Suriye'nin Filistin Sınavı
Filistin davasına sahip çıkmanın ve Siyonist çete ile diplomatik münasebete girmemenin en ağır bedelini ödeyen ülke olarak "karşımızda Suriye'yi görüyoruz" desek hiç kuşkusuz abartmış olmayız...
Konuya "Arap Baharı" değil "Arap Hazanı" olayları ile başlamak istiyorum: Bildiğiniz üzere 15 Mart 2011 tarihinde Suriye'de patlak veren olayları "Arap Baharı" furyasına bağlayanlar var. Fakat yaşanan hadiseleri sağlıklı bir zeminde ve analitik olarak tetkik ettiğimizde bu gelişmelerin "Arap Baharı" değil "Arap Hazanı" olduğunu görmüş olacağız. Evet, olaylar Tunus'ta başlamış ve domino etkisiyle diğer Arap ülkelerine de sıçramıştı. Tarek El-Tayeb Muhammed Buazizi ismindeki "seyyar satıcı" zabıtaların tekrar tekrar hışmına uğraması ve tezgahına el konulması sonucu bunalıma girerek mevcut siyasî yapıyı protesto etmek için 17 Aralık 2010'da Tunus'un Sidi Buuzid kentinde kendini yakmasıyla olayların patlak vermesi ve kitlesel protestoların vuku bulması sonucu 23 yıldır yönetimde olan Zeynel Abidin Bin Ali'nin Suudi Arabistan'a kaçması sonucu hükümette değişiklikler olmuştu. Bunun akabinde olaylar birçok Arap ülkesine sıçramıştı. Mısır'da yaşanan olayların akabinde birçok insan ölmüş ve sonuçta 30 yıllık diktatör Hüsnü Mübarek'in görevine son verilmesi ve akabinde gidilen seçimlerde İhvan-ı Müslimin hareketinin temsilcisi Muhammed Mursi başbakan olmuştu. Arap Baharı/Arap Hazanı olaylarını baştan beri yönlendirme ve kontrol altına alma çabası içerisinde olan büyük şeytan ABD ve diğer Batılı şer odakları Muhammed Mursi'nin başbakan olmasına tahammül edemeyip kendi piyonları olan Genelkurmay Başkanı Abdulfettah Sisi'ye askerî darbe yaptırdılar.
Libya'da ise iç savaş çıkartıp Kaddafi'yi linç ettirdiler. Erdoğan'ın tepkili bir şekilde, NATO'nun Libya'da ne işi var?" demesinden birkaç gün sonra NATO uçakları İzmir'deki üssten kalkıp Libya'yı bombaladı.
Öte yandan Bahreyn'de patlak veren sokak gösterileri Suud ordusunun devreye girip göstericilere karşı silah kullanması sonucu (olaylar kanlı bir şekilde) bastırılmış oldu. Yemen'de ise 32 yıllık diktatör Ali Abdullah bin Salih'e karşı büyük halk kitlelerinin protestoları sonucu yönetimde değişiklik oldu ve Mansur Hadi ismindeki şahıs koşullu olarak işbaşına getirildi.
Protestocuların Mansur Hadi'den anayasal değişiklik hususunda talepleri vardı. Ancak Mansur Hadi taahhütleri yerine getirmeyince, halk tekrar sokaklara inerek Mansur Hadi'yi ülkelerinden kovmuş oldular. O da Tunus'un devrik lideri Abidin Bin Ali gibi Suudi Arabistan'a sığındı. Protestocuların liderliğini üstlenen Ensarullah hareketi başta başkent Sana olmak üzere ülkenin büyük bir bölümüne hakim oldu. Burada emperyalist Batı emeline ulaşamadı. Ensarullah hareketi bugün Siyonist çeteye sarsıcı darbeler vuran Direniş Cephesi'nin en aktif, en faal bileşenlerinden biri olarak sahada bulunmaktadır.
Özellikle Babu'l Mendeb'i kapatıp Siyonist çeteye yük taşıyan gemileri vurması ve diğer taraftan İran'ın verdiği füzelerle işgal çetesinin askerî üsslerini vurması ümmet nezdinde takdire şayan bir durum olarak ortaya çıktı...
