Okumak Örnek Almaktır
“Şüphesiz ki Allahu Teâlâ; emaneti ehline vermenizi, insanlar arasında hüküm ettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allahu Teâlâ bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah işiten ve görendir.” (Nisa 58 ve 59)
"Ümmetimin en hayırlısı benim aralarında peygamber olarak gönderildiğim nesildir. Sonra onları takip edenler ve sonra da onları takip edenlerdir." (Müslim Fedailu`s-Sahabe Bab: 52; Müsned-i İmam Ahmet 18349)
"Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz."
İnsan madde ve manada her mevzuda bir şeyi öğrenip yaşayabilmek, hayatına yansıtabilmek için o manayı hayatın canlılığı içinde temsil eden bir numune-i imtisale (yani örnek model) ihtiyaç duymaktadır. Mücerret mana ve mülahazalar, hayatın canlılığı içinde fiilen ve amelen tatbik ve temsil edilmedikçe ete ve kemiğe bürünüp de görünür ve hissedilir hale gelmedikçe kolay kolay bilinemez ve öğrenilemez ve hayata geçirilemez... İnsan fıtratı icabı her şeyi öğrenmek ve kendi hayatına aksettirebilmek için bir numune-i imtisale muhtaçtır. Önce taklidini öğrenir öğrendiklerini bilahare tahkik edebilir. Nitekim çocuklar iyi veya kötü, müspet veya menfi hemen her şeyi kendi aile ve çevresinden görüp taklit ederek öğrenmektedir. Çocuğun şuuruna ilk tesir hemen hemen ömür boyu devam etmekte, her insanın hayatını etkilemektedir. Bu açıdan bakıldığında insanın ahlaki yapısı ve karakteri, davranış biçimi ve zevki çevresine göre şekillenmektedir. İyi ve kötü her şeye ve her yere ülfet edebilecek şekilde yaratılmış olan insan adeta su gibi içine konulduğu kabın şeklini almaktadır.
Mücerret okumalar bir dereceye kadar fayda sağlasa da, hayatın içinde yaşanmış canlı örnekliklerin etkisi çok daha fazla ve kalıcı olmaktadır. Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde ve eserlerde kıssa ve misallere gayet geniş yer verilmiş olması talim, terbiye ve tedrisatta izlenecek yola ışık tutmakta, insan fıtratına en mütenasip talim ve terbiye usulünü göstermekte, okuma ve anlamaya yönelik serişteler vermektedir. İnsan tıpkı kendisi gibi beşeri sıfatlarla muttasıf olan insanların hal, tavır ve davranışlarından ve hayatından etkilenmekte, onları taklit edip izleyebilmektedir. Kur`an-ı Kerim`de peygamberlerin (aleyhimü`s-selam) hayatından ve geçmiş kavimlerden kıssalar verilmekte, yaşanmış canlı örneklerle gönüller irşad edilmektedir. Asrısaadet ise Din-i Mübin-i İslam`ın hayata tatbikine dair ilk temel numune-i imtisal olması hasebiyle sonradan gelen bütün çağlara, nesillere vazgeçilmez bir örnek teşkil etmektedir. Asrısaadet her veçhesiyle İslami yaşayış, bakış ve anlayışla şaşmaz bir mihenk taşıdır. ashab-ı kiram bu yolun bayraktarları ve sonrakilerin adım adım izleyip örnek alacağı işaret levhalarıdır.
