İslâm’da Aklın Değeri ve Görevi
Yüryüzünün halifesi olan insanoğlu, akıl, hafıza ve ünsiyet sahibi olan mükerrem bir varlıktır. Akıl, madde açısından mücerred, tedbir ve tasarruf açısından bedenle münasebeti olan bir cevherdir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) “Allah, akıldan daha yüce bir mahlûk yaratmamıştır” ifadesi ile insanoğluna verilen akıl nimetinin mahluk olduğunu, buna mukabil; “hiç kimse kendisini hidâyete götüren ya da tehlikeden alıkoyan akıldan daha faziletli bir şeye malik olmamıştır” hadisi, ehliyet açısından aklın insanın belirli bir evresinden (çocukluktan) sonra ortaya çıktığı haber verilmiştir. Bilindiği gibi tevhidi hakikatler, kalp sayesinde inanılan ve yaşanan, akıl sayesinde de düşünülen ve idrak edilen unsurların ifadesidir. Akıl ve iman, adetâ birbirinin mütemmim cüzüdür. Kur’an-ı Kerim’e göre insanın her türlü davranışlarına anlam kazandıran ve ilahi emirler karşısında sorumluluk altına girmesini sağlayan unsur aklıdır.
İslâm Fıkhı’nda Cihad İbadetinin Keyfiyeti ve İstişhad
YERYÜZÜNÜN halifesi olan insanoğlu, akıl, hafıza ve ünsiyet sahibi olan mükerrem bir varlıktır. Akıl, madde açısından mücerred, tedbir ve tasarruf açısından bedenle münasebeti olan bir cevherdir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) “Allah, akıldan daha yüce bir mahlûk yaratmamıştır” ifadesiyle, insanoğluna verilen akıl nimetinin mahluk olduğunu, buna mukabil; “Hiç kimse kendisini hidâyete götüren ya da tehlikeden alıkoyan akıldan daha faziletli bir şeye malik olmamıştır” hadisi, ehliyet açısından aklın insanın belirli bir evresinden (çocukluktan) sonra ortaya çıktığı haber verilmiştir. Bilindiği gibi tevhidi hakikatler, kalp sayesinde inanılan ve yaşanan, akıl sayesinde de düşünülen ve idrak edilen unsurların ifadesidir. Akıl ve iman, adetâ birbirinin mütemmim cüzüdür. Kur’an-ı Kerim’e göre insanın her türlü davranışlarına anlam kazandıran ve ilahi emirler karşısında sorumluluk altına girmesini sağlayan unsur aklıdır. İlahi teklifler ile mükellef olan insanın fiilleri arasındaki münasebeti izah edebilmek için, akıl üzerinde durmamız gerekir.
Kur’an’da akıl kelimesi kırk dokuz âyette ve daima fiil şeklinde yer almıştır. Bu ayetlerde genellikle akletmenin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmaktadır. Düşünmek, ibret almak, öğüt almak, hidayete ermek, cehaletten kurtulmak, kâinattaki ve kendi içindeki hakikatleri anlamak, gönülden kör, sağır, dilsiz olmamak için Kur’an’da akla vurgu yapılmaktadır. Aklın önemi, özellikle Kur’an’ın manasının, İslam’daki emir ve yasakların ve bunların hikmetlerinin anlaşılması içindir. Düşünmek, doğruyu bulup ona teslim olmak içindir. Kur’an birçok ayetinde insanları düşünmeye, anlamaya, zikretmeye davet etmektedir. Tüm bu faaliyetler aklın değişmeyen fonksiyonudur. Allah’a hakkıyla kulluk edebilmek için, Kur’an’ın ne dediğini anlamak, neleri yapmak ve nelerden kaçınmak gerektiğini bilmek gerekir. Bu ise ancak akıl sayesinde mümkündür. Bu anlamda akıllı olmak, aklı kullanıp Kur’an’ı anlamaya çalışmak kadın - erkek her müslümanın görevlerindendir. İnsan aklı sayesinde taklitten kurtulur. Neye, niçin inandığını kavrar. İslam dini akıl sahibi insanları muhatab alır ve onlara sorumluluk yükler. “Aklı olmayanın dini de yoktur” ifadesini bu anlamda düşünmek gerekir.
Bütün İslâm âlimleri aklı, insanın dinin emir ve yasaklarıyla sorumlu tutulmasının temel şartı olarak görmüşler, akıldan yoksun olanlara hiçbir sorumluluğun yüklenemeyeceği görüşünde birleşmişlerdir. Mesela; namaz, oruç, zekât, hacc gibi ibadetleri yerine getirebilmenin ilk şartı âkıl-bâliğ olmak, yani deli olmamak ve ergen olmaktır. Ayrıca zamanının en akıllısı olmayı (fetânet) peygamberlerin temel vasıflarından kabul etmişlerdir. İslam âlimleri, imandan sonra en büyük nimet olarak gördükleri akla, dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmaya vesile olması dolayısıyla büyük değer vermişlerdir.