Ne yazık ki, "Arap Baharı" asıl değişim ve dönüşüm yaşanması gereken Suudi Arabistan'a, Ürdün'e ve Birleşik Arap Emirlikleri'ne uğramadan pas geçmiş oldu. Bu yüzden biz buna "Arap Hazanı" diyoruz. Zira bu kalkışmalarla asıl olarak ABD ve Siyonist çetenin piyonu rejimler yıkılmalıydı. ABD ve Siyonist çetenin tasallutu altında olan rejimlerin halklarına zilletten başka yaşattığı bir şey yoktu. İnsanlar uzun yıllardan beri bu despot/monarşi yönetimlerin tasallutu altında onursuz bir hayat yaşıyordu ve bugün de yaşamaktadır. Sosyal adaletten uzak bu yönetimler aynı zamanda Filistin davasına da ihanet içerisinde olmalarından dolayı halklarını Siyonist çete karşısında ezgin bir duruma düşürmektedir. Bu yüzden yıkılmalıydılar. Böylesi bir zilleti kabullenemeyen Yemen halkı mezhebî ve etnik farklılıklarına rağmen kolektif bir irade göstererek emperyalistlerin piyonlarını ülkelerinden kovmayı (büyük oranda) başardılar...
Bu kısa açıklamalardan sonra söz konusu olan Suriye'ye gelelim!
1946 yılında Fransa'nın manda yönetimi işgalinden kurtulup bağımsızlığını kazanan Suriye’de, 1963 yılında Arap Sosyalist Baas Partisi darbeyle yönetimi ele geçirmişti. 1970 yılında parti içi darbeyle iktidarı ele geçiren Hafız Esad, 1971 yılında cumhurbaşkanı olmuş ve bu görevi 10 Haziran 2000 tarihindeki vefatına kadar yürütmüştü. Akabinde yerine oğlu Beşşar Esad geçti. Hafız Esad döneminde yaşanmış acı bir olayı es geçmeden aktarmış olalım. Zira bu olay İslâm dünyasının büyük bir kesimi tarafından hâlâ anlaşılmış değil ve farklı yorumlanmaktadır. Hama kentinde 1982 yılının şubat ayında hükümet güçlerine karşı başlatılan ayaklanma başarısız bir şekilde sonuçlanmış ve bu ayaklanma sonucunda 30 bin dolayında insanın ölümüne sebebiyet verilmişti. Bunun da faturası olayları yapanlara değil, isyancıları bastıran Hafız Esad rejimine kesilmişti. Öncelikle şunu belirtmiş olalım ki, bütün mezheplere göre müstevlikere karşı savaşmak eli silah tutan her Müslümana farzdır. Ancak dinden inhiraf etmiş yöneticilere karşı silahlı ayaklanma meşru değildir. Yıkılmalılar ama silahla değil. Çünkü devletin ordusu ve güvenlik güçleri Müslüman ahaliden müteşekkil. Şu hâlde kime kurşun sıkacaksın? İsmi Ahmet - Mehmet olan asker veya polise mi kurşun sıkacaksın? İşte fıkhen bu caiz değil. Bu nedenle yönetimi İslâmî olmayan Müslüman coğrafyalarda faaliyet gösteren cemaat liderleri müntesiplerine yönelik yaptıkları nasihatlerde silahlı mücadeleye asla cevaz vermemişlerdir. Nitekim Hama olaylarını başlatan grup, mensup oldukları İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) örgütünün merkezi olan Mısır'a gidip fetva aramışlar, elleri boş dönünce Türkiye'ye gidip Merhum Erbakan Hocamız'la görüşmüşler. Merhum Oğuzhan Asiltürk abimizin bizzat (Kudüs TV'de yaptığımız program öncesinde) bana anlatması ile, Erbakan Hocamız onlara bir takım nasihatlerde bulunup silahlı ayaklanmaya teşebbüs etmemelerini ve böyle bir şey yapacak olurlarsa çok kanlar akıtılarak bastırılacaklarını söylüyor. Onlar Merhum Erbakan'ın da nasihatını dikkate almadan soluğu İmâm Humeynî'nin huzurunda alıyorlar. İmâm Humeynî onlara, "Biz bu devrimi silahla/tüfekle mi yaptık sanıyorsunuz? Biz 'Allahu Ekber' lafzını öyle bir haykırdık ki, bu lafız adeta balyoza dönüştü ve biz bu balyozu Şah Pehlevî'nin kafasına indirdik. O da ülkemizden kaçıp gitti. Siz de böyle yapın sakın silaha sarılmayın." diyor. Bu grup İmâm Humeynî'den de istedikleri fetvayı