Mezhep Üzerinden İran Düşmanlığı
İslâm kardeşliğinden ve ümmet bilincinden yoksun olanlar ne yazık ki etnosantrik duygularla veya mezhep taassubu ile kendi gruplarından olmayanlara karşı dışlayıcı ve hasmane bir tutum sergileyebilmektedirler. Elbette bu tutum cehaletten ve kör taassuptan kaynaklanmaktadır. Oysa mesele gayet basit. Rabbimiz Kûr'ân-ı Kerim'inde şöyle buyuruyor: "Müminler ancak kardeştirler, öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.
Allah’a itaatsizlikten sakının ki rahmetine mazhar olasınız." (Hucurat: 10) Kûr'ân ayetleri genellikle vuku bulan bir olaya istinaden nazil olmaktadır. Demek ki, ayette belirtildiği üzere cahiliye dönemine ilişkin bir tutum sergilenmiş ki, Allah Teâlâ ikaz mahiyetinde bir hatırlatmada bulunarak vuku bulmuş olumsuzluğun bertaraf edilmesini emretmektedir. Konu başlığımızla ilintili olarak ifade edecek olursak, aslında mezhebî saikle olmayan, aksine dünya hükümranlığı adına iki Türk imparatorluğu olan Safevîler ile Osmanlı arasında (Çaldıran Ovası'nda) 1514 tarihinde büyük bir savaş patlak vermişti. Bu savaşta on binlerce insan ölmüştü. Gel zaman git zaman iki imparatorluk arasında sûlh olmuştu. 17 Mayıs 1639 tarihinde Osmanlı İmpatatorluğu ile Safevi İmpatatorluğu arasında imzalanan "Kasr-ı Şirin Barış Antlaşması"ndan sonra o gün bugündür 400 yıl boyunca çatışmadığımız, savaşmadığımız ve sınır ihtilafı yaşamadığımız tek ülke kardeş İran'dır.
Bugüne kadar çevremizdeki ülkelerle defalarca sınırlarımızda değişiklik yaşanmıştır. Kardeş İran ile sınırlar hep aynı kalmıştır. Hâl böyle iken gelin görün ki, 11 Şubat 1979 tarihinde vuku bulan İslâm Devrimi'nden hemen sonra hummalı bir şekilde mezhep üzerinden bir İran düşmanlığı körüklenmeye başlandı ve o gün bugündür bu düşmanlık devam etmektedir. İşin garip tarafı Şah döneminde böyle bir düşmanlık asla söz konusu değildi. Laik/seküler bir İran'ın Türkiye ile ilişkileri gayet iyi idi. Barlarıyla, pavyonlarıyla, gece kulüpleriyle, eğlence mekânlarıyla Türkiyeli turistleri ağırlayan bir Tahran'da mezhebin esamesi okunmuyordu.
O dönemde birileri için gayet şirin bir İran vardı. Ayrıca İran'ın ABD ve Siyonist çetenin piyonu olması kimseyi rahatsız etmiyordu. Bunun nedeni zaten Türkiye ile İran birbirlerinin muadili idiler. İki ülke de ABD'nin tahakkümü altındaydı. O günlerde İran'a giden bir vatandaşımıza kimse mezhebini sormuyordu. İlişkiler gayet dostaneydi.
Fakat ne zaman ki İran'da İslâm Devrimi oldu, ondan sonra mezhep üzerinden düşmanlıklar körüklenmeye başlandı. Bu işi ilk başlatan elbette ki büyük şeytan ABD'nin güdümündeki medya olmuştu. Çünkü ABD'nin sömürü hortumları İran'da kesilince, ABD sömürdüğü İran'ı kaybedince Türkiye'yi de kaybetme endişesine kapılarak ulûfe dağıttığı kalemşörlerini alelacele devreye sokarak çok yoğun bir şekilde mezhep üzerinden İran düşmanlığı körüklenmeye başlandı.
Devrimin ilk gününden beri kesintisiz olarak bu kara propaganda devam etmektedir. İşin üzücü yönü ise bu düşmanlığa bazı cemaat ve tarikat erbabı hocaefendiler (!) de (olaya teşne bir şekilde) alet oldular. ABD'nin isteği de buydu. Kısacası sadece laik/seküler kesim değil, bazı cemaat liderleri tarafından da 45 yıldan beri mezhep üzerinden İran düşmanlığı körüklenmektedir...