Kur`an ve sünneti anlamanın şifre ve kodları Din-i Mübin-i İslam`ı yaşamanın ipuçları ve yol haritası asrısaadette aranmalıdır. Farzı mahal İslam’ın asrısaadette olduğu gibi bir cemiyet yapısı içinde fiilen ve amelen yaşanmış canlı bir numune-i misali (örnek modeli) olmasaydı, sonra gelen nesillerin sadece yazılı metinlere ve eserlere bakarak canlı bir patik ortaya koyabilmesi neredeyse imkânsız olurdu. Nitekim Müslümanların bulunmadığı bölgelerde, kendi kendine yazılı eserleri okuyup araştırmak suretiyle İslam`ı kabul eden muhtediler kendi cemiyetlerinde taklid edilebilecek yaşayan bir örneği bulunmadığı için ibadetleri öğrenebilmek gayesiyle bir müddet İslam beldelerinde ikamet etmektedirler. Zira yaşayan canlı bir geleneğin içinde bir saat görüp izleyerek ve taklit ederek öğrenmeyen bir kimse kendi başına sadece kitabı okuyarak abdest almasını dahi beceremez, namazın tek bir rüknünü bile yerine getiremez. Hacca gidecek olsa orada ne yapacağını bilemez. Hac menasiklerini nasıl ifade edeceğini bilemez. Kurban bile kesemez. İslam yazılı metinlerden ziyade yaşayan canlı geleneğe istinad eder. Nesiller boyu peyderpey tevarüs edilmek suretiyle yaşayan bu geleneğin numune-i imtisali (örnek modeli) asrısaadettir. İttiba etmekle emrolunduğumuz Resul-i Zişan Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) ve raşid halifelerin (radıyallahu anhum) sünnetidir. Resul-i Zişan Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sarih beyanıyla asırların en hayırlısı olan asrısaadet numune-i imtisalimiz ve yaşayan İslami geleneğin mesnedi ve mihveridir.
Nitekim asrısaadeti takip eden tabiin ve Etba-i Tabiin döneminde inkişaf edip şekillenen ve tevarüs edilen yaşayan canlı ilmin tedvin edilip yazıya geçirildiği bu dönemde teşekkül eden fıkhi ve itikadi mektepler asrısaadet kıvamını yakalamak, Din-i Mübin-i İslam’ın numune-i imtisalimiz olan asrısaadetin ruhuna ve maksadına uygun olarak yaşamak ve yaşatmak ve gelecek nesillere ilmi, ameli ve yaşayan canlı bir miras olarak ulaştırmak gayesiyle hareket etmişlerdir. Geniş bir coğrafyaya yayılan; farklı dil, kültür, tarih ve geleneklere bağlı değişik kavimlerin İslam`a girmesiyle ortaya çıkan binlerce yeni mesele asrısaadetin ruhunu (ilmi ve manevi mirasını) temsil eden fıkhî ve itikadi mektepler (mezhepler) tarafından Kur`an, sünnet ve icma-ı ümmet delilleri ışığında iklim, bölge şartları ve kavimlerin günlük yaşayışlarına hâkim örf ve gelenekleri de dikkate alınmak suretiyle çözüme kavuşturulmuştur. Aslen yabancı kültürlerden gelen muhtelif kavimlerin İslam`a girdiği bu İslamileşme sürecinde her birisi bulunduğu bölgede Etba-i Tabiin, Tabiin ve Sahabe-i Kirama uzanan silsile yoluyla yaşayan asrısaadet ilmî ve manevi mirasını temsil, tebliğ ve tedris eden ve her birisi zamanın kutbu olan bir büyük müçtehidin şahsında ve ilim halkasında teşekkül eden mezheplerin asrısaadet mirasını koruma, yayma ve yaşatmada hizmetleri azim olmuş. Bu fedakâr imamlar (r.anhüm) İslam’ın ilmi ve manevi muhafızı olmuşlardır.
Nebevi İlim Mirasının Büyük Müçtehitler Döneminde Tedvin ve Tedrisi
"De ki herkes kendi şakilesine göre hareket eder.
