Kendine şahitlik ve öz muhasebe
Hata yapmak, yanlış kararlar vermek, akl-ı selimin değil de nefsin arzu ve korkularına boyun eğmek insan olmanın özelliklerindendir. İnsan bir taraftan hakkanî olanı, aklanî olanı, temiz olanı, doğru olanı tercih etme eğilimindeyken, diğer taraftan da çıkarına düşkün bir varlıktır. Öfke, korku, ihtiras, kendini beğenmişlik, toplum tarafından kabul edilme arzusu ve acelecilik gibi özellikler aklın sesini duyulmaz kılabilir. Nefsin tesiri altına girdiğimizde yaşadığımız âna odaklanır, o ânın gerektirdiği gibi davranır ve ama o davranışın gelecekteki sonuçlarını düşünemeyebiliriz. Bazen de düşünür ama o ânın zorlayıcı etkisine teslim olabiliriz. Bununla birlikte insan kendini kınayabilen, yargılayabilen, kendini hesaba çekebilen bir varlıktır. Kur’an “Doğrusu insan kendi kendinin şahididir” (Kıyamet Suresi: 14) derken insanın kendi yaptıklarını görebilen, gözetleyebilen, değerlendirebilen bir varlık olduğunu vurgular. İnsan bu yönüyle kendisiyle hesaplaşabilen, “öz muhasebesini” yapabilen bir nitelik taşır. Kendini muhasebe edebilmek, “kendisi üzerine düşünebilmek” insanın yücelmesini; ilahi ve melekûtî alemle bağlantı kurmasını sağlayan ilk adımdır. Bu, kuşkusuz insanın kendine karşı dürüst olmasını gerektirir.
Kur’an’ın Hz. Yunus Aleyhisselam’ın dilinden aktardığı dua bu bakımdan hem çok etkileyici, hem de çok öğreticidir:
“Zünnûn’u (Balık sahibi; Yunus’u) da hatırla. Hani öfkelenerek (halkından ayrılıp) gitmişti de kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde, “Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum” diye dua etti.” (Enbiya Suresi: 87).
Malum olduğu üzere Hz. Yunus kavmine gereken tebliği yapmış ama kavmi ısrarla ve inatla ilahi mesaja karşı çıkınca “öfkelenip” kavmini terk etmişti. Diğer bir ifadeyle “sizden adam olmaz!” diyerek kapıyı vurup çekip gitmişti. Halbuki Allah’tan bu yönde bir emir almamıştı. Tebliğ görevi devam ediyordu. Hz. Yunus kavminden neler çekti, neler yaşadı, ne tür ithamlara, iftiralara, manipülasyonlara maruz kaldı ayrıntısıyla bilemiyoruz. Zaten Kur’an da mevzunun bu kısmına değil, Yunus’un davranışına dikkatimizi çekiyor. Kalem Suresi 48. Ayette Peygamberimize hitaben “Sen Rabb‘in in hükmüne sabret, balık sahibi gibi olma” diyor.
Tebliğ bizim öznel yargılarımıza, suçlamalarımıza ve öfkemize kurban edilemeyecek kadar önemli bir görevdir. Değil mi ki, işin ucunda bir insanın değişmesi, bir insanın kazanılması, bir insanın doğruyu görmesi ihtimali var; bu, sabra ve sineye çekmeye değer bir şeydir. Fakat ayet Hz. Yunus’un kendini görebilme, “kendine şahitlik edebilme” ve kendine karşı dürüst davranabilme melekesine de dikkatimizi çekiyor. Kanaatimce yanlışın kendisinden daha önemli bir şey bu; insanı insan yapan, yücelten, affa layık kılan bir özellik. Bu öyle kritik bir özellik ki, düşüşün de, yükselişin de mümkün olduğu bir dönüm/dönüşüm noktası. Kendini muhasebe edebilmek/edememek, ya yola yola tekrar koyulmayı ya da aşağıların en aşağısına yuvarlanmayı mümkün kılan bir özellik.
İnsanın kendini muhasebe edebilme yetisi olumlu/olumsuz her durum için gereklidir. Hz. Yunus’un “innî kuntu mine-zzâlimîn” (ben zalimlerden oldum) itirafını yapmadan önce “lâ ilâhe illâ ente subhâneke”(Senden başka ilah yoktur, eşi-benzeri olmayan sensin) demesi ayrı bir önem taşır. Çünkü Allah göstermesin, nefsimize boyun eğmek, bir şeylerin değişmesinin “kendi çabamıza bağlı” olduğunu düşünmeye başlamak, derinlerde Allah’ı dikkate almadığımızın bir göstergesi olabilir.