Aklın önemi ve değeri ile ilgili birkaç ayet meali: “... İlimde ileri gidenler; biz ona inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır derler. Bunu ise ancak aklını isabetle kullanabilenler akledip düşünebilir.”(1) “Bu Kur’an insanlara bir tebliğdir. İnsanlar bununla uyarılsınlar, O’nun tek ilah olduğunu bilsinler ve akıllarını kullansınlar da düşünüp ibret alsınlar.”(2) “... Onları müjdele, onlar ki sözü dinlerler ve o sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir, onlar akl-ı selim sahipleridir.”(3) “Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde ‘hayır, biz atalarımızın uyduklarına uyarız’ derler. İyi ama atalarınızın aklı bir şeye ermiyorsa da doğru yolu bulamamışlarsa? (yine de onların yoluna mı uyacaksınız?)”(4) Akletmek gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri gerçek alimlerdir. Allahû Teâla buyuruyor: “ Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları alimlerden başkası akletmez.”(5)
Aklın görevi; araştırma, düşünme ve gerçeği bulmadır. Araştırmayan, düşünmeyen akıl, görevini yerine getirmemiş akıldır ki, sahibini hayvandan daha aşağı duruma sürükler. Akıl çalışmayınca görevini yerine getiremez ve sahibini taklid bataklığına düşürür. Taklid ise, araştırma ve düşünmenin baş düşmanıdır. Allah, kitabında taklidi, donukluğu kınarken; araştırıcı aklı övmektedir. İslam taklidçiliğe karşı çıkmıştır. Çünkü taklidçilik, Allah’ın insana en büyük nimetlerinden olan aklı kullanmamak, başkalarına körü körüne uymaktır. Allah ile birlikte başka bir ilahın olmadığını akıl bulmak zorundadır. O’nun asıl görevi bu yüce gerçeği bulmak ve ona göre yaşamaktır. Akıl Allah’ı bulmanın yanında O’na şükretmeyi de bilecektir. Aklı ile Allah’ı bulan ve O’na şükreden sıkıntıda olsa da bahtiyardır. Allah’ı bulamayan ise, bollukta olsa bile yine de bedbahttır. Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yani Allah’ın verdiği aklı kullanmayanlar, kafaları küflenmiş, kalpleri mühürlenmiş ve manevi pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek cahillerdir.
“Onların bu konuda ilmi yok, sadece atıp tutuyorlar.”(6) “Hevâsını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?”(7) “Allah kalplerini mühürledi, artık bilmezler.”(8) “Allah bilmeyenleri işte böyle mühürler.”(9) Kâfirler ve müşrikler hiç akletmeyenlerdir; kalbî duyularını bütün bütüne köreltenler, kalpleri mühürlenenlerdir. “Allah katında hayvanların en şerlisi, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”(10) “Sağır, dilsiz ve kördürler de, akletmezler.”(11) “...Bunlardan bir grup vardı, Allah’ın Kelamı’nı işitirlerdi de, onu aklettikten sonra, bile bile tahrif ederlerdi.”(12)
Kur’an-ı Kerim’e göre akıllı olmayan ve aklını gereği gibi kullanamayanlar şunlardır: * Akıl - baliğ olmayan çocuklar * Akıl bakımından reşid olmayan zeka özürlüler * Aklını yitirmiş olan deliler * Aklını kullanmak istemeyip körü körüne başkalarını taklit edenler * Liderlerine, büyüklerine aşırı güvenip, kendi yerine onların düşünmesini yeterli görenler *Kâfir ve müşrikler
İnsan, canlı olmasının bir sonucu olarak, zorunlu temel ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli davranışlar ortaya koyar. Bu davranışlar, vücudun maddi yönünü tatmin etmeye dönüktür. Bu ihtiyaçları giderme hususunda, insanı diğer canlılardan farklı kılan özelliği, özgür seçimidir. Özgürce seçmek için ise akıl sahibi olmak gerekir. Yani seçme, karar verme, ortaya çıkarma gibi davranışların temeli akıldır. Bu özellik insanın diğer canlılar karşısındaki ayrıcalığıdır. Aklın nasıl kullanılacağı, gücünün ve sınırının ne olduğu, elde ettiği bilginin nasıl oluştuğu gibi sorular insan zihnini meşgul eden sorulardır.
