Direniş Cephesi Sahada Ümmet Nerede?
Şeytan ve avanesini, Siyonist çete ve hamilerini suçlayacağımıza ümmet olarak 2 milyara varan nüfus potansiyelimizle önce biz kendimize bakmalıyız, kendimizi sorgulamalıyız! Biz nerede hata yaptık da bu musibetler başımıza geldi? Her konu açıldığında ifade ettiğimiz gibi, "eşyanın tabiatı boşluk kabul etmemektedir." Siz hak olanı elinizde tutmazsanız, siz hakka sahip çıkmaz/mukayyet olmazsanız, batıl onu istilâ eder. Maatteessüf ki ümmet 57 parçaya bölünmüş olmanın güç yitimi ile en kutsal beldelerine sahip çıkamamaktadır. İlk kıblemiz Mescid-i Aksa Siyonist katil sürüsünün işgali altında. Mescid-i Aksa ve kutsal Filistin toprakları 400 yıl Osmanlı'nın himayesi altındaydı. 1917 sonbaharında İngilizler Filistin topraklarını işgal arefesinde iken Osmanlı Birlikleri Komutanı Fahrettin Paşa, Pahidat İstanbul'a takviye kuvvet göndermeleri için haber yolluyor.
Verilen cevap ise son derece üzücü! Osmanlı o dönemde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Almanya ile yapmış olduğu ittifaktan dolayı Galiçya'ya 25-30 bin dolayında asker göndereceği için Filistin'e gönderilemiyor. Bu nasıl bir ihmalkârlık böyle? Bir başka üzücü hadise ise Suriye-Şam bölgesinde 7. ve 3. Ordu'nun geri çekilmesi olayı! 9 Ekim 1917 tarihinde 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal istifa ederek muharrib güçlerimizi Suriye cephesinden geri çekiyor. Eş zamanlı olarak 3. Ordu Komutanı İsmet İnönü de askerini alıp bölgeyi terk ediyor. Üstelik Osmanlı ordusuna komuta eden Erich Georg Sebastian Anton von Falkenhayn ismindeki Alman generalin "geri çekilmeyelim" talimatına rağmen askerimiz Suriye cephesinden geri çekildi. (Cephedeki üstün hizmetlerinden dolayı Osmanlı bu generale mareşal payesi vermişti.)
Bazı tarihçilerimiz geri çekilmenin nedenini Mustafa Kemal ve İsmet İnönü'nün Suriye ve Filistin cephesinin İngiliz işgal kuvvetleri komutanı Mareşal Edmund Henry Hynman Allenby ile görüşmelerine bağlıyorlar! Bu gizli görüşmede neler konuşuldu, geleceğe yönelik ne tür taahhüdlerde bulunuldu bilmiyoruz. Ama bilinen bir gerçek var ki, herhangi bir düşman taarruzu yokken muharrib güçlerimiz Suriye ve Filistin cephesinden geri çekildi. Diğer tarafta ise Filistin'e takviye güç olarak gönderilmesi gereken asker Galiçya'ya gönderildi. Ne demiştik? "Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmiyor." Yapılması gereken yapılmayınca elin gâvuru oluşan boşluktan dolayı doğru dürüst (olması gereken) bir mukavemetle karşılaşmadan gelip kutsal beldemiz Filistin topraklarını işgal ediyor. Üstelik savunmasız 25 bin insanı katlederek...
Şunu bilmiş olalım ki, insanların münferiden kendi yaşadıkları zaman dilimine ait koşullar nasıl kendileri için sınavsa ümmetin de kolektif sınavı vardır. Bunlardan bir tanesi de toplumsal düzenin tanzimine ilişkin sınavdır. Geçmişte yaşanmış olan olumsuzlukların mesuliyeti o dönemde yaşayan yöneticilerin ve dolayısıyla ümmetin omuzlarındadır. Rabbimiz buyuruyor ki: "Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız. Onlar, bir ümmetti, gelip geçti; onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz." (Bakara: 141) Ümmet olarak bugün vahyin bize sunduğu kolektif sorumluluğumuzla ilgili yapmamız gerekenleri yapmak ödevindeyiz.
Bir başka ifadeyle gündeme ilişkin içerisinde bulunduğumuz konjonktürel şartların bize dayattığı hayat tasavvurunun ötesinde asıl olarak dünya insanlığının huzur ve güvenliği için ve dolayısıyla yeryüzünde adaletin tahakuku için vahyin buyrukları muvacehesinde yapmamız gerekenleri yapmamızdır. Geçmişte yaşanan ihmalkârlıkların faturası belki bugünkü nesillere kesiliyor ancak hangi koşullar altında olursak olalım biz ümmet olarak Allah Teâlâ'nın yasaları ile insicam içerisinde olması gereken toplumsal düzenimizin tanzimine ve İslâm Birliği'nin tahakukuna ilişkin sorumluluklarımıza odaklanmalıyız.
