İlim ve İhtisas
Kulları içinde ancak âlimler Allah u Teâlâ’dan onun azamet-i şanından ve azabından korkarlar şüphesiz ki Allah azizdir ve gafurdur.” (Fatır 28)
“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buhari, ilim 10)
“Allahu Teâlâ, ilmi insanlara lütfettikten sonra onu hafızalardan çekip almaz. Fakat âlimleri ilimler ile birlikte ortadan kaldırmak suretiyle ilmi de kaldırır. Öyle ki tek bir âlim kimse bile bırakmaz. Neticede geriye kendilerine soru yöneltilen ve şahsi görüşleriyle cevap veren bir takım cahil kimseler kalır. Onlar da bu yaptıklarıyla hem kendileri sapar hem de halkı saptırırlar.” (Buhari, ilim 34; İ’tisam, 7: Müslim, ilim 13)
İlmi hüviyet, ihtisas ve içtihat üzerine kitap, sünnet ve eserler de yeterli malumat ve izahat mevcut olup isteyen mevzu etrafında tafsilatlı araştırmalar yapabilir. Hak Teâlâ lütfederse, bu muhtasar makale hacmine sığabilecek şekilde mevzunun ehliyet, liyakat ve vukufiyet gibi bedahet noktaları üzerinde durmak ve sade misallerle konunun ehemmiyetine dikkat çekmek istiyoruz. Yoksa ilim bir ummandır; herkesin bu ummandan alacağı nasibi kadardır. İlim bahsinde yazılanlar ve anlatılanlar ancak bu namütenahi ummana nispetle belki bir damladır… Ama bir damlada ummanın, bir zerrede de kâinatın numune-i misali vardır.
“Her ilim sahibinin fevkinkinde daha iyi bilen vardır.” (12: 76) sonsuz ilim sahibi ise ancak Cenab-ı Hak Teâlâ’dır.
Madde ve manada her mevzuda ehliyet ve liyakat esastır… Ehliyet ve liyakat, bir sahada veya herhangi bir meslek ve ihtisas alanında elzem sayılan ilmi kifayeti, yeterli tecrübe ve gerekli birikimi, bilgi ve beceriyi ifade eder. O sahada şuur ve idrak da ancak ehliyet ve liyakat derecesine göre inkişaf eder… Bu manada fıtri kabiliyet de gayet ehemmiyet arz eder. Ayet-i kerimede buyurulduğu üzere: "herkes fıtri şakilesine (huy, karakter ve kabiliyetine) göre mütenasip işleri işler." (İsra 84) insanların tercih ve yönelişlerinin de içinde olduğu külli kader planında herkese fıtratına uygun bir şey sevdirilmiş ve sebepler âleminde herkes sevdiği şeye rağbet etmiştir. Eğer böyle olmasaydı hayatta çeşitlilik olmaz, her şey tekdüze olur, farklı meslekler ortaya çıkmazdı. Öyle işler vardır ki görenleri hayrete düşürür, ihtisas sahibi bir tek kişinin tereyağından kıl çeker gibi kolayca yapabildiği bir işi, sıradan bin kişi bir araya gelse bile yine beceremez. Bu meyanda pek çok misal verilebilir… En basit görünen bir işi dahi yapabilmek için asgari vukufiyet lazımdır. Ne kadar basit küçük de olsa ilmine, fennine ve tecrübesine vakıf olmadığı bir şeyi başaramaz insan. Avami tabirle yüzüne gözüne bulaştırır veya tuttuğu elinde kalır veya kaş yapayım derken göz çıkartır… İlimsiz amel olmaz!