Öte yandan, Merhum Erbakan Hocamız bu kara propagandaya alet olmayan siyasî bir lider olarak her fırsatta Türkiye-İran kardeşliğinden söz ediyordu. Nitekim başbakan olduğunda D-8'i kurma girişiminde bulununca ilk yurt dışı ziyaretini İran'a yapmıştı. Merhum Erbakan anlatıyor: "Başbakan olduğumda ABD Büyükelçilisi beni ziyarete geldi ve klasörünü açarak ABD'nin talimatlarını maddeler hâlinde sıralamaya başladı. Madde: 1- Yurt dışı ziyaretinizi İran'a yapmayacaksınız. Madde: 2- İran ile ticaret hacminizi 50 milyon dolardan yukarı çıkarmayacaksınız.
Bu şekilde 8 madde sıralandı. ABD ne dediyse ben tersini yaptım. İlk yurt dışı ziyaretimi İran'a yaptım. İran ile ticarette bize konulan kotanın çok çok üzerine çıktık. ABD bundan son derece rahatsız oldu." Hatırlayalım, Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Sayın Bekir Yıldız belediye binasının önünde Mescid-i Aksa maketinden bir çadır kurarak Filistin ile ilgili bir etkinlikte bulundu ve bu etkinliğe İran İslâm Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Sayın Muhammed Bakırî konuşmacı olarak davet edildi. Bakırî bu davet konuşmasında mazlum Filistin halkının uğradığı zulmü dile getirdi diye diplomasi dilinde "persona non grata" (istenmeyen adam) ilân edildi ve adamı apar topar sınır dışı ettiler.
Demek oluyor ki, içimizdeki Siyonistseverler oldukça etkinler. Büyükelçiyi sınır dışı etmekle yatinmediler, Sincan sokaklarına tankları indirip 28 Şubat Darbesi'ni yaptılar. Merhum Erbakan'ın İran İslâm Cumhuriyeti mesulleri ile dostane ilişkiler geliştirip Kudüs davasına sahip çıkma teşebbüsünden dolayı ABD ve Siyonist çetenin piyonları olan (Türk Silahlı Kuvvetleri içerisine sızmış) hainleri rahatsız etmekle birlikte ayrıca FETÖ (Fethullaçı Terör Örgütü) liderini de rahatsız ediyordu. ABD ve Siyonist çetenin piyonu olan medya ile ağızbirliği yapan söz konusu cemaatin (FETÖ - "Fethullahçı terör örgütü"nün) yayın organı Zaman Gazetesi, "Beceremediniz Bırakın" diye manşetler atıyordu.
Terör elebaşısı Fethullah Gülen, öylesine bir nefretle İslâm Cumhuriyeti'ne kin duyuyordu ki, "Bu Rafizîlerden öyle nefret ediyorum ki, cennete giden yol İran'dan geçse ben etrafı dolanırım" diyordu. Fethullah Gülen bu söylem ile yetinmiyordu. Hemen hemen her vaazında bir şekilde konuyu "Çaldıran Savaşı"na getirip, "İslâm ümmeti bünyesinde fitne kazanını kaynatan şu Rafizîlere haddini bildirecek yeni Yavuz Selimlere ihtiyaç var" diyerek Türk Caza Kanunu'nda hukukî yaptırım karşılığı olan, "Din, bölge, sınıf ve mezhep farklılığı gözeterek halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasını gerektirir" maddesinin muhatabı oluyordu. Ama nedense bu kin ve nefret dolu söylemlere dur diyecek savcılıklar harekete geçmiyordu.
Elbette İslâm Cumhuriyeti'ne düşman olan sadece Fethullah Gülen ve cemaati değildi. Bugün birçok cemaat var ki sırf mezhebinden olayı İran'a düşman. Mezhep üzerinden sürdürülen bu düşmanlık cemaatlerin tesirinde kalan büyük halk kitlelerinin de gözlerini kör etmiş. Düşman baltasına sap olmak böyle bir şey! Mesleğimiz icabı halkımızın düşüncesini almak için sokak röportajları yapıyoruz. Bu ara güncel olması hasebiyle halkımıza İran İslâm Cumhuriyeti'nin Şam'daki Büyükelçilik binasının Siyonist çete tarafından vurulması ve akabinde İran'ın misilleme yapmasını sorduk. (Sormaz olaydık!) Aldığımız cevapların % 80'i, "Danışıklı dövüş", "tiyatro" ve "blöf" türünden cevaplardı.
