Bakmak ve Görmek
“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, hiç dönüp bakmadan yanından geçip giderler” (Yusuf Suresi: 105)
“Hiç yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki bu sayede düşünüp akledecek kalpleri veya hakikatleri işitip anlayabilecek kulakları olsun. Gerçek şu ki gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler (basiretler) kör olur.” (Hacc Suresi: 46)
“Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allahu Teâlâ o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır.” (Müslim, Zikir, 39; Buhari, İlim, 10)
İnsan ve hayvan muvakkat bir zaman aynı dünyada yaşamakla birlikte, aynı şeyleri göremezler. Hayvanatın akıl, şuur ve idraki olmadığı için eşya ve hadiseye bakışı ve algılayışı sırf cismani ihtiyaca mebni, anlık bir tatmin duygusundan ibarettir. İhtiyacını alır ve bırakır gider; hayatı mahdud bir dairede seyreder. Eşya ve hadisenin maverasına uzanıp sebep, hikmet ve gaye planını tahkik ve tefekkür edebilecek idrakî melekelerden yoksundur.
İnsanı insan kılan ve sair hayvanattan ayıran mana, akıl ve şuurdur. İnsan akıl ve şuuruyla insan ve şuuru kadar insandır. Akıl ve şuurdan nasibi olmayan, sureten insan olsa da sireten hayvanattan farksızdır; belki daha da aşağıdadır! Bakış, görüş ve algılayış şuura bağlıdır.
Elbette şuur mesafeleri arasında muazzam farklar ve uçurumlar vardır. Aynı zaman ve mekânda yaşayan insanların bakış, görüş, değerlendirme ve etkilenme farkı da şuur seviyesiyle alakalıdır.
Şuur, insana bahşedilen maverai nurdur; insan bu nur sayesinde cisim ve maddenin kesif karanlığından kurtulur ve huzura giden yolu bulur. Bu nurdan mahrum olan, insanlık şerefini kaybeder ve bedbaht olur. Şuur, hem hidayet hem de basiret ve ferasettir. Huzur ve saadettir. Bilmek, tanımak, anlamak ve hissedip algılamak; farkında ve mümeyyiz olmak demektir. Şuur, idrak, temyiz ve tefekkür kabiliyeti ve değerlendirme kapasitesidir. İnsan ancak şuur ve idraki nispetinde eşya ve hadiseyi değerlendirip bazı neticelere erişebilir. Bu neticeler de şuur yapısına esas teşkil eden kıstaslara göre farklılık arz etmektedir. Şuurun inkişafı, ilim ve iman kıstaslarına müsteniddir. Hidayet ve ebedi saadet yolunda kalbi intibah, rüşt ve kemale doğru bir doğuş ve oluş hamlesidir.
Şuurun yolunu açan esaslı bir intibah kıvılcımı vaki olmadıkça, insan cisim ve maddenin kesif karanlığından kurtulamaz ve maverai hakikatleri yakinen anlayamaz… Şuurun inkişafı, intibaha bağlıdır; kalb gözü intibahla açılır ve yola çıkılır.
Bakmakla görmek arasında sadece dağlar değil, belki ummanlar vardır. Gözler sadece görmek için verilmiş birer vasıtadır. Bakan göz olsa da tanıyan, anlayan ve farkına varan gönüldür. Gönülde temyiz, şuur ve idrak olmayınca, sadece gözün bakmasıyla görmek imkânsızdır. Mesela insanın ve hayvanın da gözü vardır; bir eşya ve hadiseye insanla hayvanın bakması aynı mıdır? Anlama ve algılama, tamamen şuurun intibahına bağlıdır. Kalbi intibah, kalbi idrak, temyiz ve teşhis farklıdır. Bir mücevhere sarrafın bakışıyla, sıradan insanların bakışı arasında çok fark vardır. Sarraf bakınca, mücevherin ayarını, kıratını, kıymet ve itibarını ve benzerleri arasındaki farkını anlar. Zira incelikleri temyiz edebilecek mihengi ve mi’yarı vardır. İlim ve ihtisasıyla mücevhere bakınca, sair insanların göremediği hususiyetleri anlar. Bakmak için göz; görmek için de ilim, ihtisas, intibah ve inkişaf lazımdır. Dikkat, teveccüh, itina ve alaka hep şuurun uyanışına bağlıdır.
