Sedar Süleymani, Emperyalist işgalle karşı Direniş Hattı için bir ekol ve bir semboldur
"Kasım Süleymanî bölge şartlarının ve bu bölge insanının sahip olduğu değerler silsilesinin ve inancın oluşturduğu bir şahsiyettir. O bir birey değildir. o bir olgudur bir toplumsal düşünce ve toplumsal bir fikir, inanç,duygu gibi olguların somutlaşmış halidir"
Kudüs Gücü Ordusu Komutanı General Kasım Süleymani’nin Küresel terörün hamisi Amerika tarafından şehid edilişinin üçüncü yıl dönümünde kendisini rahmet ve minnetle anarken, şehadetinden önce ve sonrası nasıl bir etki bıraktı noktasında sizin için bir söyleşi gerçekleştirdik.
Yazar ve aktivist Fatih Bilgin’le gerçekleştirdiğimiz söyleşide, Süleymanî’yi her yönüyle konuşmak istedik.
ilk önce küresel güçlerin dünya ve özelikle İslam dünyasındaki hesaplarına değinmek istiyorum. Küresel güçler diyorum, yani ABD, İsrail ve batı dünyasının bölge üzerindeki hesapları nelerdir?
ABD ve diğer batı ülkelerinin en temel istek ve refleksleri dünya hegemonyasını ellerinde tutup ülkeleri, halkları, kitleleri istedikleri gibi yönetebilmek ve onlardan kendi ülke ve hakimiyetleri adına en büyük faydanın hasılatını yapabilmektir. Nedir bunlar her şeyden önce tüketim pazarlarını ellerinde tutmaktır. Bunun için bu ülkelerin ekonomi ve sanayilerini sürekli savaş gerginlik ve spakülatif dalgalanmalarla kontrol altında tutarlar ki bu ülkelerin üretimleri gelişmesin, sanayileri gelişmesin sürekli hegemonyanın ürettiği ve onlara sundukları ihtiyaç maddeleri ve ürünler ile hazır pazar olsunlar. Elbette onlara her türlü istihsal ürünlerini sunan Batı aynı zamanda bu ülkelere ait ekonomik karşılığı olan tüm değerleri de ele geçirip kendi uhtelerine alırlar. Bu arada kültürel ve siyasi gelişmelerini de kontrol altında tutarlar ki bu ülkelerde eğitim ve bilinç artmasın, uyanış ve karşı direnişe imkân oluşmasın. Elbette ki bir toplumu kendi üretim ürünlerine olan ihtiyaçlarını artırmak içinde kültürel olarak etkilemek için apayrı bir çaba gerekir. İlk başlarda yazılı enformasyon ile bu yapılırken televizyonun icadı uzun süre bu hizmeti kalıcı ve etkili bir şekilde yerine getirdi. Artık zamanımızda internet ve sosyal medya aracılığıyla ile bu profesyonelce yapılmaktadır. Aslında batı bunu yaparken, Doğu topluluklarını kendilerine benzetmekten daha da fazlasını yapıyor. Kendi değerlerini mümkün olduğunca korumaya çalışırken bu toplumların tüm ahlakî, ailevî, geleneksel, sosyal, kültürel ve kurumsal tüm yapılarını bozarak hastalıklı bir hale getiriyor ve değerler yargısını iğdiş ederek savunma sistemlerini tamir edilemez bir şekilde çökertiyor. Batı her zaman istilacı olmuş ve işgal ettikleri toplulukları sömürmeyi bir karakter haline getirmiştir. Artık modern çağlarda bunu daha güçlü ve daha ekonomik usullerle yaparak bu konuda daha da başarı elde etmektedir.
İsrail’in kurulması süreci ve yayılma politikasını nasıl okumalıyız?
İşte yukarıda belirttiğim nedenlerin gereği batınının Ortadoğu’da kaosu oluşturmak için bugüne kadar uyguladığı en etkili yöntemi tam da Müslüman toplulukların en merkezine İsrail’i yerleştirmek olmuştur. Ancak tüm bu olan bitenlerde elbette iki farklı güç ve etken vardır. Bunlardan biri bildiğimiz klasik Batı’nın sömürgeci ve emperyalist politikalarıdır. Ama ikinci ve daha tehlikeli olan ve birinciyi de yönlendirip artık kontrol altına almış olan “Siyonizm” artık bir ağ gibi tüm bölgelere ve yüzeylere ortamlara yatay, dikey her türlü yayılarak nüfuz etmiş ve küresel hegemonyanın kontrolünü eline almıştır. İsrail’i kuran da bu güçtür. Dünya ekonomisini, savaşları, hastalıkları, siyasi olayları kısacası dünyanın bütün gündemini artık onlar kontrol edip planlıyorlar.