İnsanın tabiatla, çevresiyle, kendi iç dünyasıyla kurduğu ilişki onu muhataplarını tanımaya sevkeder. İnsanın yaratılanlar ile kendi arasında kurmuş olduğu bu ilişki akli bir çabadır. Bu esnada aklını kullanarak elde ettiği değer, bilgi adını alır. Buradaki akıl, akletme gücünü, elde edilen bilginin doğru ya da yanlış olmasını, aklın gereği gibi kullanılıp kullanılmadığını gösterir. İnsan aklı ile tabiatı anlarken, vahiy ile ilahi hakikatleri bilebilir. O halde aklın görevi; gerek tabiattaki, gerek Kur’an’daki ayetleri anlamak ve Allah’a ulaşmaktır. İnsanın tabiatı anlamaya çalışması sonucu ortaya çıkan bugünkü modern teknoloji, elektriğin icad edilmesi, uçak, gemi, denizaltı yapımı, tıp alanındaki ilerlemeler sonucu verem, tifo, kolera, kuduz gibi hastalıkların tadavisinin bulunması, yapılan kazılar sonucu insanlık tarihi ve dünyanın geçmişi hakkında elde edilen bulgular, yapılan uzay araştırmaları, deniz altında, volkanlarda yapılan incelemelerle gelen ve sürekli yenilenen teknoloji ile ortaya çıkan yeni gerçekler, başlı başına küçük bir kainat olan insanın kendisini tanımaya çalıştıkça ortaya çıkan sonuçlar v.s. aklın gücünü gösteren bizzat yaşayarak gördüğümüz somut örneklerdir.
Allah insanoğluna eşyanın isimlerini öğretti. İnsan tüm bu hakikatleri aklını kullanarak ortaya çıkarmaktadır. Zaten insanın melekten üstün olmasının altındaki gerçek, eşyanın isimlerini bilmesi ve zamanla bu gerçeklerin ortaya çıkarılmasıdır. Akıl, ölüm olayını, kabirde olanları, vahyin mahiyetini, melekleri, ahireti, Allah’ın zatını tam olarak kavrayamaz. Bunlar aklın idrak sahasının dışında olan gayba ait hususlardır. Aklın faaliyet alanı ise bu kainat ile sınırlıdır. Akıl gayba ait meselelerde mutlak gerçeğe ulaşamaz. Zaten Allahü Teala insana böyle bir görev ve sorumluluk da yüklememiştir. İnsan meraklı bir varlık olduğu için ölüm ve ötesi ile ilgili de yorum yapar. İster ölüm ve ötesi ile ilgili, isterse gaybla ilgili gereken tüm bilgiler vahiyle bildirilir; akla düşen şey ise vahyi tasdik edip imanın kalpte kökleşmesine katkıda bulunmaktır. Gayb ile ilgili meselelerde yapılan akıl yürütmelerin hiçbiri kesin doğrudur denemez. Yapılan yorumların tümü zihin egzersizinden öteye geçmez. Özetle;
1) Aklın, Kur’an’ı ve sahih sünneti sorgulayan bir konumda olmaması,
2) Aklın, Kur’an ve sünneti anlamaya çalışması ve onun hizmetinde olması,
3) Tabiatı anlamaya çalışırken, tabiata, içindeki tüm canlı varlıklara ve kendi hemcinslerine zarar vermemesi, bunların tümüyle uyum içinde olması aklın sorumluluğudur.
Akıl iki şekilde kullanılabilir. Bu kullanımlardan biri insanı dünya ve ahiret saadetine götürürken; diğeri hüsranda bırakır. Eğer insan aklını herşeyden üstün görür, tek ölçü ve tek hakim kabul ederse, bu düşünce onu küfre, dalalete ve sapıklığa götürür. Fakat aklını usulüne göre ve Kur’an’ın ruhuna uygun bir şekilde kullanır ve bu nimetin farkına varırsa, o zaman akıl, sahibini hakikati keşfetmeye, dünya ve ahiret saadetine iletir.
İnsanın kalbine bir mananın (anlamın) konmasıdır. Delilsiz olarak, yani bilgi vasıtalarımızdan birine dayanmayarak feyiz yoluyla kalbe doğan manadır. İlham ve rüya İslam’da bilgi kaynağı kabul edilmemiştir. İlham ve rüyanın bilgi kaynağı olmamasının iki nedeni vardır:
1) İlham ve rüya bilgi kaynağı olamaz. Çünkü, insana gelen ilham, ya da gördüğü rüya, şeytandan da olabilir, melekten de. Halk deyimiyle rahmani de şeytani de olabilir. Bunu tesbit etmek için elimizde güvenilir bir ölçü yoktur. Rahmani ilhamlar olduğu gibi; şeytani vesveseler de vardır. Bunu ayırdetmek de zannedildiği kadar kolay değildir. Ayrıca görülen rüyanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği de belli değildir. Dolayısıyla gördüğümüz rüya, bizi tümüyle bağlamayacağı gibi, diğer insanları hiç mi hiç bağlamaz. Şöyle bir düşünelim; rüyamızda İstanbul - Ankara uçağının düştüğünü gördük. Kendimiz gitmemeye karar verdiğimiz gibi, diğer yolcuları da gitmemeleri için uyarıyoruz. İnsanlar, doğal olarak bize “sen deli misin?” diyecektir. Bu uyarımız, insanlar arasında gülünç duruma düşmemize neden olacak; ama biz uçağın düşeceğini ısrarla söyleyeceğiz. Bu bir anlamda gaybdan haber vermek olur ki, gaybı sadece Allah bilir. İnsanlar bizden bu iddiamızı ispat etmemizi isteyecektir. Oysa bunu ispat etmenin imkanı yoktur. Çünkü uçağın düşüp düşmemesi gördüğümüz rüya ile hiç bir alakası olmayan teknik bir konudur. Uçak ya teknik bir arızadan veya pilot hatasından dolayı düşer. Hayatını gördüğü rüyalar üzerine kurmak, insanı ruhsal bunalımlara sokar. Bunun sonucu olarak psikopat denilen hasta tipler ortaya çıkar.