alamayınca büyük bir hayâl kırıklığı içerisinde Hama kentine geri dönüyorlar. Ne yazık ki, nasihatların hilafına hareket ederek gençlerin ellerine verdikleri silahlarla bir gece ansızın kamu binalarına ve polis karakollarına baskınlar yapıp katliama girişiyorlar. Silahlı gençler katliam işine teşne olarak en acımasız bir şekilde ellerine geçirdikleri kamu çalışanlarını (memur, polis, asker ne varsa) "Müslüman evlâdı" demeden kurşuna diziyorlar. Bu yaptıkları vahşiyane barbarlık ve katliamlarla kısa sürede kenti ele geçiriyorlar. İstiyorlar ki, diğer şehir halkları da harekete geçsin. Fakat hiçbir tarafta bir hareketlenme olmuyor. Bu ara Suriye hükümeti askerî birimlerini harekete geçirerek şehri kuşatma altına alıyor. İsyancılara teslim olmaları için üç gün mühlet veriliyor. İsyancılar öylesine kendilerini şartlandırmışlar ki, şehid olacakları düşüncesiyle teslim olmuyorlar ve çatışmayı tercih ediyorlar. Hükümet güçleri ile isyancılar arasında büyük bir çatışma meydana geliyor ve değişik rivayetlerde geçtiği üzere bu çatışmalarda sivillerin isyancılar tarafından kalkan olarak kullanılması hasebiyle (yukarıda belirttiğimiz gibi) 30 bin dolayında insan ölüyor. İslâm dünyasının büyük bir kesimi olayın fıkhî boyutunu göz önünde bulundurmadan faturayı Hafız Esad'a kesiyor. Bu algı yıllardan beri ümmetin büyük bir kesiminin zihinsel altyapılarında nifak ve kin olarak varlığını sürdürmektedir. Bugün de bu zaviyeden Suriye rejimine karşı Müslüman halkımız kin ve düşmanlığa tahrik edilmektedir. Oysa bu iç çatışma ile işgalci İsrail'e o kadar büyük bir hizmette bulundular ki, bunu fark edemediler. Allah'u âlem ama bu isyancıların içerisinde MOSSAD ajanı çağdaş Thomas Edward Lawrece'ler vardı. Bakınız bu bir komplo teorisi değil. Çünkü Hama olayı 1982 yılının şubat ayında patlak vermişti. Mart ayında ise Siyonist çete zorlanmadan/ciddi bir mukavemetle karşılaşmadan Güney Lübnan'ı işgal etti. Bu işgalin rahat bir şekilde gerçekleşmesinin nedeni ise, Lübnan'ın ulusal askerî gücünün zayıflığından maada, Suriye'nin Lübnan'dan askerlerini çekmesi sonucu olmuştu. Uluslararası anlaşmalara göre Birleşmiş Milletler nezdinde Suriye Lübnan üzerinde "garantör devlet" olduğundan dolayı 1963 yılından bu yana Lübnan'da asker bulunduruyordu. Fakat Hama olaylarından dolayı "sıkı yönetim" ilân edilince Lübnan'daki askerler ve diğer güvenlik gücü olay mahalline ve diğer şehir ve kasabalara sevk edildi. Ve ne yazık ki, bu şekilde Lübnan toprakları üzerinde işgalci İsrail'e alan açılmış oldu. Bunu fırsata dönüştüren Siyonist çete mart ayında apar topar Lübnan'ı işgale koyuldu. "Alan açmak" metaforu burada yerine oturmaktadır. Çünkü eşyanın tabiatı boşluk kabul etmemektedir.
Siz 22 Arap ülkesi içerisinde İsrail ile hiçbir şekilde diplomatik ilişkiye yanaşmayan, aksine İran'dan gelen silah ve mühimmatın Filistin'e sevk edilmesinde lojistik destek sağlayan, ayrıca Filistinli savaşçı gruplara ülkesinde ofis açan, onların eğitimi için askerî karargâhlar kuran Suriye gibi bir ülkede fıkhen caiz olmayan illegal bir metot ve yöntemle silahlı kalkışmada bulunacaksınız, bu olacak iş mi? Bakınız bir yanlış kalkışma nelere mal oluyor? Garantörlük pozisyonundan dolayı Suriye'nin güvenliği altında olan, Suriye'nin hamilik yaptığı bir ülkenin yarısı savunma boşluğundan dolayı üç gün içerisinde işgal ediliyor. Evet, savunmasız bırakılan Güney Lübnan halkı en acımasız bir şekilde katliamlara maruz kalmıştı.