Amerika bu işin neresindedir?
19 yy. hegemonyası dört temel esas üzerine inşa edilmişti. Güçler dengesi ki bu dünyada güçlü ülkelerin arasında uzun ve maliyetli savaşların çıkmasını kontrol ediyordu, ikincisi tüm dünya ekonomisinde daha önce olmayan bir düzen ve örgütlenme sağlayan altın standardı idi. Üçüncüsü ise yine “piyasa” olarak tabir edeceğimiz yapıydı ki kendi kuralları vardı ve tüm dünyada refahın oluşumunu böylelikle sağlıyordu, dördüncüsü ve son olanı ise “liberal devlet” anlayışı idi. Tabii ki bu dört unsur varlığını o dönemin hegemonyasını askeri ve ekonomik gücü ile elinde tutan İngiltere’ye borçlu idi.
20 yy. başlarında artık değişen siyasi yapılar, gelişen teknoloji, sanayi devrimi, dünya savaşları ve “bolşevik devrimi” gibi köklü ve kalıcı siyasi blokların oluşması ile Amerikan yüzyılı başlamış oldu ve bu dönemin hegemonyası tüm dünya üzerinde ABD eline geçti. 19. Yüzyıl deneyiminden dersler çıkarmış, kurumsal denetim araçlarıyla desteklenmeyen, İngiliz ekonomik gücünün ve dünya çapında kurduğu iktisadi ağın yönlendiriciliğinde neredeyse kendiliğinden işleyen İngiliz hegemonyasının yerine, otokontrolü olan, güçlü kurumsal mekanizmalarla güvence altına alınan bir ABD hegemonyası gündeme gelmişti. Özellikle 1945 yılında sona eren 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, dönemin hegemonik gücü olan İngiltere ve rakibi Almanya devletlerinin mücadelesi sonrasında sahneye Amerika Birleşik Devletleri çıkmıştı. Yaklaşık 70 yıldır dünyada hegemonik güç olarak dünya dengelerini elinde tutan ABD’nin küresel bir güç olmasının temelinde de dört faktör bulunmaktadır: Çok büyük bir ekonomik güce sahip olması; bu ekonominin beslediği büyük bir askeri güç; teknolojik ve bilimsel alanda lider durumda olması ve bunların tabii bir neticesi olarak da sporda, sanatta, kültürel alanda, modada ve hayatın birçok alanında dünyayı etkilemesidir ve bu dört faktörün bağlı olduğu ana etken ekonomik güçtür.
Evet, zirveye çıkmaktan daha önemlisi orada durabilmektir. Bütün hegemonik ülkelerin zirveden aşağıya inişlerinde hep ekonomik nedenler etkili olmuştur. ABD ekonomisi son yıllarda çok ciddi alarmlar veriyor ve ülkeyi yönetenler de buna bir kısım çareler üretmeye çalışıyor.
Her yıl bütçe giderek artan rakamlarda açıklar veriyor.
ABD’nin ekonomik olarak belini büken temelde iki neden var: Askeri harcamalar ve Sosyal güvenlik harcamaları.
Son 10 yıldır her yıl sürekli artan ve bugün artık yıllık olarak resmi kaynaklara göre yaklaşık 900 milyar dolarlık askerî harcama çok büyük bir rakam.[7] Bu rakam tüm dünyada bir yılda yapılan askerî harcamaların yaklaşık %45’ini ifade ediyor. Askeri harcamalar liginde ABD’nin arkasında gelen sırası ile 17 ülke, Çin, İngiltere, Fransa, Rusya, Japonya, Suudi Arabistan, Almanya, Hindistan, İtalya, Brezilya, Güney Kore, Avustralya, Kanada, Türkiye, BAE, İspanya ve İsrail’in toplam savunma harcamasından daha fazla para harcıyor ABD, ordusu için. Üstelik bu rakam her yıl bütçe açığının yarıdan fazlası olunca çok daha can acıtıcı oluyor.
