Ne Mektuplar Tutsak O Zindanda
‘Potiniyle çıplak ayaklarımın üstüne bastı gardiyan. Parmaklarımın koptuğunu
hissettim.
Suçum büyüktü gerçekten:
Daha koğuşa alınmadan gökyüzüne bakmak!’
Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nden tahliye edilen mektupları okuyorum.
Bundan 23 yıl evveline kadar...Tam 6 yıl tutsak kalmışlar o cehennemde.
Bazıları beyaz, bazıları sarı kağıda yazılmış.
Hepsinin üstünde aynı mühür; ‘Tutuklu mektubudur, görülmüştür’...
Yıllar yılı, bir şehirden ötekine, karanlık bir mazinin lal kesilmiş tanıkları gibi taşınıp duran mektuplar...
Tahliye günü, lalettayin bir torba içinde kader ortağına teslim edilen yüz elliye yakın mektup...
O mektupların mahkumiyeti sona erdi.
Orhan Miroğlu, değerli bir eşya gibi muhafaza altında tuttuğu o sararmış yaprakları özgür bıraktı sonunda.
H H H
Kimdi, yolu nasıl düştü oraya, niye karartıldı gençliği, sevdiklerine hangi bedelleri ödetti?
İçinde yer etmiş bütün özlemi, hüznü, acıyı, kederi, mahçubiyeti olduğu gibi savuruyor gökyüzüne.
Hazırlıklı olun; kalbinizi en çok kanatacak satırlar, mektup yasaklısı olduğu günlere dair.
Mahkûmların sadece bedenlerini değil, ruhlarını da çürütmek için kullanılan yöntemler, dehşet verici...
Bugün hâlâ hatırladığında, Yahudilerin boynuna asılan Nazi levhaları geliyor, Miroğlu’nun aklına.
Üzerinde, ‘Ich bin nichts!/ Ben bir hiçim!’ yazılı levhalar...
Hiçleştiren, bir hiç olmaya zorlayan şahsiyetsizleştirme ameliyesinden geçiriliyor o da.
H H H
“Yazmak, bu çürümeye ve hiç olmaya karşı direnişin bir biçimiydi belki” diyor.
Hasret kokulu her mektup, o zindandan dışardaki biriciklere haber uçuran birer posta güvercini...
“Bugün yürürken kitap almadım yanıma. Öyle güzeldi ki hava, yürümenin dışında canım hiçbir şey yapmak istemedi.
Bir an için gözlerimi havalandırmanın uzun kalın duvarlarından ayırdım, masmavi gökyüzüne diktim.
İşte şimdi gökyüzüne bakmak yasak değildi artık...”
Uçsuz bucaksız bir göğün altında yalnız başına volta; git ve gel...
“Güneşin battığı yerden çatıdaki kiremitlere vuran akşam kızıllığını seyrediyorum bugün.
Altından bir gökkuşağını andırıyor.
Sonra sizin şu an Diyarbakır’da olduğunuzu düşünüyorum...Hafif bir gülümseme yayılıyor yüzüme.
Sizi, bir an için yanımdaymışsınız gibi hissediyorum...”
Özlem, dayanılmaz bir ıstıraba dönüşüyor; kavuşmak hayal!...
“Benim artık mektup yazmam yasak. Çok mektup yazdım size. Onları yazdım ve tutsaklıktan kurtardım bir şekilde.
Oysa sizin gönderdiğiniz mektuplar hala burada ve benimle beraber tutsak...
Oysa ne kadar da güzelleşmişti mektuplarımız...
(Giderayak mektup yasağı...) Yazmayacak, yazamayacak...Amaçlanan, belki de yasakların hayatımızdan hiç çıkmayacağını göstermek...
Hakka reva mı bu?”
Ve umut; belki bir gün...
“Ama hiçbir kış sonsuza kadar sürmez ve türkülerin de anlattığı gibi, kışın sonu ne de olsa bahardır...”
***
Mektuplarını paylaşmaya karar vermiş Miroğlu.
“Çünkü” diyor, “Yüzleşmenin zamanı, hesap sormanın da zamanı.”
Üzerinden tam 30 yıl geçti, 12 Eylül’ün.
O zindandan yürek dağlayan feryatlar yükseliyor hala.
Acılar, dün gibi taze...
Yaşayanlar öyle söylüyor;
“Çaldığınız ruhumuzun ve kirlettiğiniz bedenlerin hesabını verin!”
Miroğlu’nun azad edilmiş mektupları, Everest yayınlarından çıktı.
Yüzleşmekten korkmuyorsanız, neye ‘Hayır’ denildiğini görmeye cesaretiniz varsa...
Yanından geçerken, göz ucuyla da olsa şöyle bir bakın raflara.
Kitabın adı, ‘Ölümden Kalıma/ Diyarbakır Cezaevi’nden Mektuplar’...
Akif Beki/Radikal