Özellikle Filistinlilerin mülteci olarak yaşadığı Sabra ve Şatilla kamplarına baskın yapan Siyonist çete hain Falanjistlerin de desteği ile insanlık dışı katliamlar yaptılar. Esir aldıkları insanları çocuk, bebek, kadın, yaşlı demeden kurşuna dizdiler. (Bunu bizzat dönemin Siyonist çete Genelkurmay Başkanı Ariel Şaron yaptı.) Böylesine korkunç bir atmosferde Emel örgütünden ayrılan bir grup işgalcilere karşı gerilla savaşına karar vererek Hizbullah'ı kuruyor. Yeni kurulan bu örgüt yöneticileri İran İslâm Cumhuriyeti ile irtibata geçerek yardım talebinde bulunuyorlar. İran bu talebe müspet karşılık verip, eğitilip donatılmaları için ekipman ve askeri mühimmat gönderiyor. Aldıkları savaş eğitimi ile kısa sürede muharrib güç hâline gelen Hizbullah hiç vakit kaybetmeden işgalci Siyonist çeteye karşı fiîlen gerilla savaşı başlatıyor. 18 yıl süren bu savaşta binlerce şehid verilerek 20 Mayıs 2000 tarihinde bi iznillah zafere ulaşılmış oldu...
Bakınız bir Hama olayı nelere mal oluyor? Yapılan fıkhen caiz olmayan bir işti ve çok acı sonuçlar doğurdu. Ne yazık ki, bizim toplumumuzda bu meseleyi idrak edemeyen milyonlarca insan var. 22 Arap ülkesi içerisinde Filistin davasına sahip çıkan ve savaşan gruplara İran'ın silah sevkiyatına lojistik destek sağlayan tek ülke Suriye iken hâlâ Hama üzerinden kin ve düşmanlık pompalanmaya devam ediliyor. El insaf.. Şöyle bir kıyaslama yapalım; Suudi Arabistan'da Hamas üyesi olduğu tespit edilenler terörist muamelesi görüyor ve zindana tıkılıyorlar. Suriye hükümeti ise Şam kentinde Filistinli on küsur silahlı gruba ofis açmış ve her türlü faaliyet imkânı sunuyor. Bir gazeteci olarak Şam kentinde bulunduğumuz esnada "ayni ile vaki" bizzat buna şahitliğimiz var. Aradaki böylesi bir farka rağmen bizim toplumumuzda Suud'un ihaneti konuşulmuyor ama yatıp kalkıp Suriye ve Suriye üzerinden İran ve Hizbullah düşmanlığı yapılıyor. Mümeyyiz olmamak, feraset ve hikmet sahibi olmamak bu olsa gerek. Oysa düşman dur durak bilmeden şeytanî entrikalarına devam ediyor. Siyonist çete Mayıs 2000 tarihinde Lübnan topraklarını zillet içerisinde terk etmişti, ancak MOSSAD ve CIA Lübnan'ı boş bırakmadı. Suikast işinde mahir olan bu iki çete 14 Şubat 2005 tarihinde Başbakan Hariri'nin aracına patlayıcı yerleştirerek suikast gerçekleştiriyor. Bu suikasttan güdülen amaç: Suriye ve Hizbullah'ı fail gösterip Suriye'nin Lübnan'daki askerî birliklerinin çekilmesini sağlamak ve Hizbullah'ın muharrib gücünü sonlandırmaktı. (Buna istinaden baskılar Suriye ile birlikte Hizbullah'ı da kapsıyordu. Israrla Hizbullah'ın silah bırakması isteniyordu. Hizbullah; ABD, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan ve diğer güdümlü ülkelere restini çekerek silah bırakmayacağını ilân etti. Onlar da ortak karar alarak Hizbullah'ı terör örgütü listesine aldı. Süreç çok gergin geçiyordu. Suriye'ye yönelik diplomatik baskılar artarak devam ediyordu. Öyle ki, ABD tarafından İran'la birlikte “şer ekseni" olarak ilân edilen Suriye, 2004 yalında çıkarılan 1559 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla Lübnan'dan çıkmaya zorlandı. Suriye askerî varlığını Lübnan'dan çıkarmamakta ısrarlıydı. Ne de olsa Suriye'nin Lübnan üzerinde garantörlük hakkı vardı. Fakat, başta ABD olmak üzere uluslararası şer güçler tarafından Refik Hariri cinayetinden dolayı suçlanan Suriye; Hizbullah, İran ve Filistinli direniş gruplarıyla olan lojistik ve stratejik derinlikteki ilişkileri sebebiyle sadece işgalci İsrail’in değil, aynı zamanda ABD müttefiki Arap rejimlerinin de hedefi haline gelmişti. Çünkü Suriye diğer Arap ülkeleri gibi Siyonist çete ile uzlaşmaya yanaşmıyordu.