ABD her yıl bütçesinden yaptığı bu korkunç askerî harcamayı artık kısmak istiyor. Sadece Orta Doğu’da 125 bin kadar ABD askeri bulunuyor
Ülkede yoksulluk sürekli artıyor. Tarım Bakanlığının kendi verilerine göre gıda yardımı alanların sayısı 100 milyona yaklaşmış durumda. ABD’de işsizlik rakamları da çok vahim. Son verilere göre %10’un üzerinde olan işsizlik oranı yaklaşık 25-30 milyon vatandaşının işsiz olduğunu gösteriyor
Sonuç olarak yukarıda anlatılanlar ışığında diyebiliriz ki; küresel bir güç olarak ABD, hâlâ zirvede belki ama, buradaki son günlerini yaşamakta. Zirvede kalma isteği yüzünden her türlü şeyi deniyor. Ancak bu çaresizlik önce onu kontrolsüz hamleler yapmaya itiyor ve ardından da bunu telafi etmeye çalıştıkça hata üzerine hata yaparak adeta kendi sonunu hazırlıyor.
Hâlâ zirvede duruyor olsa da durum inişe dönmüş durumda ve bunu ABD’nin tekrar tersine çevirme imkânı kalmamıştır. Amerikan yüzyılı artık çoktan bitmiş durumda. Bu sebeple ABD’nin Ortadoğu’da ne yapmaya çalıştığı aşikârdır. Bir yandan özellikle İran İslam Devriminden sonra bölgede biten siyasî prestijini kurtarmaya çalışırken bir yandan da ülke kasasını doldurarak ekonomik istikrarına tekrar kavuşmak arzusundadır.
Küresel güçlerle birlikte bir de bölge ülkelerin fonksiyonu çok önemli. Bu açıdan bakarsak emperyalist politikalarına bölgesel ülkelerin etkisi nelerdir?
Bölge ülkeleri öteden beri kabiliyetlerini varlıklarını emperyalizmin yancısı olmaya bağladılar. Bu yüzden tarihleri boyunca istikrarlı bir gelişme göstermediler. Arap ülkelerinin hemen hepsi devlet geleneğini kurumsal yapısını geçen yıllara rağmen oluşturamadı. Zaten kendilerine cetvelle çizilip sunulmuş olan bölgelerinde bir emanetçi olduklarının farkındaymışçasına kabile gelenekleri ile yaşıyorlar ve bölgenin nimetlerinden fazlasıyla faydalanıp stoklama derdindeler. Elbette bölgeye yerleştirilmiş İsrail gibi jandarmaları ile kontrolü tamamen bırakmıyor emperyalizm. Bölgede birçok ülke Amerikan siyasetinin hakimiyetindedir ve bu ülkenin üsleri ile de donatılmıştır. Bu ülkelerin satılmış yöneticileri hegemonyaya karşı oluşabilecek bir tepkinin emniyet supapları olarak görev yapıyorlar ve BOP gibi çeşitli aldatıcı projeler ile bir takım vaat ve imkânlar sunularak kontrol ediliyorlar.
Özelikle Saddam’ın İran’la olan sekiz yıllık savaşı var. Bu savaşta Batı’nın etkisi nasıl olmuştur?