Biz dilediğimizi yükseltiriz" (17 / 84)
"Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır. Cenabı hak ise sonsuz ilim sahibidir." (Yusuf Suresi: 76)
"Müminlerin (umumi bir zorunluluk olmadıkça) hepsinin toptan savaş için sefere çıkmaları gerekmez. Onların her kesiminden bir taifenin dini ilimlerde derinleşip fıkıh (ince anlayış) sahibi olmaları ve kavimleri geri dönünce onları irşad edip (ilmen ve manen) uyarmaları gerekir ki bu sayede yanlışlıklardan sakınabilsinler." (Tevbe 122)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Muaz bin Cebel`i Yemen`e kadı olarak gönderirken ona önüne gelen meselelerde Allahu Teâlâ`nın kitabında ve Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetinde bir hüküm bulunmadığında ne yapacağını sorması üzerine Muaz`ın "kendim içtihat ederim" cevabını vermesi hazreti peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi ziyadesiyle memnun etmiştir. (Tirmizi, Ahkâm:3)
Kıyas ve içtihada sünnet-i seniyeden getirilen delillerin başında zikri geçen bu meşhur muhaverede birkaç mühim noktaya teveccüh edelim. Bizzat Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından binlerce sahabe (r.anhüm) arasından seçilip Yemen’e hâkim olarak tayin edilen Muaz b. Cebel (r.a) Ensar ve Muhacir (r.anhüm) arasında ilmi dirayeti, ehliyet ve vukufiyetiyle temayüz etmiş, Hz. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’in terbiyesinde yetişmiş ve ilim, edeb ve ahlaken kemale ermiş, Kur`an ve sünneti en iyi bilen ve içtihad edebilecek seviyeye gelmiş âlim ve fakih sahabelerdendir. Sıradan birisi değildir. İçtihad gerektiren meselelerde, içtihad ettiğinde isabet edebilecek, Kur`an ve sünnetin ruhuna ve şeriatın amacına (makasıdu’ş-şeria’ya) en uygun kararı verebilecek akli olgunluğa ve ilmi donanıma ve altyapıya (ilmi hüviyete) sahiptir. İçtihad yapabilecek ehliyet ve liyakate haiz olduğu için böyle bir vazifeye tayin edilmiştir. Zira içtihad, ehliyet ve liyakat ister, herkesin yapabileceği bir iş değildir. Dolayısıyla içtihatla hüküm verebilmek için ilmi kifayet, ehliyet ve vukufiyet elzemdir ve ancak ehli olan için caizdir. Hem Ehl-i Sünnet hem de Şia, içtihad yapabilecek ilmi ehliyet ve vukufiyet sahibi olmayan herkesin bir müçtehide tabi olmasının gerekli olduğu hususunda ittifak etmiştir. Akl-ı selim ve bedahet de bunu gerektirir. Herkes âlim olamayacağına göre, ilim sahibi olmayanlar, ilim ehline ittiba edecektir.
Endülüs’ten Endonezya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılan İslam çatısı altında toplanan ve ümmet binasının bir parçasını oluşturan yüzlerce cemiyet ve yeni kavim, kendilerine tebliği ulaştıran davetçilerin irşadıyla İslam’ı öğrenip yaşamaya başlamıştır. Gayet tabii olarak her bölge ve belde, o bölgede nebevi ilim mirasını en iyi temsil ve tebliğ eden ehliyet ve liyakat sahibi âlimlere tabi olmuş, onların içtihad ve fetvaları doğrultusunda amel etmişlerdir.
Sahabe-i kiram (r.anhüm)’ın şahsında ve hayatında yaşayan canlı bir sünnet olarak temsil edilen nebevi ilim mirası, olduğu gibi aynı titizlikle tabiine intikal etmiş; Tabiin’den de Etba-i Tabiine ve bu döneme damgasını vuran, her birisi bulunduğu bölgenin fetva mercii olan müçtehid imamlara ve yetiştirdikleri ehliyet ve liyakat sahibi talebelerine intikal etmiştir. Bu dönem nebevi ilim mirasının döneme damgasını vuran zirve şahsiyetler eliyle tedvin ve tedris edilerek kayıt ve muhafaza altına alındığı, azami titizlikle sünen kitaplarının hazırlandığı devredir. Hz. Peygamber (s.a.v)’den nakledilen rivayetlerin tamamına yakını cerh ve tadil ile tasnif edilerek kayda geçirilmiş, nebevi ilim mirası noksansız olarak gelecek nesillere devredilmiştir. Siyer-i Nebi, Hz. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’in kavli, fiili ve takriri sünneti ve Hulefa-i Raşidin (r.anhüm) dönemi tarihi en ince tafsilatına kadar kaydedilmiş ve bugün eksiksiz olarak elimizdedir. Asırların en hayırlısı olan asrısaadet ve insanların en hayırlısı olan Sahabe-i Kiram ve onları izleyen Tabiin ve Tebe-i Tabiin dönemi eşsiz bir nümune-i imtisal olarak gözümüzün önündedir ve kıyamete kadar bir topluluk bu dini yaşamaya ve yaşatmaya devam edecektir.