Geçmiş tarihlerde uzun yıllar boyunca yaşanan ihmâllere rağmen yine de bu konuda ümmetin bilinçlenmesi için uzun süredir çaba içerisinde olan cemaat ve partiler bi hakkın vazifelerini yapmaya çalıştılar. Merkezi Mısır'da bulunan ve birçok Arap ülkesinde faaliyetleri olan, Şehid Hasan el-Benna'nın kurucusu olduğu İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) örgütü; Pakistan'da Merhum Mevdudî'nin liderliğini yaptığı Cemaat-i İslâmî; Cezayir'de Abbas Medenî'nin liderliğindeki Milli Selamet Cephesi (FİS); Tunus'ta Gannuşi'nin Nahda Hareketi; Türkiye'de ise Merhum Erbakan'ın temellerini attığı Milli Görüş Hareketi olmak üzere bu cemaat ve partiler uzun yıllar çalışıp çabaladılar ancak büyük halk kitlelerinin yeterli desteği olmayınca bu sözünü ettiğimiz coğrafyalarda İslâm'ın müesses nizama dönüştürülmesi ameliyesi gerçekleşmedi. Ancak bir istisna olarak hemen yanıbaşımızdaki İran coğrafyasında ise 1963 yılında başlatılan İmâm Humeynî'nin liderliğindeki kıyam hareketi 11 Şubat 1979 yılında bi iznillah zafere ulaştı.
İran coğrafyasında İslâm Cumhuriyeti ilân edilir edilmez emperyalist ABD ve Siyonist çete ile bağlar koparıldı. Siyonist çetenin konsolosluk binası Filistinlilere verildi. Bu gelişmeden büyük şeytan ABD ve hempası Siyonist çete son derece rahatsız olmuştu. Hemen kontra atağa geçerek entrikalara giriştiler. ABD Batılı yandaş ülkeleri de yedeğine alarak İran İslâm Cumhuriyeti'ni ekonomik olarak çökertmek için ambargoyu devreye soktular. Bununla da yetinmeyip Saddam maşasını kullanarak verdikleri kimyasal silahlarla ve her türlü mühimmat ile İran'a karşı topyekûn savaşa giriştiler. Bu tahmilî savaş tam 8 yıl sürdü. Neticede 1.5 milyon insanın ölümüne sebebiyet verdiler fakat emellerine ulaşamadılar. Başta İmâm Humeynî olmak üzere İslâm Cumhuriyeti mesulleri başlarına açılan gailelere rağmen Filistin konusundaki vazife ve sorumluluklarını yerine getirmek için hiçbir çabadan geri durmadılar. Devrimin hemen akabinde bizzat İmâm Humeynî'nin talimatıyla "Devrim Muhafızları Ordusu" bünyesinde müstakilen "Kudüs Gücü" kuruldu.
Bu güç Filistinli savaşçı gruplarla temasa geçerek hummalı faaliyetlere girişti. Ellerinde taş ve sapandan başka bir şey olmayan Filistinli gençlere silah sevkiyatı için bölgedeki Arap ülkeleri ile temasa geçildi. Fakat ne yazık ki, İslâm Cumhuriyeti mesullerine Suriye ve Lübnan'dan başka müspet cevap veren olmadı. İran'ın teklifi üzerine başta Hamas olmak üzere on küsür Filistinli örgüte Şam'da ofis açıldı. Suriye hükümeti ile yapılan stratejik işbirliği anlaşmasından sonra İran'dan Şam'a gelen kargo uçakları silah ve mühimmat sevkiyatına başlamış oldu. Ayrıca Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymanî'nin bizzat projesi olan tüneller devreye sokularak Gazze'ye silah ulaştırımaya başlandı. Az önce ifade etmiş olduğumuz gibi Kudüs Gücü'nün bir başka temasta olduğu ülke ise Lübnan'dı. Öyle ki, Lübnan İran ile mücbir sebepten dolayı diyaloğa geçmişti. Bildiğiniz üzere Siyonist çete 1982 yılında Beyrut’a varasıya dek Güney Lübnan topraklarını işgal etmişti.