Düşünebiliyor musunuz, 22 Arap ülkesi içerisinde Siyonist çete konsolosluğu olmayan, Siyonist çete ile hiçbir şekilde ticarî ve diplomatik ilişkide bulunmayan tek ülke Suriye. Oysa başta Türkiye, Suudi Arabistan, Ürdün ve diğer Arap ülkeleri kan içici/katil İsrail ile her türlü ticarî ve diplomatik ilişki içerisindeler. Bu durum Filistin davasına ihanet değil de nedir? Bu yüzden Suriye'yi de ihanet koalisyonuna almak için çok yönlü baskılar yapıldı. Neticede Suriye Lübnan konusunda geri adım atmak zorunda kaldı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin aldığı dayatmacı karara ve Arap ülkeleri de dahil olmak üzere uluslararası baskılara direnemeyen Suriye, siyasî iklimi daha fazla germeden 7 Nisan 2005 tarihinde ordusunun son birliğini de Lübnan'dan çekmek zorunda kaldı.
Siyonist çetenin sinsi bir şekilde beklentisi de bu yöndeydi. Suriye Lübnan'dan askerini çekmesi işgalci İsrail'i iştahlandırmıştı. Fakat karşısında Hizbullah vardı. Siyonist çete 2000 yılındaki hezimetinden ders almamış olmalı ki Hizbullah'ı ufak lokma görerek saldırı için hazırlıklara koyulmuştu.
Siyonist çetenin derdi ne yapıp edip "Arz-ı Mevud" emeli uğruna 2000 yılındaki yenilgisinin rövanşını almaktı...
İşgalci İsrail savaş ekipmanlarını hazırlamak ve muharrib gücünü hareket geçirmek için bir yıl boyunca hummalı bir şekilde çalıştı. Nihayet 2006 Temmuz'unda Lübnan'ı tekrar işgale yeltendi. Evet, Suriye ordusu Lübnan'ı terk etmişti fakat Hizbullah bütün gücü ile sahada Siyonist işgal çetesini karşılamaya hazırdı. Nitekim 33 gün süren bu savaşın sonunda Siyonist çete yine eskisi gibi büyük zaiyatlar vererek zillet içerisinde geri çekilmek zorunda kaldı. (Ölüm kusan merkawa tankları da bir işe yaramamış tek tek Hizbullah'ın hedefi olmuşlardı.)
Buna rağmen düşman pusuya yatarak bir başka baharın gelmesini beklemeye koyuldu. Ta ki "Arap Baharı" devreye sokulana dek! Nitekim vuku bulan Arap Baharı'nı fırsata dönüştüren Siyonist çete ve büyük şeytan ABD İslâm coğrafyalarında iç çatışmaları organize etmeye koyuldular. Maksat, mayın eşeklerine kendi çıkarlarına hizmet ettirmekti. Nasıl olsa bazı kesimler Hama olaylarından ibret almamışlardı. Merhum Mehmet Akif Ersoy diyor ki, "İbret alınsaydı tarih tekerrür mü ederdi?" Ne yazık ki, Hama olayından ibret alınmadı ve 15 Mart 2011 tarihinde, bu sefer sadece
Hama kentinde değil, bütün Suriye topraklarında iç çatışma başlatılmış oldu. Fıkhen haram olan bir işe tekrar teşebbüs ettiler. Sivil itaatsizlikile başlatılan "Arap Baharı"nı silahla, terör ve insanlık dışı katliamlarla "Arap Hazanı"na dönüştürdüler.
Bildiğiniz üzere, "Arap Hazanı" başlatılmadan önce Suriye ile ilişkilerimiz gayet iyi idi. Ortak bakanlar kurulu oluşturmuştuk. Vizesiz gidiş gelişler başlamıştı. Nerede ise tek devlet olacaktık. Cumhurbaşkanı Erdoğan "kardeşim" dediği Beşşar Esad ile ailece ziyaretleşmelere başlamışlardı. Birlikte sabah kahvaltıları ediyorlar, birlikte gezintilere çıkıp, birlikte denize giriyorlardı. Aralarındaki dostluk ilişkisi diplomasi teamüllerinin de ötesindeydi. Sonra gizli eller belirli ülkelerde Arap Baharı/Arap Hazanı'nı başlattı. Suriye'de ise, "Arap Hazanı" dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Şam'ı ziyaret ettikten sonra başla(tıl)dı. Davutoğlu ABD'den aldığı talimat raporunu Beşşar Esad'a maddeler hâlinde tek tek sıralıyor. Bu maddelerde HAMAS, İslâmî Cihad ve diğer 10 küsur Filistinli silahlı örgütlerin ofislerinin ve eğitim kamplarının kapatılması ve İran'dan gelen silah sevkiyatının durdurması vardı. Ayrıca diğer Müslüman ülkelerin çoğu gibi yabancı sermayeye kapılarının açılması talep ediliyordu. Yabancı sermayeden kasıt ABD ve Siyonist çeteye ait şirketlere Suriye’de faaliyet imkanının sunulmasıydı. Dış dünyaya ise bu talimatların demokratikleşme talepleri olduğu yansıtıldı. Anti parantez hemen sormak lazım ABD'nin iyi ilişkiler içerisinde olduğu, yani sömürüp piyon olarak kullandığı Arap ülkelerinin hangisinde demokrasi ve insan hakları var? Bakınız, o beğenmediğiniz Esad, babasının vefatından sonra iktidara gelir gelmez bir takım yasal düzenlemelere giderek halkın gönlünü kazanmaya çalışmıştı. Halkın % 65'i