2) İlhamın delil olmamasının bir nedeni de, istismara açık olmasıdır. Nitekim geçmişte ve günümüzde pek çok kimse çıkarak, kendisine vahiy şeklinde ilham geldiğini, Peygamberimiz’le görüştüğünü, ondan hadis aldığını söyleme cür’etinde bulunmuştur. Bu şekilde İslam dinine birçok hurafe sokulmaya çalışılmıştır. Oysa bu dinin herhangi bir hükmünü gizleyip çıkarmak insanı dinden çıkaracağı gibi, dinden olmayan şeyleri bu dinin hükmü imiş gibi göstermek de insanı dinden çıkarır. Çünkü dinden olanı atmak da, dinden olmayanı katmak da küfürdür.
Günümüzde ortaya çıkan yalancı peygamberler, mehdiler, şeyh olduğunu söyleyip dinini bilmeyen cahil insanları kandırarak onları maddi ve manevi olarak sömüren sahtekar tipler ve sözde zikir ayinleri tertipleyip, kamera karşısında şov yapan, ne olduğu belli olmayan şarlatanlar ile gelecekten haber verme iddiasında olan medyumlar, falcılar, astrologlar bu anlayışa sahip olanların günümüzdeki yansımasıdır. Eğer çevremizde böyle insanlar varsa, ki maalesef var, inancımızın bir gereği olarak bu insanlara itibar etmememiz gerekir. Şurası bir gerçektir ki, ilim ve aklın olmadığı yerde cehalet, cehaletin olduğu yerde de din tüccarları ortaya çıkar.
Ebû Zeyd ed-Debbûsî (Rh.a.) (v. 430 h), Fıkıh Usûlü alanında yazılmış en seçkin eserlerden birisi olan “Takvîmü’l-Edille”nin baş kısmında, daha önce “el-Emedü’l-Aksâ” isimli eserinde geniş bir şekilde üzerinde durduğu tavrını şu şekilde ortaya koyar:
“Allah Te’âlâ insanda ruh ve aklı, hevâ ve nefsi “el-Emedü’l-Aksâ’da açıklaması yapıldığı gibibelâ’nın tahkîki (imtihanın gerçekleşmesi) için bir araya getirdi. Bundan dolayı nefs hevâsıyla cehlen onu hâzıra (anlık ve değişken olana, hazlara) çağırır; ruh ise aklı ile ilmen onu âkibete çağırır. Bu sebeple insanlar dört tabakaya ayrıldılar:
a) Hevâsıyla dalâlete düşmüş, nefsinden gâfil, cehli sebebiyle tugyânına dalmış (olanlar).
b) Meselenin bütün insanlar için de böyle olduğunu zannederek kendisi dalâlete düşmüş olanlar.
c) Rabbinin şeriatinin nasları tarafından teyid edilen aklının delilleri ile Rabbisinin hidâyetine ulaşanlar.
d) Akıl ve şeri’atin ışığında Ruhu’l-Kudüs’le (Cebrâil) hidâyete ulaşanlar. İşte bu (sonuncu) tabaka onlar arasında diğerlerinin önderidir.
“El- Emedü’l-Aksa” ve “Hızânetü’l-Hüdâ” isimli eserlerimizde ortaya koyduğumuz gibi Ruhun nuru aslîdir ve aklın nûru fer’îdir. Bu (sonuncu) tabaka da kendi içinde dört ayrı hizbe ayrıldı:
1. Rabbini bilen, ancak Kitâb, Sünnet, Fıkıh ve Hikmetin te’vîlinden câhil olanlar ki, bunlar abes ve bid’at (e düşme tehlikesi) ile karşı karşıyadır.
2. Kitâb ve Sünnet’in te’vîli ile Rabbini bilen, ancak fıkıh ve elbâb’dan istimdâd etmeyenler; bunlar dalâlet ve şüphe ile karşı karşıyadırlar. Çünkü hâdiseler sınırsız, nasslar sayılıdır. Anlayamadığı meselelerde imtihana maruz olduklarından dengeyi koruyamaz, şüpheye veya dalalete düşerler.
3. Kalbinin re’yi ile mütefakkih olarak Rabbini bilen, ama şer’inin naslarında fıkıh yollarından habersiz olanlar; bunlar ucub ve hevâ yüzünden helâk ile karşı karşıyadır. Çünkü sırf akılla hidâyetin sınırlarına ulaşmak mümkün değildir. Şerî’ate dayanmadıkça, akılla sadece hevâ vardır.