Etba-i Tabiin asrı büyük müçtehitler dönemidir. Her birisi peygamber varisi ulema vasfına layık büyük müçtehitlerin yetiştiği bu dönem ilim ve içtihadın altın çağını temsil eder. Her birisi bulunduğu bölgenin taklit ve fetva merci olan büyük müçtehitler yaşayan nebevî ilim mirasını tanzim, tasnif ve tedvin ile ilim halkalarında tedris ederek (sistematize edilmiş, usul ve kanunları tespit edilmiş, mektebi bir faaliyet içinde) bu kutlu emaneti hakkıyla ve layıkıyla temsil ve tebliğ ederek gelecek nesillere intikal ettirmişlerdir. Din-i Mübin-i İslam`ın muhafız kaleleri mesabesinde olan ve her birisi içtihat mektebini temsil eden bir büyük müçtehidin adıyla meşhur olan Ehl-i Sünnet mezhepleri haddizatında usulde olan (ve sadece bazı cüz-i, feri meselelerde( füruatte) lafzi ve şekli ihtilafları bulunan) tek bir mezheptir. Ümmetin yüzde 90 kahir ekseriyetini teşkil eden, nebevi ilim mirasını taşıyan ana gövdeyi temsil eder. Daha ziyade bulundukları bölgenin, coğrafyanın iklim ve örfi şartlarından kaynaklanan cüz-i fer`i ihtilaflar usuldeki ittifaka zarar vermez. Birliği ve bütünlüğü zedelemez. Ümmetin en fazla yüzde onluk azınlık kesimine tekabül eden harici ve rafızi taifelerinin başını çektiği ifrat ve tefrit uçlarını temsil eden dalalet fırkalarını saymazsak asrısaadetten günümüze kadar nesil be nesil eserlerle ve yaşayan canlı gelenek halinde hayatın içinde tebliğ ve temsil edilen ve ilim muhitlerinde mektep hüviyetiyle talim ve tebliğ edilerek hem satırlarda hem de sadırlarda muhafaza edilen nebevi ilim mirası daima ümmetin ana gövdesini teşkil eden Ehl-i Sünnet camiası tarafından temsil edilmektedir. Şüphesiz ki hakkın tevfik ve inayeti hidayet ve istikamet ehli ile beraberdir.
Yusuf Akyüz / İnzar Dergisi –Haziran 2015 (129. Sayı)
"Ümmetimin en hayırlısı benim aralarında peygamber olarak gönderildiğim nesildir. Sonra onları takip edenler ve sonra da onları takip edenlerdir." (Müslim Fedailu`s-Sahabe Bab: 52; Müsned-i İmam Ahmet 18349)
"Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz."
İnsan madde ve manada her mevzuda bir şeyi öğrenip yaşayabilmek, hayatına yansıtabilmek için o manayı hayatın canlılığı içinde temsil eden bir numune-i imtisale (yani örnek model) ihtiyaç duymaktadır. Mücerret mana ve mülahazalar, hayatın canlılığı içinde fiilen ve amelen tatbik ve temsil edilmedikçe ete ve kemiğe bürünüp de görünür ve hissedilir hale gelmedikçe kolay kolay bilinemez ve öğrenilemez ve hayata geçirilemez... İnsan fıtratı icabı her şeyi öğrenmek ve kendi hayatına aksettirebilmek için bir numune-i imtisale muhtaçtır. Önce taklidini öğrenir öğrendiklerini bilahare tahkik edebilir. Nitekim çocuklar iyi veya kötü, müspet veya menfi hemen her şeyi kendi aile ve çevresinden görüp taklit ederek öğrenmektedir. Çocuğun şuuruna ilk tesir hemen hemen ömür boyu devam etmekte, her insanın hayatını etkilemektedir. Bu açıdan bakıldığında insanın ahlaki yapısı ve karakteri, davranış biçimi ve zevki çevresine göre şekillenmektedir. İyi ve kötü her şeye ve her yere ülfet edebilecek şekilde yaratılmış olan insan adeta su gibi içine konulduğu kabın şeklini almaktadır.