Hanefî mezhebinden olduğundan dolayı Beşşar Esad’ın yaptığı ilk işlerden biri evlenme, boşanma ve miras hukukunu Hanefî mezhebinin fıkıh kurallarına göre tanzim etmeye başlaması olmuştu. Ana okulundan, üniversiteye kadar eğitim sisteminde tesettür serbestisi getirdi. Bu kural kamu kurumlarına da yansıtıldı. Kısacası halkına Hama olayını unutturmaya çalışan Beşşar Esad işbaşına geldikten sonra Suriye’de birçok serbestliklerle birlikte, insan hakları ve ifade özgürlüğü alanlarında da açılım başlatılmıştı. Halk gayet huzur ve güven içerisinde yaşıyordu. Ta ki, Davutoğlu gelip eli boş Türkiye'ye döndükten sonra IŞİD, el-Kaide, el- Nusra ve ÖSO terör örgütleri devreye girene dek.. Öyle ki, Deraa kentinde dış mihrakların desteklediği gruplar tarafından 15 Mart 2011 tarihinde başlatılmak istenen olaylar akamete uğrayınca söz konusu ettiğimiz terör örgütlerine "bindirilmiş kıta takviyeleri" yapılmaya başlandı. (Bu ara ülkeyi kana bulamak isteyen terör yanlısı göstericileri protesto ve telin etmek maksadıyla yüzbinlerce insan başta Şam ve diğer büyük şehirlerde ellerinde Esad'ın resimleri ve Filistin ile ilintili yazılı ve görsel bankartlarla hükümet lehine mitingler yaptılar.) Sonuçta Suriye halkı dış mihrakların organize ettiği gösterilere katılmayınca "iş başa düştü" diyen terör grupları kamu binalarına saldırıya geçtiler. Ellerine geçirdikleri kamu personelini binaların üzerine çıkarıp canlı canlı oradan aşağı atarak en vahşiyane yöntemlerle infazlar yapmaya başladılar.
Kısa süre içerinde bölge ve bölge dışı şer odaklarının organizesi ile 100'e yakın ülkeden teröristler Suriye'ye sokuldu ve iç savaş bu şekilde başlatıldı. İslâm fıkhının cevaz vermediği yöntemle canavarca kan dökmeye başladılar. ABD ise bu canavar sürüsüne sadece silah ve mühimmat vermekle, yani eğitip donatmakla yetinmeyip savaş uçaklarıyla sivil yerleşim birimlerini/meskûn mahâl alanlarını bombalayıp katliam yaptı. Ardından "Esad güçleri halkını varil bombaları ile katlediyor" denilerek iftira içerikli propagandalar yapıldı. Nasıl olsa ana akım medya da onlara çalışıyordu. Gazetelerin attığı manşetlerde gördüğümüz üzere Davutoğlu ziyaretinin hemen ertesi günü "Kardeşim Esad" bir anda "Katil Esad" oldu. Günlerce, aylarca, hatta yıllarca TV kanalları ve basın organları bu minvâl üzere yayın yaparken sosyal medyamız da bu iftira ve tezviratlara çanak tuttu. Bu süreç içerisinde Esad'a demediklerini bırakmadılar. Sonuç olarak cahil halk kitleleri bu yalan ve iftiralara inanarak Esad'a lânet okumaya başladı. Kara propagandalarından biri de "beyaz baretliler" tiyatrosuydu. Bu pespaye skandalı biliyorsunuzdur! İtibar cellatlığı yapmak amacıyla bir kapalı spor salonuna tıkıştırdıkları bebek ve çocukların üzerlerini soydular ve ağızlarına spreylerle köpük sıkıp video çekimleri yaptılar. Batılı ajan/piyon medya kuruluşlarına bu videoları servis ederek Esad'ın halkını kimyasallarla zehirlediği yalanını yaydılar. Bu yalanlara inananlar da, "Katil Esad" diyerek feveran etmeye başladı. Bir darb-ı meselde geçtiği üzere, "Çamuru at, tutmazsa izi kalır." Yıllardır yapılan asparagas haberlerle, tezvirat ve yalanlarla şimdi öyle bir raddeye gelindi ki beş yaşında çocuğa Esad’ı sorsanız, "katil" der. Ne yazık ki, bu propagandalara olup bitenlerden habersiz köylü ve kırsal kesim Suriyeliler de inanır oldu. Terörist gruplar kırsal kesim ve köylerde faaliyette bulundukları için asker ve güvenlik güçleri ile çatışma esnasında ölen arkadaşlarının resim ve videolarını gösterip askerlerin sivil insanları öldürdüğünü söyleyerek halkın kendilerine katılmaları için baskı yapıyorlardı. Savaşmak istemeyen insanlar iki ateş arasında kalmaktansa doğup büyüdükleri toprakları terk ederek Türkiye ve başka ülkelere iltica etmeyi tercih ettiler. Bizim insanlarımızdan bazıları da, "Filistinliler gibi savaşmayı tercih etseydiler, bizim ülkemize neden kaçtılar?" diyebiliyorlar. Böyle söyleyenlere cevap olarak Suriyeliler de, "Karşımızda İsrail askeri yok. İnsan kendi askerine ve kendi polisine nasıl kurşun sıkar? Siz böyle bir şey yapabilir misiniz? Bunu ancak teröristler yapar" diyerek itirazlarını dile getiriyorlar. Adamlar haklı.