Hiç bir şey bilmeden dünyaya gelen insan her şeyi öğrenmeye muhtaçtır. Ne kadar öğrenirse öğrensin, daha öğreneceği çok şey vardır. İlim ise uçsuz bucaksız ummandır. Herkes fıtri kabiliyetine, teveccüh, alaka ve yönelişine göre bir sahada nispi bir ilim sahibi olabilir ve ihtisas sahibi olduğu sahada, bilmeyenlere nisbetle âlimdir, usta veya hekimdir; bu alanda ehliyet ve liyakat derecesine göre sözüne ve görüşünü itibar edilir. Her mesleğin zaruri bir ihtisas çalışması, âlim ve ustaları vardır. İnsan vaktini ve enerjisini bir işe adar; o iş üzerinde durup yeteri kadar yoğunlaşıp çalışırsa, o işin inceliklerini kavrayabilir, derinleştiği nispette vukufiyet sahibi olabilir… Dereceler ve seviyeler arasında bazen dağlar kadar üstünlük/keyfiyet ve vukufiyet farkı olabilir… Bazı bir tek âlemin ilmi seviyesi bir memleket ahalisinden çok daha fazla olabilmektedir… Bu manada ilim kemiyete değil, keyfiyet ve ehliyete tabiidir… Asırlar boyu çapına ve ayarına yetişilemeyen ilim ve fende zirve kabul edilen şahsiyetler vardır… Bedihi bir hakikattir ki herkesin her işi yapabilmesi imkânsızdır. Her işin ehli, kabiliyeti ve talibi vardır…
Mesela; bir altın veya mücevher parçasına sıradan bir insan baktığında ne ayarını ne de kıratını anlar. Sadece dış görünüşüne bakar; mahiyetini ve keyfiyetini bilemez, kıymetini takdir edemez. Vakıf olmadığı için mücevheri tanıyamaz. Elindeki mücevherin kıymet ve keyfiyetini öğrenebilmek için işin ehli olan bir sarrafa müracaat eder. Sarraf küçük yaştan itibaren altın ve mücevher tozları arasında çalışıp yoğunlaştığı ve ömrünü bu işe adadığı için, maddenin hususiyetlerine ve inceliklerine vakıf olmuş; diğer insanların kolay kolay fark edemeyeceği, ilk bakışta göze çarpmayan keyfiyetlerine aşina olmuştur. Bir çalışma, yoğunlaşma adayış ve mesleki ihtisaslaşma söz konusudur. Sarraf, altın ve mücevheri ihtisası nispetince tanır ve bilir; kıymet ve keyfiyetini kolayca anlayarak ayarı şu, kıratı bu kadar gibi, değerlendirmeler yapabilir.
Diğer iş ve meslekler için de aynı şey geçerlidir. İlim ve ihtisas, ehliyet ve vukufiyet her sahada elzemdir.
Bir diğer misal; mütehassıs bir hekim yıllarca okuyup araştırma ve çalışmalar yaptıktan sonra belli bir ihtisas (bilgi, birikim ve tecrübe) sahibi olur. Bu tecrübeler ışığında hastayı muayene eder; kan, idrar vesaire bazı tahliller yaparak hastalığı ve ilacını teşhis eder… Hastanın bünyesinde tezahür eden, sıradan insanların göremeyeceği, bir takım belirtileri değerlendirmek suretiyle hastalığın mahiyetini az çok keşfeder. Cildin rengi, hastanın nabzı ve nefesi hekim işin çok şey ifade eder. İzler ve işaretler ehli olan için mana ifade eder.
Hekim hastanın nabzına bakar, çiftçiyi toprağın dilinden anlar; sarraf mücevheri bakışlarıyla tartar; zabıta hadisede ipuçlarını arar vs… hulasa herkes ihtisas ve ehliyetine göre mütenasip bir iş yapar.