Bunun üzerine Lübnan'ın ulusal ordusu bir mukavemet gösterememiş ve geri çekilmişti. Aynı şekilde Lübnan'da sivil toplum kuruluşu olarak faaliyet gösteren Arap milliyetçisi ve kısmî sol tandanslı olan Emel Hareketi de sorunun diplomatik yollarla halledilmesinden yanaydı. Bu düşünceden dolayı örgüt içerisinde ihtilaflar baş gösterdi ve silahlı mukavemeti savunan bir grup Emel Hareketi'nden ayrılıp Hizbullah'ı kurdu. Hizbullah hemen İranlı mesuller ile iletişime geçerek yardım talebinde bulundular. İran, ilâhî mesuliyet gereği bu örgütü de eğitip donatmaya dünden teşne idi. Çünkü İran'ın Siyonist çetenin varlığını sonlandırmak diye bir hedefi vardı ve bunu hiçbir çekinceye, hiçbir diplomatik maslahata gerek duymadan devrimin ilk gününden beri dile getiriyordu. İslâm Cumhuriyeti'nin en büyük hedeflerinden biri buydu. İran'ın büyük bir iştiyakla eğitip donattığı Hizbullah ilk eylemini Lübnan'da konuşlanmış olan ABD Deniz Piyade Karargahı ile Fransa askerî üslerine şehadet operasyonu yaparak gerçekleştirmiş oldu. Bu eylemde 320 ABD deniz piyadesi, 79 Fransız askeri itlaf edilerek tesirsiz hâle getirilmişti. Bu darbeden sonra ABD ve Fransız birlikleri apartopar Lübnan'ı terk etti. Sıra Siyonist işgalcilere gelmişti.
Fakat son derece modern silahlarla donanımlı olan Siyonist çete büyük katliamlar ve büyük yıkımlar yaparak işgal ettiği Güney Lübnan topraklarını kolay kolay terk etmek niyetinde değildi. Bu durum karşısında Hizbullah'ın düzenli bir ordusu olmaması hasebiyle Siyonist işgalcilere karşı eşit koşullarda mukavemet edemeyeceğinden dolayı gerilla taktiğini kullanarak mücadeleye koyulmuş oldu. Bu orantısız/asimetrik savaş tam 18 yıl sürmüştü. Miladî takvimler 25 Mayıs 2000 yılını gösterdiğinde Siyonist işgal güçlerinin tarihinde ilk defa yenilgi tadarak zillet içerisinde Güney Lübnan topraklarını terk ettiklerini gördük. Sıra 1967 yılından bu yana işgal altında bulunan Gazze'nin kurtarılmasına gelmişti. Az önce ifade ettiğimiz gibi İran'dan Suriye ve Lübnan'a sevk edilen silah ve mühimmatlar bir şekilde tüneller vasıtasıyla Gazze'ye ulaşmaya başlayınca taş ve sapanın yerini ufak çaplı konvansiyonel silah ve füzeler almaya başladı.
5 yıllık ciddi bir mukavemet sonucu Siyonist çete verdiği zaiyatlardan ve kendi halkının Knesset önünde yaptığı eylemlerden dolayı 2005 yılında askerî birliklerini Gazze'den çekmek zorunda kaldı. İran'ın yapmış olduğu silah yardımı ile bakınız neler oluyor? Güttükleri mezhep taassubundan dolayı gözleri kör olup bu gerçeği görmeyenler var. Netanyahu ise bir televizyon kanalına verdiği röportajda, "Biz Gazze'de İran'a karşı savaşıyoruz, çünkü Hamas ve diğer örgütlere silahı İran veriyor" diyor. Bir başka röportajda spiker Netanyahu'ya üç kâbus düşman ülkesini saymasını söyleyince, Netanyahu: "Bir İran, iki İran; üç İran" diyerek cevap veriyor. Bu sözler yine mezhep üzerinden İran'a olmadık iftira ve tezviratlarda bulunup laf çakanlara olsun. İran İslâm Cumhuriyeti 45 yıldan beri nice ağır bedeller ödeyerek, başta General Kasım Süleymanî olmak üzere nice değerli şahsiyetlerini şehid vererek Kudüs Gücü ekseninde ödünsüz bir şekilde yoluna devam etmektedir. "Direniş Cephesi" dediğimiz bu yapı, bugün gelinen nokta itibariyle Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'de büyük bir etkin güce sahip olarak Siyonist çeteye ve hamilerine darbe üzerine darbe vurup mukavemetini sürdürmektedir...
Yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermemek için şunu da ifade etmiş olalım ki, "Direniş Cephesi" bölgede İran adına vekâlet savaşı veren payanda bir güç değildir. "Direniş Cephesi" her şeyden önce ümmet bünyesinde Filistin davasını kendisine dert edinmiş kolektif bir iradeyi temsil etmektedir. Gönlümüz ister ki, imânî bir mesele okarak İslâm ümmetinin geride kalan diğer yekûnu olan halklar ve devletler bu kolektif iradeyi keşfedip özümsesin. Özümsesinler ki, onlar da bu kolektif iradenin omurga bileşeni olsunlar. Evet, imân bunu gerektiriyor. Bu nedenle başlığımızı, "Direniş Cephesi Burada Ümmet Nerede?" koyduk. Vesselâm. (Hazım Koral - Hürseda Haber)