4. Rabbini ârif, naslarını te’vîl ve tefsiri ile, şer’in aslı konusunda fıkhı da ta’lîl ile bilendir. Bu adam diğerleri arasında onların önderidir; ancak bu da fısk tehlikesi ile karşı karşıyadır. Çünkü ilim ile dünya da kazanılabilir ahiretde, Mevla’nın rızası da talep edilebilir insanların rızası da. Bu durumda onu kurtaracak olan başkası değil amel ve davranışlarındaki niyetidir.”(13)
Bundan sonra Debbûsî ameller arasında da bir tasnif yaparak, bunlar arasında sırf ibadet olan ile davet olanı birbirinden tefrik eder. Köşesine çekilip dar anlamıyla sırf ibâdetle meşgul olmayıp, ibadetini gereği gibi yapmakla birlikte, insanları Dine davet etmeyi mukayese ederek, dâvetin insanın ulaşacağı en yüksek mertebe ve bu noktada ulemânın Peygamberlerin varisleri olduğunu söyler. Bütün bu ifadelerden ortaya çıkan netice, Müslümanlığın insanlığın bir üst aşaması olduğu ve bunun da ancak ilâhî hidâyete tabi olunarak elde edilebileceğidir. Bu metin üzerinde biraz durarak, insanın tarihselliğinin bir fakih tarafından nasıl kavranıldığını ve bundan daha önemlisi bunun nasıl üstesinden gelinmeye çalışıldığını, en azından bir örnek üzerinden görmek mümkündür. Debbûsî, yukarıda iktibas edilen ilk cümlesinde şunu söylemektedir:
Allahû Teâlâ insanda ruh ve aklı, hevâ ve nefsi ‘el-Emedü’l-Aksâ’da açıklaması yapıldığı gibibelvânın tahkîki (imtihanın gerçekleşmesi) için bir araya getirdi. Bundan dolayı nefis hevâsıyla cehlen onu hâzıra (anlık ve değişken olan, hazlar) çağırır; ruh aklı ile ilmen âkibete çağırır.
Başka bir ifade ile insan iki aslî unsurdan oluşmaktadır: bunlardan birisi ruh, diğeri ise nefstir. Ruh ve nefis, her birisi kendine has olmak üzere, dünyaya açık unsurlardır. Dünyaya açılışta ruhun vasıtasına “akıl” adını vermektedir. Nefsin vasıtası ise “hevâ”dır. Aklın özelliği, “ilme” dayalı olarak mevcudun ötesini, yani “âkibeti” dikkate almasıdır. Buna karşılık hevâ, bilgiye dayanmadığı için, “cehlen” hâzıra, yani mevcut ne ise onu dikkate alır. Aslında burada dikkate alır ifadesi hevâyı tam da ifade etmez; mevcut ne ise ona yönelir ve onun ne gerisini ne de ilerisini hesaba katar. Burada biraz daha üzerinde durulması gereken iki terim, “hâzır” ve “âkibet” terimleridir. Bu terimlerden hâzır, insanın hemen karşısında olan, mevcut, dil açısından bakılacak olursa, şimdiki zaman demektir. Hemen karşıda duran ve bu anlamda mevcut, insanın ilk planda “beş duyusu ile ulaştığı” anlamına gelmektedir. Hâzır’ı istemek demek, bu noktadan bakıldığında, insanın beş duyusu ile ulaştığını ve sadece bunu, yani hazları istemek anlamına gelmektedir. Ancak hâzır teriminin anlamı sadece bundan ibaret değildir; hâzır’ı biraz daha geniş bir perspektiften inceleyecek olursak, bunun ikinci bir anlamının “bu dünya” olduğunu farkedebiliriz. Bu özellikle “âkibet”in zıddı olarak “burada kullanıldığı gibi- kullanıldığında daha belirgin hale gelir. O halde nefis, hevâsı ile hâzır’ı ister demek, sadece beş duyu ile ulaşılabileni ve bu dünyayı istemek demektir ki, bu hazların peşinde koşmakla eş anlamlıdır. Hem idrakin verileri, hem de insanın bunlarla kurduğu irtibat şekilleri muhtelif olduğu için, burada hazlar arasında tercihin dışında herhangi bir düzen aramak, anlamlı değildir. Yani hep hâzır’ı isteyen, bunu daha üst ilkelerle irtibatlı olarak yapmıyorsa, hazlarının kendisini götürdüğü yerlere, tamamen o hazlara bağlı olarak gider; hiçbir yerde sebât ve sükûn bulamaz. Buna karşılık “âkibet”i dikkate alan bir tavır, mevcudu göz ardı etmemekle birlikte, mevcudu hep mâverâsı ile birlikte kavrar ve onun karşısında, hep “daha sonra”sını dikkate alarak bir tavır sahibi olur. Debbûsî’nin dilinde bunu sağlayan vasıta “akıl”dır ve akıl bu anlamda insanın “anlık” ve geçici olanla, sonrasını düşünerek irtibat kurmasını sağlar. Burada hemen konumuzla irtibatını kurmak gerekirse, insanın hevâ ve hevesi insanı hep anlık ve geçici olana yönlendirirken, ruhu ve aklı onu mutlak anlamda kalıcı olana