İşte ilim ve içtihat da ihtisas işidir; ehliyet, liyakat ve vukufiyet gerektirir. Herkesin işi değil, ehli olanın işidir. Bazen bir tek ilmi meselede bile neticeye varabilmek için yıllarca okuyup araştırmak gerekebilmektedir… Ümmet çapında ilmi ihtisası içtihat seviyesine çıkabilen sayılı birkaç şahsiyettir. Zira bir şeye haram ve helal hükmünü verebilmek öyle kolay bir iş değildir, çetinler çetini bir iştir. Hesabı da o nisbette ağırdır… Hilmi ihtisası olmadığı sahada fetva vermek kendi kendini ateşe atmaktan farksızdır… Mahşer günü: “hangi ilim ve ihtisasla bu fetvayı veridin, istinadın nedir, ehliyet ve liyakati kimden aldın diye sorulduğunda, ne cevap vereceğini düşünmek lazımdır
Mütehassıs bir hekim, yıllarca yaptığı tıbbi çalışma ve araştırmalar neticesinde: insan bedenini ve bilinen hastalıkları ve ilaçlarını, ehliyet ve vukufiyeti nispetinde tanır, bilir ve bu salahiyetle (ilmi hüviyetle) hastaya bazı ilaçlar verir veya ameliyata karar verebilir. Zira hekime sahip olduğu tıbbi ehliyet ve liyakatine istinaden vazife tevdi edilmiş, hastaya tedavi maksatlı müdahale salahiyeti verilmiştir… Salahiyetli hekim, tıbbi vukufiyeti, (bilgi, beceri, tecrübe ve birikimi) ışığında hastayı muayene eder; belirtilerini inceleyen tahlil neticelerini değerlendirir gerekirse başka hekimlerle istişare eder ve nihayet hastalığı teşhis ettiğine kanaat getirdiğinde: nasıl bir tedavi uygulayacağına ve hangi ilaçları kullanacağına karar verir… Bütün bu çaba ve çalışmalara rağmen her zaman tedavi olumlu netice vermeyebilir. Bazen hekim hastalığı teşhis ve tedavide hata da yapabilir. Ama hekimin hatasıyla sıradan bir insanın hatası aynı değildir. En usta şoför bile kaza yapabilir ama şoför olmayan adam her an kaza yapabilir ve ehliyetsiz araba kullandığı için ona daha ağır ceza verilir; çünkü o hem ehliyetsiz araba kullanmak hem de kazaya sebep olmakla iki defa suçludur ve cezası da ona göre katmerli olur… İsabet etmek veya hata yapmak ayrı bir konudur, salahiyetsiz olmak daha farklı bir durumdur! İnsanın salahiyeti yani ehliyet ve vukufiyeti olmadığı bir işe teşebbüs etmesi (velev ki başlı bile olsa başlı başına bir suçtur maddi-manevi her işte asıl olan ehliyet ve liyakattir: isabet etmek veya hata etmek ayrı bir meseledir... Ehliyet ve liyakat sahibi müçtehidin içtihadında hatta bile etse yine ecir ve sevap alacağı bildirilmiştir.
Tıbbi müdahalede bulunan salahiyetli hekimin hata yapma ihtimali olsa bile kasıt olmadıkça mazurdur. Bu misalde olduğu gibi içtihat ehliyetine sahip bir müçtehidin de hata payı vardır, içtihadında tamamen isabet etmemiş olsa bile, salahiyetli olarak içtihat ettiği için kınanmaz. Ama içtihat ehliyeti ve ilmi salahiyeti olmadığı halde içtihada kalkışma en baştan hatadır ve haddini aşmaktır; vebali çok ağırdır.
Hulasa önce ehliyet ve salahiyet lazımdır…
Müçtehit bir meselede hüküm verirken: önce kurana; bakar; hükmün delilini Kuran`da bulamazsa sünnet-i seniyyede arar.. Sünnet-i seniyyede de bulamazsa ashab-ı kiram`ın icmaına bakar… İcmada da bulamadığında, fetva ehli fakih sahabelerden birinin görüşünü alır veya kıyas yapar. İçtihadında İslam`ın ruhuyla çatışmayan mahalli örfi de dikkate alır. Açık delil bulunmayan meselelerde mesalih-i mürsele ve istihsan yoluyla da hüküm verebilir. Ehl-i sünnet yoluna tabii fıkıh mezheplerinde uygulama genellikle bu şekilde câridir… Kitap, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukaha olmak üzere edille-i şeriyye dört esas temel üzerine bina edilmiştir. Örf, mesalih-i mürsele/istihsan daha sonra gelir. İçtihat salahiyetine sahip müçtehit, bütün delillere en üst seviyede vakıf olarak bir meselede hüküm verir. “Bu caiz veya değil”, dediği zaman sözü başkaları için senettir. Çünkü delilin medlulünün (ne hüküm ifade ettiğini, maksat ve muradını) müçtehit bilir.
• Kur`an ve sünnet, müçtehit için delildir; müçtehit olmayanların delili ise müçtehidin kavlidir. Hangi delilin hangi meselede hükme medar olacağını ancak müçtehit bilir.
• Sıradan insanların görüşleri ise bir takım mesnetsiz, kıymet-i harbiyesi olmayan, zan ve tahminden ibarettir ve geçersizdir…
• Zaten içtihat ehliyeti olmayan kimseler içtihat sahasında hüküm vermeye salahiyetli değildirler. Önce ehliyet lazım… İnsan ancak ehliyetli olduğu bir saha da söz söyleyebilir. Ehliyetli değilse sözü geçersizdir, belki vebal sebebidir.