Bölgede 1979’da gerçekleşen İran İslam İnkılâbı ile bütün dengeler altüst olmuş. ABD beklenmedik bu devrim karşısında en güvendiği ve bölgesi onun aracılığı ile kontrol ettiği güçlü jandarması Şah yönetimindeki İran’ı artık kaybetmiştir. ABD’nin İslam İnkılâbından sonraki ilk 10 yıl refleksi bu devrimi başarısız kılıp yok etmek ve eski müttefikini geri almak üzerineydi. Bunun için de Afganistan’ın işgaline sebep olan olaylar, Türkiye’de 12 Eylül darbesi, İsrail’in işgal topraklarındaki ilerlemesi, Mısır’da ve Suriye’de İhvan hareketlerinin radikal eylemleri ve ayaklanmaları. Bilhassa Suriye’de “Hama olayları”. Ancak bu süreç bunun artık mümkün olmadığını çok iyi göstermiş oldu. Özellikle “Kürt İsyanının bastırılması”, “Halkın Münafıklarının ülkeden kovulması” ve İran-Irak savaşında ki mücadele ve direnişi” bunun ABD tarafından anlaşılması için yeterli oldu. ABD bunu anladığı tarihten itibaren ise bu sefer bölgeyi karıştırarak ve İran’ın komşu ülkelerini ona karşı kıstırtarak, aralarındaki komşuluk, ticaret, siyasi, ekonomik ilişkileri baltalayarak İran’ı kendi coğrafyası içinde boğma çabasına girişti ve bunu uzun bir sürece yaydı. Sonraki olan olayların hepsi bunun içindir. Birinci ve İkinci körfez savaşları, Arap baharı Suriye savaşı, 15 Temmuz darbe girişimi, Kafkas ülkelerinde birbiri ardına olan devrim ve siyasi hareketler, Taliban, IŞİD, Nusra gibi tekfirci terörizmin ortaya çıkması hepsi tamamen batının bilhassa ABD’nin kontrolünde ve İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı oluşmuş ve gelişmiştir.
Irak’ın Kuveyt’i işgali ve devamında Körfez’e yönelik bir işgal süreci var. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Birinci ve İkinci Körfez savaşları İran’ın hemen dibinde yönetimi ele geçirip burada kaos oluşturup anti-direniş unsurlarını canlandırıp İran’a karşı kışkırtmaktı amaç. Böyle de oldu. IŞİD, Nusra, El Kaide gibi tekfirci yapılar bu süreçte oluşturuldu. Ciddi ciddi Sünni hilali diye bir yapı konuşuldu ve uygulamaya çalışıldı. Tabii ki tüm bu çabaların altında İsrail’in gayretleri de küçümsenemez.
Irak işgali ve devamında bölgede yeniden şekillenen bir durum söz konusu… Küresel güçlerin burada hesabı neydi?
Amaç İran’ı her yönden kuşatmaktır. Önce İran’ın doğusundan yanaştılar. Afganistan ve Pakistan bölgelerini karıştırıp burada potansiyel terörizmi ve karşı darbe lejyonlarını oluşturdular. İran’ın daha doğu ile olan ilişkisini de kesmeye çalıştılar. Olmadı Batıya yani Irak sınırına geldiler. Yirmi sene burada yapılanmaya çalıştılar. Irak’ın tek başına İran’a bir set olamayacağını anlayınca daha batıdan Suriye’yi de destek için karıştırdılar. Suriye de buna direnince Türkiye’ye bulaşmaya çalıştılar. Ancak bunların hiçbiri tutmayınca şimdi şanslarını İran’ın Kuzey sınırında arıyorlar. Yani Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Hazar Denizi. En son projeleri bu bölgeler için hazırlanıyor ve uygulamaya da çoktan kondu bile. Her zamanki gibi bölge halklarını ikna edecek yönlendirecek güzel sebepleri de üretmekten vazgeçmediler tabi. Bu sefer görüntüde Karabağ var.
Emperyalist işgalle birlikte Direniş Hattı da şekillendi. Direnişe giden süreç nasıl oluştu?
Tüm bu uzun süreçli bölgesel ve lokal direniş unsurları elbette İran İslam Cumhuriyet’inin merkezi kontrolü ile bilinçlendi, savaştı, mücadele etti ve tüm bu bölgesel direniş unsurları tek bir evrensel değer üzerinde ister istemez birlik olmak zorunda kaldılar. Emperyalizme karşı direniş. Bu ruh tüm milletlerin tarihlerinde, kültürlerinde ve ortak inançlarında var olan kaybolmaz bir inançtır. Direnişin kazandığı bilinç ile “İslamî hareket” statüsü kazanması inancın temelinde var olan ve kaçınılmaz bir esastır. Rahmetli Kerim Sıddıkî’nin dediği gibi “İslamî hareket engellenemez bir harekettir ve bir bölgede tamamen yok edilse bile bir başka bölgede var olan tohumları, filizleri İttihadi İslam rüzgârının yönlendirmesi ile tekrar o bölgede yeniden yeşermeye mahkûmdur.”
