Savaş ve saflık…
“Savaş” ile “medenî durum” arasında, en azından teorik olarak ters bir ilişki nin mevcût olduğunu biliyoruz. Hoş; “medeniyet”, bir savaş hukûku inşâ etmek sûretiyle savaşı da medenîleştirmekten (!) geri kalmadı. Bu, en azından bir bakıma; hayırlı bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Hakikâten de, savaş kuralsız yapıldığında çok daha yıkıcı ve vahşî olabiliyor. Savaşın “medenîleştirilmesi” bu noktadan bakıldığında müspet bir gelişme olarak addedilebilir. O zaman geriye, savaşların türlerine bakmak kalır. Eğer savaş, usûlüne uygun yapılırsa vak'a-i âdiyeden sayılacaktır. Mesele de zâten burada düğümleniyor. Savaşın medenîleştirilmesi, başka bir zâviyeden bakıldığında onu “olağanlaştırıyor” ve târihsel konumunu tahkim ediyor. Hâsılı zor bir mesele…
Güncel gelişmelerin yakıcı seyrine kapılıp; “Acaba savaşa mı gidiyoruz?” sualini soranların sayısı artıyor. Bu sual çok manâsız geliyor bana. Biraz da egosantrik bir yüzeyselliği düşündürüyor. Savaşın olduğuna iknâ olmak için, illâki ona dâhil olmak mı gerekiyor? Veyâ, illâki bu savaşa ABD, Rusya, Almanya, Birleşik Krallık ve Fransa gibi dev savaş makinelerinin de dâhil olması mı gerekiyor? Meselâ; Afrika’da veyâ Asya’nın modern târihinde, savaşsız geçen seneler ne uzunluktadır acaba?
Savaşın “medenî” dünyâdan dışlanması, neresinden bakılırsa bakılsın; bir güdük 20. asır “başarısı.” 20. asır, savaşın merkez-kaç bir nitelik kazanmasına sahne oldu. Kimileri bunu nükleer savaş tehlikesine yorar. Yanlış değil; lâkin eksik...Nükleer tehlike olmasa bile, Avrupa’nın “üçüncü” defâ savaşmaya tahammülü kalmış değildi. Muhtemelen Üçüncü Büyük Savaş, Doğu Avrupa’yı yalayıp Asya’da odaklaşacaktı.
“Barışın soyluluğu” ve “Savaşın ilkelliği” düşünceleri bu merkez-kaç sürecin bir fonksiyonu olarak görünüyor bana. Evet Kant’ın “Ebedî Barış” ideali ve beklentisi bütün felsefî haşmetiyle duruyordu, ama bu amaca giden yolların savaşla aşılacağı yaygın bir bakıştı. 19. asırda; yâni savaşan Avrupa câri iken, savaşların; dinsel, ulusal ve sınıfsal temelde “kutsal,” kutsal olduğu için de “kaçınılmaz,” “gerekli” addedilen nedenleri üzerine sayısız akıl yürütme vardı. Ne tuhaftır ki, anti-militarizm 19. asır Avrupa entelektüel târihinin en zayıf halkasıdır. Ebedî Barış’tan ilkeli bir anti-militarizm türememiştir. Bunu kısmen savunanlar bile, meselâ Spartakistler; R. Luxemburg ve K. Leibknet misâlinde olduğu üzere, savaşın ulusal nitelikli olanına karşı çıkıyordu; sınıfsal nitelikli olanına değil. Thoreau gibi pasifistler dâima marjinâl kaldılar. Ama savaş Avrupa için devre dışı kalınca savaşın ilkelliği düşüncesi gelişmeye başladı. Bunu da içeriden besleyecek kaynak bulmak bir hayli zordu. Avrupa için “Bir yanağına vurana diğer yanağını uzat” diyen Paulusçu Hristiyanlığa dönmek, dinsizleşerek sekülerleşmiş nesiller için artık pek mümkün değildi. Mahatma Gandhi’ye ve Asya’nın pasifist dînî ve yarı-dinî öğretilerine dört bir elle sarılmalarının biraz da bu sebepten kaynaklandığını düşünüyorum. ABD ‘de ise Martin Luther King’in pasifizmi, bir savaş iklimini değil, ırklararası bir çatışma ve nefret iklimini bertaraf etmeye mâtuftu. Diğer taraftan, Hristiyanlıktan beslense de, dînî muhtevâsı da çok belirgin değildi.
Vietnam Savaşı ise anti-militarist düşüncelerin pekişmesi için vesile oldu. Ama burada da başka bir mesele vardı: Savaşın reddini hangi ilkeye oturtacaklardı? “Öldürmeyeceksin” emr-i ilâhisi olmayınca hangi moral kaynak bu ilkeyi ayakta tutacaktı? Neticede püritan çâreye sarıldılar: Vicdan… Cümle anti-militarist hareketlerin “vicdânî redçilik”ten geçmesi rastlantı olmasa gerekir. Vicdan, ahlâkın şahsîleşmesini anlatıyor. Bu durumu sorunlu buluyorum; en azından iki açıdan. Açalım…
Evvelâ, şunu kâbûl edelim ki, modern dünyâ insanları her şeyi şahsîleştirmeye zorluyor. Hattâ bu yatırımları bireyselleşmeler olarak kutsuyor. Hâlbuki şahsîleştirmeyle, bireyselleşme eşleşmiyor. Şahsîleştirerek, belki de paylaşılarak karşılığını bulacak şeylerin kolunu kanadını kırıp; onları gömüyoruz. Toplumsallaşmamız olarak bize yutturulan ise, şahsileştirerek fakirleştirdiğimiz bir dünyâda yaşadığımız bir anonimleşme mâcerâsından başka bir şey değil... Şahsileştirerek anonimleşiyoruz. Şahsîleştirdiğimiz o kadar çok şey var ki... Vicdânî ahlâk üzerinden reddettiğimiz bir şeyin, ne kadar diğerkamcılık ne kadar egoizmden geldiğini kestirmek zorlaşıyor; hele hele narsisizmin zirve yaptığı bir çağda…
İkinci olarak şu sual aklımı kurcalıyor: Şahsîleştirilmiş şeylerden ortak, kapsayıcı bir netice üretmek ne kadar mümkündür? Tek tek bireylerin vicdanları olabilir, ama, bunun ortak bir vicdâna evrileceğinin garantisi ne olabilir? Hakikâten de var mıdır ortak bir vicdan?
Savaşın “bizim dışımızda” olması ve “dağınık bir manzara”yla seyretmesi, bir yanılsama doğuruyor; savaşsız yaşadığımızı düşündürüyor nedense. Savaşın “medenî“ dünyânın dışında hüküm süren bir olguya dönüşmesi oryantalist ayırımları da besliyor. Moritanya’da savaş yaşanıyormuş, ne gam? Bâzı savaşların içsavaş olması da cabası... Bir iç savaşın konuşulduğu sohbette, solcu olduğunu her yerde îlân etmeyi seven bir arkadaşım “Hakkediyor yamyamlar” deyivermişti. İrkilmiş; medenî Belçika’nın silâh imparatorluğu kurmasını nasıl açıkladığını sormuştum kendisine... Aldığım cevap çok daha beterdi: ”O savaşan aptallar varken akıllı Belçikalılara kızacak hâlim yok” demişti…
Karmaşık meseleler. Bildiğim bir şey var: Savaşları örgütlemek, evet anonim bir saflığı örgütlemektir. Ama acaba târihin hangi devrinde bu kadar saf biraraya geldi? (Yeni Şafak)