SubhanAllah bu ne kadar üzücü bir durum! İslâm Cumhuriyeti'nin (nice bedeller ödeyerek) Filistin için yapıp ettikleri takdir edileceğine bu tür tezviratlarla İran'a iftiralar atılmaktadır. Maatteessüf ki, devrimin ilk gününden itibaren mezhep üzerinden çeşitli iftiralarla sürdürülen karalama kampanyalarının sonucu halkımızın büyük çoğunluğu İran'a düşman kesilmiş vaziyette. Yok efendim, "İran bugüne kadar İsrail'e bir taş atmış mı?" Yok efendim, "İran bugüne kadar bir gâvur ülke ile savaşmış mı?" "İran tarih boyunca hep Müslüman ülkelere karşı savaşmış." türünden birçok iftiralar aleni bir şekilde dile getirilmektedir.
Başta da belirttiğimiz gibi, Allah Teâlâ Kûr'ân-ı Kerim'inde, "Müslümanlar kardeştir." buyuruyor. Her bir Müslümanın diğer Müslüman kardeşi ile aralarında imâna taallûk eden hukukî bir bağ vardır. Şu hâlde mezhep üzerinden sürdürülen bu düşmanlık neyin nesi? Müslüman bir şahsı veya Müslüman bir toplumu mezhebinden dolayı dışlamak, ötekileştirmek Enbiya Sûresi'nin 92'nci ayetine istinaden şirktir, küfürdür. Çünkü Rabbimiz bu ayette, her bir Müslümana hitaben, "Sizin ümmettiniz bir tek ümmetir. Ben de sizin Rabbinizim. O hâlde bana kulluk edin." diye buyurmaktadır. Daha ilk adımda mezhebî saik ile veya başka bir nedenle ümmeti ayrıştırmaya kalkmak Allah Teâlâ'ya kul olmayı reddetmektir.
Zira Allah'a kul olmak ilâhî buyruklara itaati zorunlu kılmaktadır. Allah Teâlâ'nın buyruğu hilafına hareket etmek en büyük bölücülüktür ve bu şirktir. Çünkü bu cürüm münferiden işlenen günahlara benzemez. Siz içki içseniz bu sizin şahsınıza zarar verir ama ümmet bütünlüğüne yönelik ayrıştırıcı söylemlerde bulunmak nifaktır/fitnedir. Bu yüzden bu cürüm kebahir günah olmakla birlikte aynı zamanda şirktir. Şirk "bir tek" olanı çoğaltmaya kalkmaktır. Fitne en büyük bölücülüktür. Bu yüzden Rabbimiz şiddetli bir şekilde uyarıyor: "Fitne, adam öldürmeden beterdir." (Bakara: 191) Fitne ümmetin birlikteliğine vurulan en büyük darbedir. Bu ise sadece düşmanlarımızın işine yarar. Rabbimiz uyarmıyor mu? "Allah ve Resûlü'ne itaat edin. Birbirinize düşmeyin. Birlik olun, aksi takdirde gücünüz gider, düşman karşısında bir varlık gösteremez zelil olursunuz." (Enfal: 46)
Evet, ifade etmek istediğimiz o ki, kardeşlik hukuku dostane ve dayanışma içerisinde olmayı zorunlu kılmaktadır. Yüce Rabbimizin emri kesin ve mutlaktır: "Toptan Allah'ın ipine sarılın, tefrikaya düşmeyin, dağılıp ayrılmayın." (Al-i İmrân: 103)
Ayrıca Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: "İmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız." Mezhep bağnazlığından dolayı bu ilkeleri çiğneyenlerin vay hâline.
Yobaz kişi, "Ben o düşmanlığı dini koruma adına yaptım" diyecek. Ama bu mazereti geçerli olmayacak, çünkü o dini değil yanılma potansiyeli olan müctehid bir imâmın içtihadlarını savunma adına Allah Teâlâ'nın mutlak hükümlerini ayaklarının altına almaktadır. Bu yüzden diyebiliriz ki, mezhep bağnazlığı başlı başına bir psikolojik hastalıktır. Bağnazlık kişiye hoşgörüyü değil, adil davranmamayı, tahammülsüzlüğü, kin ve düşmanlığı aşılar. Bu hastalığa sahip olanlara Rabbimiz acil şifalar versin. Vesselâm... (Hazım Koral - Hürseda Haber)