İçtihat, ihtisas işidir, ilmi ehliyet ve liyakat ister. İçtihat mevkiinde olmayan kimselerin bir müçtehide tabii olarak amel etmeleri vaciptir ve bedaheten de gerekli ve zaruridir… İçtihat yapabilecek ilmi ehliyet ve liyakati olmayan kimse kendi zannıyla hareket ederek delilden hüküm çıkaramaz, zira medlulünü bilemez… Hükme medar olan ayet veya hadisin ahkâmını, mana ve muradını tatbik şeklini, nasih ve mensuh cihetini, umumiyet ve tahsis suretini tayin edemez. Müçtehit veya müftünün, fetvaya esas aldığı delili mukallide söylemesi de gerekmez. Zira mukallit, delilin medlulünü/neye delalet ettiğini bilebilecek ilmi kudret ve kifayette olsaydı, taklide ihtiyaç kalmaz, kendisi içtihat yapardı… Dolayısıyla mukallit için müçtehidin kavli veya müftünün “caizdir” veya “caiz değildir” şeklinde fetva ifadesi kifayet eder.
Şayet mukallit ayrıca fetvanın delilini, delilin de medlulünü bilmek isterse ve yaşı da öğrenmeye müsait ise, o zaman bir medreseye gider bir ömür ilim tahsil eder. Eğer ömrü yeterse hiç olmazsa kendi acziyetini, ilmin ehemmiyetini ve müçtehit imamların kadir ve kıymetini idrak eder…
İçtihat faaliyetinde hükümlerin isnadı, delilleri müçtehidin nezdinde olup zaten hüküm deliller üzerine bina edilmiştir… Ayrıca müçtehidin hükme bağladığı meselelerin teker teker isnadını/delillerini de sıralaması gereksizdir. İhtiyaç duyan, bu delilleri kendisi araştırıp bulabilir. Mukallidin, meseleden neticeye bağlanan hüküm fetva üretimi (caiz olup olmadığını) bilmesi amel için yeterlidir.
içtihat müessesesine itimat etmeyen kimse acaba kendi aklına ve nakıs ilmine nasıl itibar edebilmektedir!?
Yusuf Akyüz / İnzar Dergisi – Temmuz 2015 (130. Sayı)
“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buhari, ilim 10)
“Allahu Teâlâ, ilmi insanlara lütfettikten sonra onu hafızalardan çekip almaz. Fakat âlimleri ilimler ile birlikte ortadan kaldırmak suretiyle ilmi de kaldırır. Öyle ki tek bir âlim kimse bile bırakmaz. Neticede geriye kendilerine soru yöneltilen ve şahsi görüşleriyle cevap veren bir takım cahil kimseler kalır. Onlar da bu yaptıklarıyla hem kendileri sapar hem de halkı saptırırlar.” (Buhari, ilim 34; İ’tisam, 7: Müslim, ilim 13)
İlmi hüviyet, ihtisas ve içtihat üzerine kitap, sünnet ve eserler de yeterli malumat ve izahat mevcut olup isteyen mevzu etrafında tafsilatlı araştırmalar yapabilir. Hak Teâlâ lütfederse, bu muhtasar makale hacmine sığabilecek şekilde mevzunun ehliyet, liyakat ve vukufiyet gibi bedahet noktaları üzerinde durmak ve sade misallerle konunun ehemmiyetine dikkat çekmek istiyoruz. Yoksa ilim bir ummandır; herkesin bu ummandan alacağı nasibi kadardır. İlim bahsinde yazılanlar ve anlatılanlar ancak bu namütenahi ummana nispetle belki bir damladır… Ama bir damlada ummanın, bir zerrede de kâinatın numune-i misali vardır.
“Her ilim sahibinin fevkinkinde daha iyi bilen vardır.” (12: 76) sonsuz ilim sahibi ise ancak Cenab-ı Hak Teâlâ’dır.
