbir şey söylememek ya da bir başka ve daha büyük savaşın yanında olmak; Amerikancı ve NATO’cu olmak anlamına gelir. Daha açık bir şekilde söylemek gerekirse, ekonomik, kültürel ve askeri emperyalizmin yanında saf tutmak anlamına gelir. Öyle düşünülmese, öyle hesaplanmasa ve amaçlanmasa da sonuç budur.
Maalesef bazı sosyal medya hesapları ve kalemler, “kategorik Batı/ABD/NATO karşıtlığı yapacağınıza Ukrayna’daki akan kana bakın, ona tepki gösterin” diyor.
Ben de soruyorum: Ukrayna’daki akan kanı ABD ve NATO mu durduracak? Siz yangını söndürmek için kundakçıyı davet ediyorsunuz. Bir günden bir güne NATO’nun varlığını sorguladınız mı? İnsaniyet, savaş karşıtlığı, dürüstlük bu mu?
Savaşın ve sömürünün baronlarını cilalayan bu tutumunuz unutulmayacaktır. (islamianaliz)
__________________________
[1] https://www.hurriyet.com.tr/gundem/putinin-munih-konusmasi-genelkurmayin-sitesinde-5956456
[2] https://www.youtube.com/watch?v=WAavE0GQWG4
[3] https://www.birgun.net/haber/rusya-cin-e-guvenebilir-mi-375247
[4] https://www.medyasafak.net/haber/3197/putin-ve-israil
[5] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/israil-disisleri-bakani-lapid-rusya-ile-ukrayna-arasinda-savas-cikarsa-abdnin-yaninda-olacagiz/2508160
[6] https://salom.com.tr/haber-121409-Israil_rusyaacutenin_ukraynaacuteyi_isgalini_bm_genel_kuruluacutenda_kinayacak.html
[7] https://ydh.com.tr/HD17137_putinin-konusmasi.html
[8] https://islamianaliz.com/makale/9248724/mucahit-gultekin/amerikan-dis-politikasinda-lgbt-ve-turkiye
[9] https://islamianaliz.com/makale/7465335/mucahit-gultekin/ayla-oscari-hak-ediyor