yönlendirmese de, geçici olana yönelerek onda bocalamasını, “daha sonrası”nı dikkate alarak, engeller. Debbûsî, insanın aslî hali olarak kabul edilebilecek bu durumda kalmayıp, sahip olduğu imkanları kullanarak, bazı temel tercihler yaptığını ifade etmekte ve bu temel tercihleri de dört kısma ayırmaktadır. Bunlardan birincisi “Hevâsıyla dalâlete düşmüş, nefsinden gâfil, cehliyle tugyânına dalmış olanlardır.” Bunların özelliği, hayatlarını tamamen anlık olarak yaşamaları ve bunun önünü ve arkasını dikkate almamalarıdır. Daha başka bir ifade ile bu yönelişe sahip olan insanlar, kendi tarihsellikleri içinde boğulmuşlar ve bunun ötesine yönelmeyerek, başkalarını herhangi bir şekilde dikkate almaksızın, yani kendi tavırlarının genelleştirilebilir olup olmadığına bakmaksızın, hem kendilerinden hem de başkalarından habersiz ve ilgisiz olarak mevcudiyetlerini hevâ ve heveslerine tabi olarak sürdürürler. İkinci grup ise bunlardan derece olarak farklıdırlar. Bunlar Debbûsî’nin ifadesi ile “Meselenin bütün insanlar için de böyle olduğunu zannederek kendisi dalâlete düşmüş olanlar”dır. Bunların özelliği, kendi hallerinin “normal”, yani diğer insanların da kendisi gibi olduğunu varsayan insanlardır. Bunların hevâ ve hevesine tabi olmalarının bir gerekçesi vardır. Bu gerekçe “herkesin böyle olduğu” zannıdır. Bunların her ikisinde müşterek olan taraf, hep “hâzıra” yönelmiş olmaları ve bunun ötesini düşünmemeleridir. Buna karşılık bazı insanlar akıllarını kullanarak, âkıbeti düşünebilirler ve bu sayede meselâ hayatın sadece bu andan ve bu dünya hayatından ibaret olmadığını, olmaması gerektiğini farkederek, bununla irtibatlı olarak Yüce Allah tarafından insanlara bildirilen “hidâyeti” kabul edenler. Bunları Debbûsî, “Rabbinin şeri’atinin nass’ları tarafından teyid edilen aklının delilleri ile hidâyete ulaşanlar.” Şeklinde tavsif etmektedir. Bu insan grubunun özelliği sadece akıllarını kullanmalarıdır. Ancak akıl kullanılarak ulaşılamayacak olan başka bir husus da vardır; bu hususu o, doğrudan hidâyete ulaşanlar olarak nitelendirmektedir ki, bunlar Peygamberlerdir. Debbûsî’nin ifadesi ile “Akıl ve şeri’atin nurlarında Ruhu’l-Kudüs’le hidâyete ulaşanlar”dır. Burada söz konusu olan “Ruhü’l-Kudüs”ün Cebrâil (as) olduğunda şüphe yoktur. Kısaca ifade etmek gerekirse, insan hidâyeti tanıma ve ona ittibâ etme kâbiliyetine sahip ise de, bu hidâyeti kendi kendine “oluşturacak” imkâna sahip değildir; bundan dolayı ilâhî bir desteğe, bir irşâda muhtaçtır. İnsanın hidâyete muhtaç olduğunun farkına varması mümkün olmakla birlikte, bu sadece onu gördüğünde farketme imkanından öteye geçmez. Bundan dolayı, insan kendi kendine yeterli bir varlık değildir. Kendi aslî halinde kalmak, insanın kurtuluşunu sağlamaz; aksine yanılgılar karmaşası içinde bocalamasından başka bir şey ortaya çıkarmaz. İnsan kurtuluşuna, “hidâyete” ittibâ ederek, yani “müslüman” olarak, yönelir. Bu yöneliş te, Debbûsî’nin daha sonraki ifadelerinde açıkça görüleceği gibi, kendi başına kurtuluşu sağlamaz.
Bundan sonra gelen ifadeler, dikkat edilecek olursa, hidâyeti bulmuş olan insanlar, yani müslümanlar hakkındadır. Müslümanlar insanlık ile yetinmeyerek, bunun ötesine, müslümanlığa adım atmış olan seçkinlerdir. Ancak bu seçkinlerin “hidâyet” ile irtibatının sahih bir şekilde gerçekleşmesi gerekmektedir. Burada herhangi bir şekilde keyfiliğin ortadan kalkması için, “hidâyet” yani “Kur’ân-ı Kerîm” ile metodik bir ilişki kurmak gerekmektedir ki, bunun adına kısaca “fıkıh” denilmektedir. Burada özetle şunu söylemek gerekmektedir: İlk dönemlerde fıkıh sadece bir disiplinin adı olmayıp, Din ile anlamaya dayalı bir irtibat kurma anlamına geldiği için ve bu da Debbûsî’nin ifadesi ile “Rabbini ârif, naslarını te’vîl ve tefsiri ile, şer’in aslı konusunda fıkhı da ta’lîl ile bilmek” olmaktadır. Biraz daha dikkatlice incelenecek olursa burada kastedilenin dar anlamı ile “fıkıh” olmayıp, bütün dînî ilimler olduğu ortaya çıkar.