Ahirete nispetle dünya hayatı, bir tür uyku veya uyurgezerlik halidir. Uyuyan insan ise kaybın ve kazancın farkında değildir. Hayatı bir rüya gibi algılamakta, anlık nefsani hazların tatminiyle güya yaşadığını zannetmektedir. Hâlbuki en uzun rüyalar bile birkaç saniye sürmekte ve her başlayan bir gün bitmektedir. Acı-tatlı dünya rüyası da elbet bir gün sona erecektir. Daha öncekilere kalmadığı gibi, sonrakilere de kalacak değildir. Herkes imtihanını verip gidecek; ancak ahirete tahvil edilen nimetler fayda verecektir. Arada sırada rüyadan uyanıp (günlük hayatın akıntısından çıkıp) sakin bir uzlet köşesinde hayat, memat, insan ve kâinat üzerinde bir müddet durup düşünmek gerekir. Nerede ve ne halde olduğumuzu görmek, halimizi, seyir ve gidişatımızı muhasebe etmek, hedef, gaye ve istikametimizi düzeltmek için tefekkür elzemdir.
Elimizdeki nimetleri görüp kıymetini bilmek ve en güzel şekilde değerlendirip ahirete tahvil edebilmek için bir müddet durup düşünmeliyiz. Daha iyi görebilmek ve yeterince fark edip idrak edebilmek için, yeniden ve daha derinden düşünmeliyiz. Bazen hayata, yatağında ölümü bekleyen çaresiz bir hasta veya kabristanda mahşeri bekleyen amel defteri kapanmış bir mevta gözüyle bakıp içinde bulunduğumuz nimetleri görmeye çalışmak lazım… Bir nefeslik sıhhat ve selametin kıymetini hastalar; bir anlık ömrün ehemmiyetini kabrinde yatan mevtalar; bir günlük özgürlüğün değerini de zindandaki mahpuslar anlar. Elbette mesele, vaktinde görüp değerlendirmek… Değerlendirmekten maksad, imtihanı fark ederek vaktin icabına riayetle hakkıyla şükrünü eda etmeye ve böylece nimetleri ahirete tahvil etmeye cehd ve gayret etmektir.
“Her şey zıddıyla bilinir” manası fehvasınca, bir müddet için dahi olsa, varlığına alıştığımızdan, göremediğimiz ve gönlümüzde manasını kaybettiğimiz nimetleri yeniden görmek ve keşfetmek için müsaid bir mekanda itikafa çekilip tefekkür edelim. Önce kendi uzuvlarımızdan başlayarak üzerimizdeki ve çevremizdeki maddi-manevi nimetleri teker teker hatırlayarak hafızamızı tazeledikten sonra, bu nimetlerin bir anda elimizden alındığını farz edelim!. Elimizden çıkıp giden her bir nimetin hasretini çekeriz; “ah, buldum da bilemedim; elimdeyken göremedim, kıymetini bilip değerlendiremedim!”! deriz. Ama yine de ekseriyetle gaflete dalıp alıştığımız gibi yaşamaya devam ederiz ve içinde bulunduğumuz nimetlerin çoğunu göremeyiz. Varlığına alıştığımız için göremediğimiz sayısız nimetin içinde şuursuz ve şükürsüzce yuvarlanıp gittiğimizi, belki hayat nimetini kaybettiğimiz gün tam manasıyla idrak edip eyvah diyeceğiz…
Hadis-i şerifte buyurulduğu veçhiyle; “Beş şeyden önce şu beş şeyin kıymetini biliniz; yaşlılıktan önce gençliğin; fakirlikten önce zenginliğin; hastalıktan önce sıhhatin; meşguliyetten önce boş vaktin; ölümden önce hayatın.”
Bir an hayata, hayat nimetini kaybetmiş kabrinde yatan bir mevta gözüyle bakabilsek, daha önce hiç fark edemediğimiz bambaşka manalar ve sayısız nimetler görebiliriz. Ancak hakkıyla görebildiğimiz, farkında ve şuurunda olabildiğimiz nimetleri değerlendirip ahirete tahvil edebiliriz. Zaten dünya fanidir; içindeki nimetler de zevale mahkûm ve gelip geçici şeylerdir. Ancak hakkıyla değerlendirilip ahirete tahvil edilmekle kalıcı hale gelebilir. Ahirete tahvil edilemeyen her nimet zayi edilmiş demektir. Dünyada verilen her nimetin hesabı var. “And olsun ki o gün nimetlerden sorulacaksınız!” (Tekasür: 8) buyruluyor. Hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor; “Kıyamet gününde hiçbir kul, ömrünü nerede tükettiğinden; ilmiyle ne gibi ameller işlediğinden; malını nereden kazanıp nerede harcadığından ve vücudunu nerede hangi yolda) yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizi, Kıyamet, 1)
Nimetler sadece imtihan için verilmiş muvakkat emanetlerdir. İnsan elindeki nimetlerin asıl sahibi değildir; ancak emanetçisidir. İnsana sırf imtihan gayesiyle verilmiş olan fani dünya nimetleri ancak Cenab-ı Hakk’ın emrettiği yolda değerlendirilirse ahirete tahvil edilir ve kalıcı hale gelir. Aksi halde dünya mezbelesine karışır gider. Elimizdeki fani nimetleri ahirete tahvil etmek için durup düşünmeli; layık-ı veçhiyle gerektiği yerlere sarf edebilmek için dikkat ve itina ile cehd ve gayret etmeliyiz.