Mücerret okumalar bir dereceye kadar fayda sağlasa da, hayatın içinde yaşanmış canlı örnekliklerin etkisi çok daha fazla ve kalıcı olmaktadır. Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde ve eserlerde kıssa ve misallere gayet geniş yer verilmiş olması talim, terbiye ve tedrisatta izlenecek yola ışık tutmakta, insan fıtratına en mütenasip talim ve terbiye usulünü göstermekte, okuma ve anlamaya yönelik serişteler vermektedir. İnsan tıpkı kendisi gibi beşeri sıfatlarla muttasıf olan insanların hal, tavır ve davranışlarından ve hayatından etkilenmekte, onları taklit edip izleyebilmektedir. Kur`an-ı Kerim`de peygamberlerin (aleyhimü`s-selam) hayatından ve geçmiş kavimlerden kıssalar verilmekte, yaşanmış canlı örneklerle gönüller irşad edilmektedir. Asrısaadet ise Din-i Mübin-i İslam`ın hayata tatbikine dair ilk temel numune-i imtisal olması hasebiyle sonradan gelen bütün çağlara, nesillere vazgeçilmez bir örnek teşkil etmektedir. Asrısaadet her veçhesiyle İslami yaşayış, bakış ve anlayışla şaşmaz bir mihenk taşıdır. ashab-ı kiram bu yolun bayraktarları ve sonrakilerin adım adım izleyip örnek alacağı işaret levhalarıdır.
Kur`an ve sünneti anlamanın şifre ve kodları Din-i Mübin-i İslam`ı yaşamanın ipuçları ve yol haritası asrısaadette aranmalıdır. Farzı mahal İslam’ın asrısaadette olduğu gibi bir cemiyet yapısı içinde fiilen ve amelen yaşanmış canlı bir numune-i misali (örnek modeli) olmasaydı, sonra gelen nesillerin sadece yazılı metinlere ve eserlere bakarak canlı bir patik ortaya koyabilmesi neredeyse imkânsız olurdu. Nitekim Müslümanların bulunmadığı bölgelerde, kendi kendine yazılı eserleri okuyup araştırmak suretiyle İslam`ı kabul eden muhtediler kendi cemiyetlerinde taklid edilebilecek yaşayan bir örneği bulunmadığı için ibadetleri öğrenebilmek gayesiyle bir müddet İslam beldelerinde ikamet etmektedirler. Zira yaşayan canlı bir geleneğin içinde bir saat görüp izleyerek ve taklit ederek öğrenmeyen bir kimse kendi başına sadece kitabı okuyarak abdest almasını dahi beceremez, namazın tek bir rüknünü bile yerine getiremez. Hacca gidecek olsa orada ne yapacağını bilemez. Hac menasiklerini nasıl ifade edeceğini bilemez. Kurban bile kesemez. İslam yazılı metinlerden ziyade yaşayan canlı geleneğe istinad eder. Nesiller boyu peyderpey tevarüs edilmek suretiyle yaşayan bu geleneğin numune-i imtisali (örnek modeli) asrısaadettir. İttiba etmekle emrolunduğumuz Resul-i Zişan Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) ve raşid halifelerin (radıyallahu anhum) sünnetidir. Resul-i Zişan Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sarih beyanıyla asırların en hayırlısı olan asrısaadet numune-i imtisalimiz ve yaşayan İslami geleneğin mesnedi ve mihveridir.
Nitekim asrısaadeti takip eden tabiin ve Etba-i Tabiin döneminde inkişaf edip şekillenen ve tevarüs edilen yaşayan canlı ilmin tedvin edilip yazıya geçirildiği bu dönemde teşekkül eden fıkhi ve itikadi mektepler asrısaadet kıvamını yakalamak, Din-i Mübin-i İslam’ın numune-i imtisalimiz olan asrısaadetin ruhuna ve maksadına uygun olarak yaşamak ve yaşatmak ve gelecek nesillere ilmi, ameli ve yaşayan canlı bir miras olarak ulaştırmak gayesiyle hareket etmişlerdir. Geniş bir coğrafyaya yayılan; farklı dil, kültür, tarih ve geleneklere bağlı değişik kavimlerin İslam`a girmesiyle ortaya çıkan binlerce yeni mesele asrısaadetin ruhunu (ilmi ve manevi mirasını) temsil eden fıkhî ve itikadi mektepler (mezhepler) tarafından Kur`an, sünnet ve icma-ı ümmet delilleri ışığında iklim, bölge şartları ve kavimlerin günlük yaşayışlarına hâkim örf ve gelenekleri de dikkate alınmak suretiyle çözüme kavuşturulmuştur. Aslen yabancı kültürlerden gelen muhtelif kavimlerin İslam`a girdiği bu İslamileşme sürecinde her birisi bulunduğu bölgede Etba-i Tabiin, Tabiin ve Sahabe-i Kirama uzanan silsile yoluyla yaşayan asrısaadet ilmî ve manevi mirasını temsil, tebliğ ve tedris eden ve her birisi zamanın kutbu olan bir büyük müçtehidin şahsında ve ilim halkasında teşekkül eden mezheplerin asrısaadet mirasını koruma, yayma ve yaşatmada hizmetleri azim olmuş. Bu fedakâr imamlar (r.anhüm) İslam’ın ilmi ve manevi muhafızı olmuşlardır.