Özelikle “Arap Baharı” adı verilen ve bölgeyi yeniden şekillendirme odaklı bir vekalet savaşı başlatıldı. Buna karşın Direniş Ekseni daha belirgin bir pozisyon aldı. Şüphesiz bu süreçte bir isim belirgin bir şekilde öne çıktı. Kasım Süleymanî… söz konusu küresel işgale karşı verilen mücadelede bu isim en ön safta yer aldı. Burada bu isim üzerinde durursak nasıl portre ile karşı karşıya kalındı?
Kasım Süleymanî kimdi ve ne yaptı? Sizin ağzınızdan tanımak istesek cevabınız nedir?
Kasım Süleymanî bölge şartlarının ve bu bölge insanının sahip olduğu değerler silsilesinin ve inancın oluşturduğu bir şahsiyettir. Kasım Süleymanî bir birey değildir. Kasım Süleymanî bir olgudur bir toplumsal düşünce ve toplumsal bir fikir, inanç, duygu gibi olguların somutlaşmış halidir. Bu olgular Kasım Süleymanî’nin bedeninde mücessemleşti. Ama aynı olgular binlerce on binlerce bedende de yaşıyor. Eğer Kasım Süleymanî olmasaydı bu olgular evrende boş boş dolaşıp durmayacak başka bir komutanda, siyasetçide, mücahidde ortaya çıkacaktı. Devrim tarihi boyunca da yüzlerce binlerce büyük şahsiyette zuhur etti. İmam Humeynî de, Mutahharî de, Beheştî de, Talaganî de, Musa Sadr da Mustafa Çamran da Seyyid Ali Hamaney de Ali Şeriatî de, Muhhamet Bakır (Sadr) da Bint’ül Hüda’da ve daha binlercesinde daha önce zuhur etti. Hepsinin yeri şahsiyeti kişiliği ve bizde uyandırdığı duygu bambaşkaydı.
Elbette Kasım Süleymanî’nin ki daha da başkaydı. Onun takvası, azmi, mücadelesi, kahramanlığı, güler yüzü, başarıları, korkusuzluğu bizleri cezbetti. Üstelik o bizim çağdaşımız olan biriydi. Yakın tarihimizdi. Bizden biriydi. İran için “Pers yayılmacılığı var” dediler “Fars milliyetçisi bir devrim” olduğunu söylediler. “Kürtlere, Azerilere zulmediyor, vatandaştan saymıyor.” dediler. Biz Türk Hamaney’in Devletin en başında birinci adam olduğunu Kürt Süleymanî’nin ordunun başında en güçlü ikinci adam olduğunu gördük. Sonra Süleymanî’nin Irak’ta, Suriye’de Afganistan’da Yemen’de o dağ senin bu cephe benim harıl harıl koşturup neler başardığı gördük. Emperyalizmin açtığı her cephede cansiperane savaşıp başarılar elde ettiğine şahit olduk. 15 Temmuz’da bile sınırın ötesinde hazır kıta bize yardım için beklediğini duyduk. Aynı devrimci duyguları besleyen insanlar nasıl sevmesin böyle birini. Che Guevara’yı da aşan bir karizması vardı bizim için.
Sizin anlatımınızla birçok cephede Süleymanî’yi görmekteyiz. Suriye’ye yönelik işgal girişimi ve devamında Irak’ı işgal eden etkenler nelerdir? Burada Kasım Süleymanî’nin etkisi ne oldu?