Nimetlerin şükrü ancak Cenab-ı Hakk’ın emrettiği yerlere layık-ı veçhiyle sarf etmek suretiyle gerçekleşir. İhtiyaç ve zaruret dışında anlık nefsani hazlar uğruna tüketilen nimetler ise heder olup giderler. Ahirete de hesabı kalır. Bakmak, görmek ve durup düşünmek lazım; ölmeden önce ölmenin şuur ve intibahıyla gafletten uyanıp elimizdeki nimetlerin kıymetini bilip hakkıyla değerlendirerek ahirete göndermek için ne yapabiliriz? diye sürekli bir çaba ve araştırma içinde olmalıyız. Zira arayanın bulması ümidi vardır. Arayış olacak ki buluş olsun. Hiç aramayan, nasıl bulacak? Diye sürekli bir çaba ve araştırma içinde olmalıyız. Zira arayanın, bulması ümidi vardır. Arayış olacak ki buluş olsun. Hiç aramayan, nasıl bulacak!? Derd, ıstırap, teveccüh, alaka, endişe ve sürekli bir arayış olacak. Mesnevi tabiriyle “ıstırap arattırır; derd insana yolunu buldurur.” Derdi olmayan derman aramaz. İnsanın teveccüh ve alakası, derd edindiği şeye bağlıdır. Nerede bir derd varsa, derman da oradadır. Aramak, sormak ve bulmak için çalışmak lazımdır. “İnsana ancak çalıştığı şeyin karşılığı vardır.” (Necm Suresi: 39 meali)
İçinde bulunduğumuz nimetlere sanki onları ilk ve son defa görüyormuş gibi kemal-i alaka, teveccüh ve itina ile dikkatle bakabilirsek, yeniden keşfedip daha iyi değerlendirmeye gayret edebiliriz. Daha iyi görmek için dikkatle ve hayretle bakmak gerekir. Nimeti varken görmek, vaktinde değerlendirip ahirete tahvil etmek gerek… Sıhhat, afiyet, gençlik, dinçlik, mal, makam, aile, evlad ve zenginlik hepsi de fani ömür sermayesiyle birlikte an be an elimizden çıkıp gitmektedir. Adeta her nefesle beraber sermayemiz eriyip bitmektedir. Zevali kaçınılmaz olan bu fani sermayeyi elde tutmak mümkün olmadığına göre, ahirete tahvil etmek yegâne çaredir. Ancak ahiret hesabına değerlendirebildiğimiz nimetler bizimdir; geri kalanı ya mirasçılara aittir veyahut zayidir.
Alışmak, körleşmek demektir. Ara sıra hayata ve kainata farklı ufuklardan bakmak; eşya ve hadiselerin verasında saklı hikmet gayeleri anlayabilmek için ahiret merceğiyle okumaya çalışmak lazımdır. Bazen dünyaya ve içindeki eşyaya zindan veya kabristan penceresinden bakmakta fayda vardır. Mesela, kabrinde yatan mevtaya denilse ki, “sana bir günlük müsaade var; dünyaya gidip tekrar kabrine döneceksin; bakalım bu bir günü nasıl değerlendireceksin?” bugünün dirisi, yarının ölüsü olduğuna göre, yarın biz de kabir âlemine gideceğiz. Şimdiden kendimizi orada farz edelim ve bu suale kendimiz cevap verelim: acaba dünyada bize verilen bu bir günü nasıl geçirebiliriz? Farz edelim ki dünyada sadece bir gün kalıp gideceğiz… Kazanmak veya kaybetmek, bugünkü halimize ve amellerimize bağlı; bu bir günlük muvakkat mühleti nasıl değerlendireceğimizi düşünelim.
(İnzar Dergisi)