Madde ve manada her mevzuda ehliyet ve liyakat esastır… Ehliyet ve liyakat, bir sahada veya herhangi bir meslek ve ihtisas alanında elzem sayılan ilmi kifayeti, yeterli tecrübe ve gerekli birikimi, bilgi ve beceriyi ifade eder. O sahada şuur ve idrak da ancak ehliyet ve liyakat derecesine göre inkişaf eder… Bu manada fıtri kabiliyet de gayet ehemmiyet arz eder. Ayet-i kerimede buyurulduğu üzere: "herkes fıtri şakilesine (huy, karakter ve kabiliyetine) göre mütenasip işleri işler." (İsra 84) insanların tercih ve yönelişlerinin de içinde olduğu külli kader planında herkese fıtratına uygun bir şey sevdirilmiş ve sebepler âleminde herkes sevdiği şeye rağbet etmiştir. Eğer böyle olmasaydı hayatta çeşitlilik olmaz, her şey tekdüze olur, farklı meslekler ortaya çıkmazdı. Öyle işler vardır ki görenleri hayrete düşürür, ihtisas sahibi bir tek kişinin tereyağından kıl çeker gibi kolayca yapabildiği bir işi, sıradan bin kişi bir araya gelse bile yine beceremez. Bu meyanda pek çok misal verilebilir… En basit görünen bir işi dahi yapabilmek için asgari vukufiyet lazımdır. Ne kadar basit küçük de olsa ilmine, fennine ve tecrübesine vakıf olmadığı bir şeyi başaramaz insan. Avami tabirle yüzüne gözüne bulaştırır veya tuttuğu elinde kalır veya kaş yapayım derken göz çıkartır… İlimsiz amel olmaz!
Hiç bir şey bilmeden dünyaya gelen insan her şeyi öğrenmeye muhtaçtır. Ne kadar öğrenirse öğrensin, daha öğreneceği çok şey vardır. İlim ise uçsuz bucaksız ummandır. Herkes fıtri kabiliyetine, teveccüh, alaka ve yönelişine göre bir sahada nispi bir ilim sahibi olabilir ve ihtisas sahibi olduğu sahada, bilmeyenlere nisbetle âlimdir, usta veya hekimdir; bu alanda ehliyet ve liyakat derecesine göre sözüne ve görüşünü itibar edilir. Her mesleğin zaruri bir ihtisas çalışması, âlim ve ustaları vardır. İnsan vaktini ve enerjisini bir işe adar; o iş üzerinde durup yeteri kadar yoğunlaşıp çalışırsa, o işin inceliklerini kavrayabilir, derinleştiği nispette vukufiyet sahibi olabilir… Dereceler ve seviyeler arasında bazen dağlar kadar üstünlük/keyfiyet ve vukufiyet farkı olabilir… Bazı bir tek âlemin ilmi seviyesi bir memleket ahalisinden çok daha fazla olabilmektedir… Bu manada ilim kemiyete değil, keyfiyet ve ehliyete tabiidir… Asırlar boyu çapına ve ayarına yetişilemeyen ilim ve fende zirve kabul edilen şahsiyetler vardır… Bedihi bir hakikattir ki herkesin her işi yapabilmesi imkânsızdır. Her işin ehli, kabiliyeti ve talibi vardır…
Mesela; bir altın veya mücevher parçasına sıradan bir insan baktığında ne ayarını ne de kıratını anlar. Sadece dış görünüşüne bakar; mahiyetini ve keyfiyetini bilemez, kıymetini takdir edemez. Vakıf olmadığı için mücevheri tanıyamaz. Elindeki mücevherin kıymet ve keyfiyetini öğrenebilmek için işin ehli olan bir sarrafa müracaat eder. Sarraf küçük yaştan itibaren altın ve mücevher tozları arasında çalışıp yoğunlaştığı ve ömrünü bu işe adadığı için, maddenin hususiyetlerine ve inceliklerine vakıf olmuş; diğer insanların kolay kolay fark edemeyeceği, ilk bakışta göze çarpmayan keyfiyetlerine aşina olmuştur. Bir çalışma, yoğunlaşma adayış ve mesleki ihtisaslaşma söz konusudur. Sarraf, altın ve mücevheri ihtisası nispetince tanır ve bilir; kıymet ve keyfiyetini kolayca anlayarak ayarı şu, kıratı bu kadar gibi, değerlendirmeler yapabilir.
Diğer iş ve meslekler için de aynı şey geçerlidir. İlim ve ihtisas, ehliyet ve vukufiyet her sahada elzemdir.