Ancak ne yazık ki, Suriye'de birileri için hâlâ at izi ile it izi birbirine karışmış vaziyette. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, 22 Arap ülkesi içerisinde İsrail ile diplomatik ve ticarî ilişkiye girmeyen tek ülke Suriye olmasına rağmen bu düşmanlık, bu husumet neyin nesi? Eğer İslâmî bir rejim kurmak istiyorsanız işe Mescid-i Haram ile Mescid-i Nebevî'nin esir olduğu kutsal topraklarımızdan başlamak gerekmiyor mu? İşgalci İsrail ile her türlü diplomatik ve ticarî ilişki içerisinde olan işbirlikçi hain rejimler dururken neden işe Suriye'den başladınız? Bırakın da sıra en son Suriye'ye gelsin. Siz Suudi Arabistan'dan, Ürdün'den, Mısır'dan, Birleşik Arap Emirlikleri'nden işe başlayın. Ama terörle anarşi ile değil. Kan dökerek değil, İran halkı gibi kansız devrim yapın...
Bildiğiniz üzere, 67 Savaşı'nda İsrail'e toprak kaptıran 4 ülkeden biri de Suriye'dir. Fakat ilerleyen süreç içerisinde Suriye'nin haricindeki diğer ülkeler kaptırdıkları topraklarından feragat ederek zillet içerisinde işgalci Siyonist çete ile uzlaşma yoluna gittiler. İlerleyen süreç içerisinde ise "Yüzyılın Anlaşması " ve "Abraham Sözleşmesi" ile Gazze halkının Sina Yarımadası'na sürülmesine razı oldular. Bu ne kadar büyük bir ihanettir böyle? Suriye rejimi ise hiçbir şekilde Siyonist çete ile uzlaşmaya yanaşmadı. Ve bu yüzden Obama'nın kurduğu/eğitip donattığı terör örgütleri ile başına gaileler açıldı...
Suriye öteden beri İran’la ve İsrail karşıtı direniş gruplarıyla geliştirdiği derin stratejik ilişkiler sebebiyle başta ABD ve Siyonist çete olmak üzere bölgedeki "şer ekseni" müttefiklerinin hedefi oldu. İşgalci çete reisi Netanyahu Birleşmiş Milletler binasında yapmış olduğu konuşmada ihanet içerisinde olan sözde Müslüman rejimler için "kutsal müttefiklerimiz" diyor.
"Direniş Cephesi" için "şer ittifakı" ifadesini kullanıyor...
Şunu sormuş olalım: Obama'nın kurduğu terör örgütleri ile Suriye'de çıkarılan iç savaşta güdülen amaç neydi? İnsanlık dışı katliamlar yapan o terör örgütlerine İslâm devleti mi kurduracaklardı? Hayır efendim böyle bir şeyin olması mümkün değildir ve eşyanın tabiatına aykırıdır. İslâm devleti anti emperyalisttir, sömürüye karşıdır. Amiyane tabirle adamlar kendi ayağına sıkar mı? Ayrıca terör örgütlerinde adalet, hakkaniyet, merhamet ve ahlâk yok. Bu canavar sürüsü mü yönetecekleri halka adaletle, merhametle muamele edecek? Bu mümkün mü? Bunlar maşa olarak kullanılıp miadları dolunca devre dışı atılacaklardı. Evet, bu 100 civarında ülkeden getirilip Suriye ve Irak'ı kan gölüne çevirenler tam emellerine ulaşacakken İran ve Hizbullah milisleri devreye girip başta IŞİD olmak üzere terör örgütlerini bertaraf ettiler. İzlemiş olduğumuz bir videoda Siyonist bir general bu durumu şöyle yorumluyor: "Suriye ve Irak'ta her şey plânladığımız gibi yolunda giderken ve hedefe ulaşmaya çok az bir zaman kalmışken 5 bin İran ve Hizbullah milisi devreye girip bütün plânlarımızı alt üst ettiler."