Kur’ân açısından kâmil insan kendi içinde durulmuş çevresiyle barışık durumdadır. O içindeki büyük fırtınaların farkına vararak dünya ve âhiret saadetinin Allah”a kul olmakla mümkün olduğunun bilincindedir. Davranışlarını kontrol ederek, kendi huzurunu başkalarının huzurunda aramaktadır. Onun en büyük önderi ve örneği Hz. Peygamberdir. Kur’ânı anlayıp hayatında ona uymayı temel gaye edinmektedir. Şunu bilelim ki; Kur’ân insanlık için, insana gönderilmiştir. Kâinatta özel bir konuma sahip olan insan davranışlarıyla hayatta bir yer edinir ve tanımlanır. Dünya insanın kontrolüne verilmiştir. Eğer insan onu gereği gibi kullanır, diğer insanlarla iletişimine dikkat ederse mutlu ve huzurlu olur.(14) Bu onun kişiliğinin oluşmasında önem arz eder. Kişi bazında insan, toplumda davranış ve beşeri münasebetleriyle bir kimlik kazanır ve ilişkileriyle sürekli yeniden tanımlanır.(15) Tarih insanlığın davranış tecrübeleridir. Kur’ân-ı Kerîm’in insan peygamber vasıtasıyla gönderiliş sebebi; insanlığı içinde bulunduğu menfiliklerden uzaklaştırıp toplumun fertlerini insan-ı kâmil mertebesine yükseltmektir. Bu gayenin en güzel örneği, yirmiüç yıllık nüzül ve risalet döneminde yaşanmış, cehâlet içinde yüzen insanlar “sahabe” sıfatıyla, örnek bir toplum haline gelerek, yaşadıkları dönemin “asr-ı saadet” diye isimlendirilmesini sağlamışlardır. Bu ideal dönemin yaşanmasına vesile olan değerler manzumesine insanlığın, bugün her zamankinden daha fazla muhtaç olduğu yaşanılan hadiselerden anlaşılmaktadır. Çünkü İslamî değerler aynı zamanda insanî değerlerdir. İnsanlığın kendisiyle huzur bulacağı maddi ve manevî unsurlar( 16) yaratıcıları tarafından kendilerinden birisi(17) vasıtasıyla insanlığa gönderilmiştir. Ancak çağımızdaki insanların bu değerlere birhayli yabancı kaldığını gözlemlemek zor olmasa gerektir.
İnsan davranışının, gözlemlenebilen boyutunun ötesinde, insan bilincinin derinliklerinde yatan nedenleri olduğu gibi, her davranışın da kişilere ve toplumlara göre, daima özel bir yönü vardır. İnsan davranışı, psişik karaktere boyun eğer.(18) Ancak, bireysel davranışlar ihmal edilemeyecek kadar önemlidir. Çünkü, toplumsal olayların altında bireysel davranışlar yatar.(19) Karşılıklı davranışların temelini oluşturan iletişim, iki kişiyi ilişki içine sokan psiko-sosyal bir süreçtir. İnsanlar hangi durumlarda nasıl davranmaları gerektiğini bildikleri takdirde, başkalarının nasıl davranacağı hakkında da kuvvetli tahminlerde bulunabilir ve böylece insanın en önemli ihtiyaçlarından biri olan güvenlik duygusu içinde yaşarlar.(20) Allah’a kullukla mükellef olan insan(21) davranış ve tüm yaşantısında İslam’ın getirdiği prensiplere göre kendisine yön vermelidir.
İnsanlık değişik sebeplerle uzaklaştığı İslâmî değerlerle aralarındaki perdeyi kaldırmadığı ve kendini değil de başkalarını düzeltmeye uğraştığı sürece, olup biten hadiselerden şikâyet etmeye devam edecektir. Yeryüzünde fitne ve fesadın yaygınlaşmasının sebebi, insanların yanlış tutum ve davranışlarıdır. Kaldı ki, Allah bunların bir kısmını affederek kötü neticelerinden sarf-ı nazar etmektedir.(22) Kur’ân, insanların gönül kalelerini fethederek, huzur ve mutluluk içinde yaşanılabilecek bir toplum kurmayı hedeflemektedir. Bu hedef nasıl ve kimlerin eliyle gerçekleşecek sorusunun cevabı yine soruyu soranı işaret edecektir. Bu hedef kendi yaptıkları sebebiyle hoşlanmadığı neticelerle karşılaşan insan eliyle gerçekleşecektir. Çünkü onun aslî vasıf ve vazifesi, yeryüzünü yaşanabilir bir hale getirmektir.(23) İnsanoğlunun yeryüzünü ıslah ve imar edebilmesi, aklını şeriatullah’ın emrine vermesiyle mümkündür. Akıllarını şeriatullah’a amir kılanlar, kendilerini ve çevrelerini ifsad ederler. Allah insanı yaratmış, onu akıl ve kalb gibi iki büyük hakikatle donatmıştır. O, bunlardan her birisine öyle bir vazife vermiştir ki, onu ondan başkası yerine getiremez ve onu gerçekleştirmeksizin dünya ve ahiret işlerinden hiçbir şey düzgün olmaz. Aklın vazifesi, eşyaya yönelip onların hakikatını/ mahiyetini idrak etmek, hâdiselerin görünen kısmıyla eşyanın mâverâsına delil getirmek ve bunun verâsından şanı yüce Allah’ın marifetine ve O’ nun birliğine ve mutlak rubûbiyetine inanmaya ulaşmaktır.