Bir diğer misal; mütehassıs bir hekim yıllarca okuyup araştırma ve çalışmalar yaptıktan sonra belli bir ihtisas (bilgi, birikim ve tecrübe) sahibi olur. Bu tecrübeler ışığında hastayı muayene eder; kan, idrar vesaire bazı tahliller yaparak hastalığı ve ilacını teşhis eder… Hastanın bünyesinde tezahür eden, sıradan insanların göremeyeceği, bir takım belirtileri değerlendirmek suretiyle hastalığın mahiyetini az çok keşfeder. Cildin rengi, hastanın nabzı ve nefesi hekim işin çok şey ifade eder. İzler ve işaretler ehli olan için mana ifade eder.
Hekim hastanın nabzına bakar, çiftçiyi toprağın dilinden anlar; sarraf mücevheri bakışlarıyla tartar; zabıta hadisede ipuçlarını arar vs… hulasa herkes ihtisas ve ehliyetine göre mütenasip bir iş yapar.
İşte ilim ve içtihat da ihtisas işidir; ehliyet, liyakat ve vukufiyet gerektirir. Herkesin işi değil, ehli olanın işidir. Bazen bir tek ilmi meselede bile neticeye varabilmek için yıllarca okuyup araştırmak gerekebilmektedir… Ümmet çapında ilmi ihtisası içtihat seviyesine çıkabilen sayılı birkaç şahsiyettir. Zira bir şeye haram ve helal hükmünü verebilmek öyle kolay bir iş değildir, çetinler çetini bir iştir. Hesabı da o nisbette ağırdır… Hilmi ihtisası olmadığı sahada fetva vermek kendi kendini ateşe atmaktan farksızdır… Mahşer günü: “hangi ilim ve ihtisasla bu fetvayı veridin, istinadın nedir, ehliyet ve liyakati kimden aldın diye sorulduğunda, ne cevap vereceğini düşünmek lazımdır
Mütehassıs bir hekim, yıllarca yaptığı tıbbi çalışma ve araştırmalar neticesinde: insan bedenini ve bilinen hastalıkları ve ilaçlarını, ehliyet ve vukufiyeti nispetinde tanır, bilir ve bu salahiyetle (ilmi hüviyetle) hastaya bazı ilaçlar verir veya ameliyata karar verebilir. Zira hekime sahip olduğu tıbbi ehliyet ve liyakatine istinaden vazife tevdi edilmiş, hastaya tedavi maksatlı müdahale salahiyeti verilmiştir… Salahiyetli hekim, tıbbi vukufiyeti, (bilgi, beceri, tecrübe ve birikimi) ışığında hastayı muayene eder; belirtilerini inceleyen tahlil neticelerini değerlendirir gerekirse başka hekimlerle istişare eder ve nihayet hastalığı teşhis ettiğine kanaat getirdiğinde: nasıl bir tedavi uygulayacağına ve hangi ilaçları kullanacağına karar verir… Bütün bu çaba ve çalışmalara rağmen her zaman tedavi olumlu netice vermeyebilir. Bazen hekim hastalığı teşhis ve tedavide hata da yapabilir. Ama hekimin hatasıyla sıradan bir insanın hatası aynı değildir. En usta şoför bile kaza yapabilir ama şoför olmayan adam her an kaza yapabilir ve ehliyetsiz araba kullandığı için ona daha ağır ceza verilir; çünkü o hem ehliyetsiz araba kullanmak hem de kazaya sebep olmakla iki defa suçludur ve cezası da ona göre katmerli olur… İsabet etmek veya hata yapmak ayrı bir konudur, salahiyetsiz olmak daha farklı bir durumdur! İnsanın salahiyeti yani ehliyet ve vukufiyeti olmadığı bir işe teşebbüs etmesi (velev ki başlı bile olsa başlı başına bir suçtur maddi-manevi her işte asıl olan ehliyet ve liyakattir: isabet etmek veya hata etmek ayrı bir meseledir... Ehliyet ve liyakat sahibi müçtehidin içtihadında hatta bile etse yine ecir ve sevap alacağı bildirilmiştir.
Tıbbi müdahalede bulunan salahiyetli hekimin hata yapma ihtimali olsa bile kasıt olmadıkça mazurdur. Bu misalde olduğu gibi içtihat ehliyetine sahip bir müçtehidin de hata payı vardır, içtihadında tamamen isabet etmemiş olsa bile, salahiyetli olarak içtihat ettiği için kınanmaz. Ama içtihat ehliyeti ve ilmi salahiyeti olmadığı halde içtihada kalkışma en baştan hatadır ve haddini aşmaktır; vebali çok ağırdır.