Şunu belirtmiş olalım ki, bizim toplumumuzda bu gerçeği hâlâ idrak edemeyen kesimler var. "İran ve Hizbullah neden Suriye ve Irak'a müdahale etti?" diyerek hâlâ düşmanlık güdenleri görüyoruz. İnsanın ufku ve basireti bu kadar mı kitlenir?
Mezhep taassubu insanı bu kadar mı kör eder? "Direniş Cephesi"nin mücadelesi için hâlâ "tiyatro" ve "danışıklı dövüş" diyenler var. Siyonist çete Gazze'de 50 bin insanı katletmekle yetinmeyip şimdi Lübnan'ı bombalıyıp katliamlar yapıyor. Ve zaman zaman Suriye'ye de saldırıp, Suriye'yi de ateşin içine çekmek istiyor. Nasıl olsa arkasında ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya var. Buna rağmen Suriye Siyonist çete ile uzlaşmamakta kararlılık gösteriyor...
Bildiğiniz üzere, Suriye bu süreçte uzun süre Arap Birliği'nden de soyutlandı. Siyonist çete ile uzlaşmıyor diye Suudi Arabistan, Ürdün ve BAE gibi Arap rejimleri Suriye'ye karşı cephe almışlardı. Bu husumetkerini o kadar ileri boyutlara taşıdılar ki, sonunda Suriye'yi Arap Birliği'nden çıkardılar. Ne kadar acı değil mi? Filistin davasına sahip çıkıp, başkentinde onlara ofis açıp faaliyet imkânı sunan ve İran'dan gelen silahların sevkiyatında lojistik destek sağlayan Suriye'ye düşmanlık beslemek, onu dışlamak her şeyden önce Filistin davasına ihanettir. Neyse ki, şimdilerde tekrar uzlaşma yoluna gidip Arap Birliği'ne aldılar. Elbette bu yetmez Arap ülkeleri Filistin davasına ihanet etmekten vazgeçmeli ve "Direniş Cephesi" saflarında yerlerini almalı. Sayın okuyucumuz çıtayı çok mu yükselttik acaba? Yok hayır, biz dinimizin emrettiğini, yani olması gerekeni dile getiriyoruz. İhanet edenler elbette ihanetlerine devam edecekler ama en azından "Direniş Cephesi"ne karşı Siyonist çete ve hamilerinin yanında durmasınlar.
Bakınız, Türkiye bir süredir Suriye ile uzlaşma yönünde adımlar atmaktadır. Bu umut verici bir gelişmedir. Atalarımız boşuna dememiş: "Zararın neresinden dönülürse kârdır." Mutlaka diyaloglar geliştirilip uzlaşma yolları aranmalıdır. Tekrar sınırlar açılmalı ve vizesiz gidiş gelişler başlamalı. Öte yandan yine eskisi gibi tekrar "Ortak Bakanlar Kurulu" oluşturulmalı. Geçmişte yaşanan bu gelişmeleri bir gazetecimiz değerlendirirken, "İslâm Birliği için çok güzel bir adım, Suriye ile tek devlet olma yoluna gidiyoruz" demişti. Küresel güçler yaşanan gelişmeleri gördükleri için Suriye'yi karıştırıp Türkiye ile birlik oluşturmasına geçici de olsa engel oldular. Geçici diyoruz, çünkü bir gün İslâm Birliği mutlaka tesis edilecek. Sadece Suriye değil bütün Müslüman ülkeler bu birliğin içerisinde olacak. Yüce Rabbimiz nûrunu mutlaka tamamlayacak. Bundan kaçış yok. Şu hâlde Türkiye ivedilikle Suriye ile ilişkilerini eski durumuna getirmeli... Vesselâm. (islamianaliz)
Not: Sayın okuyucumuz bu temennilerle yazımızı noktalarken bir de baktık ki, mayın eşeklerini Halep'e doğru tekrar sahaya sürdüler. 14 Aydan beri Gazze'de yaşanan katliamlar için kılını kıbırdatmayanlar Suriye'de/Halep'te kan dökmeye, terör estirmeye devam ediyor...