Nebevi İlim Mirasının Büyük Müçtehitler Döneminde Tedvin ve Tedrisi
"De ki herkes kendi şakilesine göre hareket eder.
Biz dilediğimizi yükseltiriz" (17 / 84)
"Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır. Cenabı hak ise sonsuz ilim sahibidir." (Yusuf Suresi: 76)
"Müminlerin (umumi bir zorunluluk olmadıkça) hepsinin toptan savaş için sefere çıkmaları gerekmez. Onların her kesiminden bir taifenin dini ilimlerde derinleşip fıkıh (ince anlayış) sahibi olmaları ve kavimleri geri dönünce onları irşad edip (ilmen ve manen) uyarmaları gerekir ki bu sayede yanlışlıklardan sakınabilsinler." (Tevbe 122)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Muaz bin Cebel`i Yemen`e kadı olarak gönderirken ona önüne gelen meselelerde Allahu Teâlâ`nın kitabında ve Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetinde bir hüküm bulunmadığında ne yapacağını sorması üzerine Muaz`ın "kendim içtihat ederim" cevabını vermesi hazreti peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi ziyadesiyle memnun etmiştir. (Tirmizi, Ahkâm:3)
Kıyas ve içtihada sünnet-i seniyeden getirilen delillerin başında zikri geçen bu meşhur muhaverede birkaç mühim noktaya teveccüh edelim. Bizzat Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından binlerce sahabe (r.anhüm) arasından seçilip Yemen’e hâkim olarak tayin edilen Muaz b. Cebel (r.a) Ensar ve Muhacir (r.anhüm) arasında ilmi dirayeti, ehliyet ve vukufiyetiyle temayüz etmiş, Hz. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’in terbiyesinde yetişmiş ve ilim, edeb ve ahlaken kemale ermiş, Kur`an ve sünneti en iyi bilen ve içtihad edebilecek seviyeye gelmiş âlim ve fakih sahabelerdendir. Sıradan birisi değildir. İçtihad gerektiren meselelerde, içtihad ettiğinde isabet edebilecek, Kur`an ve sünnetin ruhuna ve şeriatın amacına (makasıdu’ş-şeria’ya) en uygun kararı verebilecek akli olgunluğa ve ilmi donanıma ve altyapıya (ilmi hüviyete) sahiptir. İçtihad yapabilecek ehliyet ve liyakate haiz olduğu için böyle bir vazifeye tayin edilmiştir. Zira içtihad, ehliyet ve liyakat ister, herkesin yapabileceği bir iş değildir. Dolayısıyla içtihatla hüküm verebilmek için ilmi kifayet, ehliyet ve vukufiyet elzemdir ve ancak ehli olan için caizdir. Hem Ehl-i Sünnet hem de Şia, içtihad yapabilecek ilmi ehliyet ve vukufiyet sahibi olmayan herkesin bir müçtehide tabi olmasının gerekli olduğu hususunda ittifak etmiştir. Akl-ı selim ve bedahet de bunu gerektirir. Herkes âlim olamayacağına göre, ilim sahibi olmayanlar, ilim ehline ittiba edecektir.
Endülüs’ten Endonezya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılan İslam çatısı altında toplanan ve ümmet binasının bir parçasını oluşturan yüzlerce cemiyet ve yeni kavim, kendilerine tebliği ulaştıran davetçilerin irşadıyla İslam’ı öğrenip yaşamaya başlamıştır. Gayet tabii olarak her bölge ve belde, o bölgede nebevi ilim mirasını en iyi temsil ve tebliğ eden ehliyet ve liyakat sahibi âlimlere tabi olmuş, onların içtihad ve fetvaları doğrultusunda amel etmişlerdir.