Kalbe gelince, onun vazifesi ise, vahye tabi olmuş aklın rehberliğiyle yürüyüp onun iyilik olarak kabul ettiği iyiliği sevmek, kötülük olarak kabul ettiği kötülüğü de sevmemek ve bunların hepsini şanı yüce Allah’ın rızası ve O’nun mesajına tabi olma yolunda yapmaktır. Kâinatı mamur hale getirmek ve orada düzeni gerçekleştirmek için bu iki cihazdan her birinin çalışması lâzımdır. Şâyet akıl olmasaydı, nefsin arzu ve istekleri, kalbin atışları ve hisleriyle karışır; alçaklık ve yücelik, her şeyi ifsat etme özelliğine sahip yaygın bir kötülüğü tutuşturma üzerinde buluşurdu. “Gerçek onların keyiflerine tabi olsaydı göklerin de, yerin de, oralarda yaşayanların da düzenleri bozulur, yıkılır giderlerdi.” (Mü’minûn Sûresi/71) Ve eğer kalb olmasaydı, iyilik sadece vehim ve hayal dünyasında var olur, faziletler ve idealler binası, kâğıt üzerindeki mücerred şekiller ve çizgiler veya dudaklarda tatlı kelimeler ve cümleler olarak varlığını sürdürürdü. Bu durumda akıl, keşfedici ve planlayıcı kudret; kalb ise itici ve hareket ettirici kuvvettir. Elbette her bir çalı(sav)ya yapıda önce onu düzenleyen bir plan, sonra ikinci olarak onu uygulamaya koyan bir cihaz gereklidir. İslâm’ın, bütün faziletleri muhtevi olması göz önüne alındığında elbette bu fonksiyonunu yerine getirmesi için bu iki büyük cihazın her ikisine de dayanması gerekir. Bundan dolayıdır ki İslâm, akıl ve kalbe bir arada hitap eder olarak gelmiştir: Akla, idrak etmesi ve düşünmesi için hitap eder; kalbe de sevmesi ve etkilenmesi için hitap eder. Şüphesiz sen, apaçık Kitab’ın âyetlerinin aklın algılama gücünü uyarmaya yöneldiği aynı anda, kalbin damarlarını da harekete geçirmeye yöneldiğini görürsün. Bu, her birinin kendi fonksiyonunu yerine getirmesi ve bu iki şeyden her birinin, insanın insanlığını gerçekleştirmede, sonra da insanı şanı yüce Allah’a tam kulluk etme zirvesine oturtmada katkıda bulunması içindir.
____________________
(1) Âl-i İmran Sûresi/ 7
(2) İbrahim Sûresi/ 50
(3) Zümer Sûresi/ 18)
(4) Al-i İmran Sûresi/ 172
(5) Ankebut Sûresi 43
(6) Zuhruf Sûresi/ 20
(7) Casiye Sûresi/ 23
(8) Tevbe Sûresi 93
(9) Rum Sûresi/ 59
(10) Enfal Sûresi 22
(11) Bakara Sûresi/ 171
(12) Bakara Sûresi/ 75
(13) Debbûsî, Takvîmü’l-Edille, Süleymaniye Ktb., Laleli Bölümü,
Numara: 690
(14) Lokman, 31/20; Bakara, 2/29; Enâm, 6/m165
(15) Doğan Cüceloğlu, Yeniden İnsan İnsana, Remzi Kitabevi, İstanbul,
1997, Sh: 13
(16) Yûnus Sûresi/57
(17) Tevbe Sûresi/127
(18) Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, İstanbul,
1994, Sh: 83
(19) Cüceloğlu, Yeniden İnsan İnsana, Sh: 13
(20) Erol Güngör, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, Ötüken Neşriyat,
İstanbul, 1995, Sh: 18
(21) Zâriyât Sûresi/56
(22) Bkz. Rûm Sûresi/41
(23) Bkz. En’âm, 6/165; A’raf, 7/74; Sâd, 38/26. ayetlerin tefsirleri.
MİSAK