Bizi karanlıklardan aydınlığa çıkaracak odur. Karanlığın kaim olduğu düşüncesine kapılmak şeytandandır; aydınlığın kendimizden kaynaklandığını düşünmek de…
*
Yenilgiler de, zaferler de samimi ve makul muhasebeler gerektirir. Muhasebe, hem kişisel hem de toplumsal gelişimin anahtarıdır. Diğer taraftan olgun ve makul bir muhasebe acıtıcıdır; insana haddini bilmeyi öğretir, kendi gerçekliğini gösterir. Çoğu insan gerçekleri değil, beklentilerini okşayan şeyleri duymak ister. Bedeli ödenmemiş zafer anlatıları ve abartılı iyimserliklerle maluldür bu tutumun bir yönü. Gerçekler kendini dayattığında ise, kurgusal dünyasını devam ettirebilmek için başka yanıltıcı açıklamalara, ayırt edici olmayan genellemelere, kaba-saba analojilere, gerçeklikten kopuk korkulara ve suçlamalara sığınır. Şartlı bedel anlayışı bir diğer özelliğidir bu tutumun. Bedel ödemeyi göze almıştır ancak pazarlıklı bir bedel anlayışıdır bu: Bedelin ağırlığı arttıkça ve beklentilerin karşılanma süresi uzadıkça huysuzlaşır, hırçınlaşır ve abartılı iyimserlik hızlı bir şekilde abartılı kötümserliğe evrilir. Bir taraftan kararlıymış gibi görünür ama diğer taraftan da olabildiğince kırılgandır.
Gerçeklikle bir türlü yüzleşmek istemeyen bu tutumun bir diğer yüzü ise inattır. Yanlışında ısrar etmeyi kararlılık ve ilkelilik olarak sunar. Halbuki bu, “battı balık yan gider” durumundan başka bir şey değildir.
Umudu halüsinasyondan ayıran şey içten bir muhasebedir. Bu, Sübhan olan, ortağı bulunmayan Rahman’a yönelmenin ikramıdır.
Günümüzde de gözlemleyebileceğimiz gibi, insanlık karanlıklara mahkum edilmek isteniyor. İnsanın hem kendinden hem de Allah’tan ümidini kesmesi isteniyor. “Bu dünya böyle gelmiş, böyle gider!” duygusu bütün toplumlara empoze edilmek isteniyor.
Materyalist ve seküler dünya görüşü; bütün rezilliklerine, bütün zulümlerine, bütün riyakarlıklarına ve açmazlarına rağmen “elimizdeki en iyisi” imiş gibi sunulmak isteniyor. Bunun yolunun en başta Müslümanların Aziz İslam’dan ümidini kesmesiyle mümkün olabileceğini biliyorlar. O yüzden köklü bir dönüşümü mümkün kılabilecek “cihad” gibi, müsamaha gibi; adalet, ikram, infak, selâm, hak-hukuk, diğerkamlık, ötekine anlayış ve tolerans gibi bütün anahtar kavramlar kirletiliyor. Çözümsüzlük ve kaosa mahkum bir dünyada yaşadığımız ve yaşamaya devam edeceğimiz dayatmasında bulunuluyor. “Hepimiz kötüyüz” anlayışı adım adım dünyayı dolaşıyor, ilmek ilmek işleniyor.
Çatışma ve husumet toplumun kılcal damarlarına kadar sirayet etsin isteniyor. Sadece şu ırk bu ırka ya da şu mezhep bu mezhebe değil; erkek kadına, insan hayvana, öğretmen öğrenciye, hasta doktora, müvekkil avukata ve en nihayetinde herkesin herkese güvenini yitirdiği bir dünya tasavvur ediliyor.
Allah’tan ümidini kesmiş bir dünyanın insandan da ümidini keseceğini biliyorlar. Ümitsiz insanların, ümitsiz toplulukların “sahte vaatlere”, “sahte ümitlere” mahkum olacağını biliyorlar. Sağlam bir kulptan yoksun kalmış kitlelerin, kendilerine uzatılan her çürümüş dala itibar edeceğini biliyorlar.
Rudyard Kipling ta 1890’da “Bizler, hepimiz, anlaşılmazlık denizinde birbirimize yalanlar haykıran adalarız” demiş. Hayır, öyle değil. Daha doğrusu öyle olmak zorunda değiliz. Rengine, ırkına, dinine ve mezhebine bakmaksızın insanı dert edebiliriz. Bizler “Ey İnsanlar!” diye hitap eden bir kitaba inanıyoruz. Bizler, “’Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli gönder, bize katından bir yardım eden yolla' diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan mustazaflar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisa Suresi: 75) diyen bir kitabın muhataplarıyız.
Bu hitabın muhasebesini içtenlikle yaptığımızda, dünyanın bütün mustazaflarıyla ellerimiz buluşabilir. Allah’ın ihsanına, inayetine, ikramına mazhar olabiliriz.
O, subhandır, kâdirdir ve hesapsız verendir.
O, ne güzel bir vekil, ne güzel bir dost be güzel bir yardımcıdır. (islamianaliz)