Hulasa önce ehliyet ve salahiyet lazımdır…
Müçtehit bir meselede hüküm verirken: önce kurana; bakar; hükmün delilini Kuran`da bulamazsa sünnet-i seniyyede arar.. Sünnet-i seniyyede de bulamazsa ashab-ı kiram`ın icmaına bakar… İcmada da bulamadığında, fetva ehli fakih sahabelerden birinin görüşünü alır veya kıyas yapar. İçtihadında İslam`ın ruhuyla çatışmayan mahalli örfi de dikkate alır. Açık delil bulunmayan meselelerde mesalih-i mürsele ve istihsan yoluyla da hüküm verebilir. Ehl-i sünnet yoluna tabii fıkıh mezheplerinde uygulama genellikle bu şekilde câridir… Kitap, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukaha olmak üzere edille-i şeriyye dört esas temel üzerine bina edilmiştir. Örf, mesalih-i mürsele/istihsan daha sonra gelir. İçtihat salahiyetine sahip müçtehit, bütün delillere en üst seviyede vakıf olarak bir meselede hüküm verir. “Bu caiz veya değil”, dediği zaman sözü başkaları için senettir. Çünkü delilin medlulünün (ne hüküm ifade ettiğini, maksat ve muradını) müçtehit bilir.
• Kur`an ve sünnet, müçtehit için delildir; müçtehit olmayanların delili ise müçtehidin kavlidir. Hangi delilin hangi meselede hükme medar olacağını ancak müçtehit bilir.
• Sıradan insanların görüşleri ise bir takım mesnetsiz, kıymet-i harbiyesi olmayan, zan ve tahminden ibarettir ve geçersizdir…
• Zaten içtihat ehliyeti olmayan kimseler içtihat sahasında hüküm vermeye salahiyetli değildirler. Önce ehliyet lazım… İnsan ancak ehliyetli olduğu bir saha da söz söyleyebilir. Ehliyetli değilse sözü geçersizdir, belki vebal sebebidir.
İçtihat, ihtisas işidir, ilmi ehliyet ve liyakat ister. İçtihat mevkiinde olmayan kimselerin bir müçtehide tabii olarak amel etmeleri vaciptir ve bedaheten de gerekli ve zaruridir… İçtihat yapabilecek ilmi ehliyet ve liyakati olmayan kimse kendi zannıyla hareket ederek delilden hüküm çıkaramaz, zira medlulünü bilemez… Hükme medar olan ayet veya hadisin ahkâmını, mana ve muradını tatbik şeklini, nasih ve mensuh cihetini, umumiyet ve tahsis suretini tayin edemez. Müçtehit veya müftünün, fetvaya esas aldığı delili mukallide söylemesi de gerekmez. Zira mukallit, delilin medlulünü/neye delalet ettiğini bilebilecek ilmi kudret ve kifayette olsaydı, taklide ihtiyaç kalmaz, kendisi içtihat yapardı… Dolayısıyla mukallit için müçtehidin kavli veya müftünün “caizdir” veya “caiz değildir” şeklinde fetva ifadesi kifayet eder.
Şayet mukallit ayrıca fetvanın delilini, delilin de medlulünü bilmek isterse ve yaşı da öğrenmeye müsait ise, o zaman bir medreseye gider bir ömür ilim tahsil eder. Eğer ömrü yeterse hiç olmazsa kendi acziyetini, ilmin ehemmiyetini ve müçtehit imamların kadir ve kıymetini idrak eder…
İçtihat faaliyetinde hükümlerin isnadı, delilleri müçtehidin nezdinde olup zaten hüküm deliller üzerine bina edilmiştir… Ayrıca müçtehidin hükme bağladığı meselelerin teker teker isnadını/delillerini de sıralaması gereksizdir. İhtiyaç duyan, bu delilleri kendisi araştırıp bulabilir. Mukallidin, meseleden neticeye bağlanan hüküm fetva üretimi (caiz olup olmadığını) bilmesi amel için yeterlidir.
içtihat müessesesine itimat etmeyen kimse acaba kendi aklına ve nakıs ilmine nasıl itibar edebilmektedir!?
Yusuf Akyüz / İnzar Dergisi – Temmuz 2015 (130. Sayı)