Sahabe-i kiram (r.anhüm)’ın şahsında ve hayatında yaşayan canlı bir sünnet olarak temsil edilen nebevi ilim mirası, olduğu gibi aynı titizlikle tabiine intikal etmiş; Tabiin’den de Etba-i Tabiine ve bu döneme damgasını vuran, her birisi bulunduğu bölgenin fetva mercii olan müçtehid imamlara ve yetiştirdikleri ehliyet ve liyakat sahibi talebelerine intikal etmiştir. Bu dönem nebevi ilim mirasının döneme damgasını vuran zirve şahsiyetler eliyle tedvin ve tedris edilerek kayıt ve muhafaza altına alındığı, azami titizlikle sünen kitaplarının hazırlandığı devredir. Hz. Peygamber (s.a.v)’den nakledilen rivayetlerin tamamına yakını cerh ve tadil ile tasnif edilerek kayda geçirilmiş, nebevi ilim mirası noksansız olarak gelecek nesillere devredilmiştir. Siyer-i Nebi, Hz. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’in kavli, fiili ve takriri sünneti ve Hulefa-i Raşidin (r.anhüm) dönemi tarihi en ince tafsilatına kadar kaydedilmiş ve bugün eksiksiz olarak elimizdedir. Asırların en hayırlısı olan asrısaadet ve insanların en hayırlısı olan Sahabe-i Kiram ve onları izleyen Tabiin ve Tebe-i Tabiin dönemi eşsiz bir nümune-i imtisal olarak gözümüzün önündedir ve kıyamete kadar bir topluluk bu dini yaşamaya ve yaşatmaya devam edecektir.
Etba-i Tabiin asrı büyük müçtehitler dönemidir. Her birisi peygamber varisi ulema vasfına layık büyük müçtehitlerin yetiştiği bu dönem ilim ve içtihadın altın çağını temsil eder. Her birisi bulunduğu bölgenin taklit ve fetva merci olan büyük müçtehitler yaşayan nebevî ilim mirasını tanzim, tasnif ve tedvin ile ilim halkalarında tedris ederek (sistematize edilmiş, usul ve kanunları tespit edilmiş, mektebi bir faaliyet içinde) bu kutlu emaneti hakkıyla ve layıkıyla temsil ve tebliğ ederek gelecek nesillere intikal ettirmişlerdir. Din-i Mübin-i İslam`ın muhafız kaleleri mesabesinde olan ve her birisi içtihat mektebini temsil eden bir büyük müçtehidin adıyla meşhur olan Ehl-i Sünnet mezhepleri haddizatında usulde olan (ve sadece bazı cüz-i, feri meselelerde( füruatte) lafzi ve şekli ihtilafları bulunan) tek bir mezheptir. Ümmetin yüzde 90 kahir ekseriyetini teşkil eden, nebevi ilim mirasını taşıyan ana gövdeyi temsil eder. Daha ziyade bulundukları bölgenin, coğrafyanın iklim ve örfi şartlarından kaynaklanan cüz-i fer`i ihtilaflar usuldeki ittifaka zarar vermez. Birliği ve bütünlüğü zedelemez. Ümmetin en fazla yüzde onluk azınlık kesimine tekabül eden harici ve rafızi taifelerinin başını çektiği ifrat ve tefrit uçlarını temsil eden dalalet fırkalarını saymazsak asrısaadetten günümüze kadar nesil be nesil eserlerle ve yaşayan canlı gelenek halinde hayatın içinde tebliğ ve temsil edilen ve ilim muhitlerinde mektep hüviyetiyle talim ve tebliğ edilerek hem satırlarda hem de sadırlarda muhafaza edilen nebevi ilim mirası daima ümmetin ana gövdesini teşkil eden Ehl-i Sünnet camiası tarafından temsil edilmektedir. Şüphesiz ki hakkın tevfik ve inayeti hidayet ve istikamet ehli ile beraberdir.
Yusuf Akyüz / İnzar Dergisi –Haziran 2015 (129. Sayı)