Suriye Arap ülkeleri içinde tek İsrail ile savaşan ve anti-emperyalizm bir siyaset izleyen ve İran İslam Cumhuriyeti ile ilişkilerini sağlam tutmuş ve İran-Irak savaşında İnkılâbı destekleyen tek Arap ülkesidir. Suriye, Lübnan’ı var eden ve koruyan bu ülkeye özgürlüğüne kavuşturan ülkedir. Suriye İsrail’e karşı tüm dünyada zafer elde etmiş tek güç olan Hizbullah’ın temelini atan ülkedir. Lübnan’da ordusu olan ve bu ülkenin garantörlüğünü yapan tek ülkeydi. Suriye’nin işgal edilmesi emperyalizm açısından İran’ın ele geçirilmesi için en önemli meseleydi. Elbette İran buna izin veremezdi ve işgalin başından itibaren bunun için mücadele etti. İran başlangıçta komutanlarını bu ülkeye göndererek Suriye ordusunu ve direnen milislerin organizasyonunu sağladı. Tabii ki tüm bu işler Kasım Süleymanî’nin organizasyonu ve askerî dehasına emanet edilmişti. Burada Ehlibeyt’in masumlarının türbeleri vardı ve korunmalıydı, elbette Suriye halkı da mukaddes bir halktı ve onların canlarının emaneti de sağlanmalıydı. Kasım Süleymanî bunu çok güzel başardı ve buradaki direnişin başarıya ulaşmasında çok büyük etkileri vardır. Özellikle Rusya’nın olaya müdahil olmasında Kasım Süleymanî’nin bizzat Putin’i ikna ettiği bilinen bir gerçektir. Aynı şekilde Irak’ta Işid tarafından işgal edilen Musul ve Kerkük’te katliam yapılmasını engellemek için hiç çekinmeden buraya bizzat giderek müdahil olmuş ve kısa zamanda böyle direniş unsurlarını organize ederek Işid’i bu bölgeden kovulmasında üstün başarı sağlamıştır. Haşdi Şabi milis direniş güçlerinin oluşmasında Sistanî’yi meşhur fetvasını vermesinde ikna eden bizzat kendisidir.
Burada işgalci küresel güçlerin hesabı tutmadı ve Süleymanî’ye karşı bir intikam duygusu oluştu. Tabii ki buna karşın Süleymanî ortadan kaldırılmalıydı, ki öyle de oldu. Üstelik ölüm emri ABD başkanı Trump’tan geldi. Bir nevi devlet terörü de denilecek olan bu suikastı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Elbette ABD tüm çaba ve planlarının sadece bir adam tarafından ardı ardına bozulmasından rahatsızlık duydu. Üstelik kalkıp birde direkt kendisini tehdit edecek cesareti de gösteriyordu. Bu Trump için kişisel bir mesele durumuna geldi ve histerik bir rahatsızlık oldu. Daha önce defalarca rutin suikast planları yapılıp uygulanmıştı ama başarılı olmamıştı. Bu sefer durum kişiselleştiğinden özel bir çaba ve büyük bir efor gösterilip bölgeden büyük rakamlarla hainler satın alındı. Sonuçta hain tuzağını kurarak Süleymanî’yi şehit ettiler. Elbette bu saldırı ne uluslararası hukuka ne de savaşın yazılmamış ilkesel kurallarına uygun değildi. Alçakçaydı ve korkaklara mahsus bir saldırıydı.
Devlet terörü sonucu şehit edilen Kasım Süleymanî sonrası ne oldu, bundan sonra ne olacak?
Elbette onun şehit olması yaşarken yaptığı etkinin kat kat fazlasının oluşmasına sebep oldu, düşmana olması gerekirken direnişin erlerine büyük bir motivasyon sağladı. Netice itibarı yerine getirilen İsmail Kaani aynı başarıları göstermekten geri durmadı. Irak’ta Suriye’de hatta Afganistan’da Amerikan üsleri başarıyla vuruldu ve bu başarılı girişimlerin altında İsmail Kaani’nin çabası ve gayretleri vardır. Netice itibarı ile ABD, Afganistan’dan çekildi ve Irak ve Suriye’de de çok fazla bir etkinliği kalmadı.
Süleymanî sonrası “DİRENİŞ CEPHESİ” yeniden şekillendi. Kuşkusuz bunda Süleymanî’nin büyük bir etkisi oldu diyebilir miyiz?
Elbette büyük etkileri olmuştur. Ama daha önce de dediğim gibi Direniş bu coğrafyanın kaderi ve değerler yargısının inancının duruşunun oluşturduğu bir olgudur. Sadece Süleymanî’ye mahsus değildir. Ezelidir ve ebedidir. Ama Direnişin Süleymanî ile birlikte büyük bir ivme kazandığı bir gerçektir. Bunun en büyük etkisi onun davasına, mektebine sadakati hepsinden önemlisi lideri velayet-i fakihine olan bağlılığıdır. Allah ruhunu şad etsin. Direnişin sempatizanları mahsun olmasın Kasım Süleymanî’nin kendisi gibi nice cevval savaşçı takvalı mücahid ve mücahidelerin kalbinde etkin bir olgu olarak varlığını devam ettiriyor. ABD ve İsrail’in korkması gereken budur.(Hürseda Haber)