Fikirler ve eylemler…
Rehber fikirler dünyâyı değiştirebilir mi? Artık bu suale “evet” demenin, evvelki asırlarda, hele hele 19.Asır’da olduğundan çok daha zor olduğunu düşünüyorum. O devirlerde kurgu ve beklenti basitti: Fikirler hayâl perdesinde olgunlaştırılır, daha sonra yavaş yavaş propagandası yapılır; târihin maddî zorluklarının keskinleştiği yerde, büyük kitlelerin onları sâhiplenerek hayâta geçirmesi beklenirdi.
MAKALEYİ SESLİ DİNLEMEK
İÇİN TIKLAYIN
Bu kurgunun tuhaflığı şurada: Kurtuluş, fikirleri olgunlaştıran rehberler için değildi. Onlar zâten “zihnen” kurtulmuş kişilerdi. Belki, üst sınıflar kadar refah içinde yaşamıyorlardı. Lâkin durumları fenâ da sayılmazdı. Zihnî kurtuluş fikri, tipik bir orta sınıf yanılsamadır. Sosyolog Bourdieu’nun kavramıyla, dünyâya kendi “habitus”larından bakıyor; entelektüel-kültürel yatırımlarına dayanan “alanlarında” arz-ı endâm ediyorlardı. Yine Bourdieu’nun kavramlaştırmasıyla, aslında bu, onların “ekonomik sermâye”ye karşı “kültürel sermâye”leriyle direnmenin ifâdesiydi. Diğer taraftan bu “ayrıcalıklarının” dünyâyı değiştirmeye yetmediğini de görüyorlardı. Kitlesel bir desteğe ihtiyaçları vardı. Yapılması gereken, ekonomik sermâyenin mutlak baskısı altında yaşayan ve kaybedecek bir şeyi olmayan büyük kitleleri, ideolojik-mekanik bir dokunuşla harekete geçirmekten îbâretti.. Örtük varsayım, orta sınıfların gözünün açıklığı; aşağı kitlelelerin ise körlüğüydü.
Zaman içinde, pratik bu beklentileri boşa çıkardı. En başta orta sınıfların kültürel sermâyesinin yeknesak olmadığı anlaşıldı. Orta sınıf “habitus”tan gelen ve daha anaakım bir mâhiyet taşıyan muhafazakârlık, kurtarıcı rehber fikirlerin önüne set oldu. Daha beteri ise işçi ve köylü kitleler zannedildiği gibi “kör” değildi. Kendi habitusları mevcuttu. Orta sınıf rehberlere buralardan türeyen kültürel mâniler koydular. Hasılı, rehber-kurtarıcı orta sınıfların, “körlük” zannettiği “nankörlük” olarak geri döndü.
Antonio Gramsci ile Adorno ve Horkheimer başta olmak üzere Frankfurt Okulu bu “kültürel sermâyeler” arasındaki açığı kavradılar. Gramsci, vaziyeti “hegemonik” görerek sınıf savaşlarında “karşıt hegemonya” olarak tanımladığı yeni bir damar açılmasını teklif etti. Frankfurt Okulu ise ekonomik sermâyenin kültürel müdahalesi manâsına gelen “kitle kültürü”nün aşağı sınıflar üzerindeki baskın tesirini gördükten sonra, tâbir-i câizse “dükkânı kapattı”..
Gâliba esas mesele, ekonomik sermâyenin kültürel sermâyeyi etkilemesinde düğümleniyor. Bu da zaman içinde bir incelmeye işâret ediyor. En başta kaba standartlaşmalara dayanan kitle kültürüyle yaptılar bunu. Kitle kültürünü anaakım ve hayli yavan orta sınıf “refah” standartlarıyla buluşturdular. Yeniden bölüşüm kanallarının açılması kritik bir momenti ifâde eder. İşçi sınıfının orta sınıflaştırılması bu yavanlaşma üzerinden tahakkuk etti. Refah, orta sınıfların “uyuşmasını” ve işçi sınıflarının buna “uyuşum” göstererek dâhil olduğu tuhaf bir kelimedir..
Reel sosyalizm hayli gevşek olarak tezâhür eden ve “açılım” yapan “refah” ideolojisine karşı, kendi ideolojik aletlerini keskinleştirerek kapandı. İkisi arasındaki kavga yavaş yavaş “hazcılığa” evrilen bir tüketicilik ile bu talepleri egemen bürokratik-partitokratik aletlerle erteleyen ve baskılayan, “adamacılığa” dayalı bir perhizkârlık gerilimiydi. Neticede kazanan elbette ikincisi oldu.
İkinci etapta ise popüler kültür, kitle kültürünün yerini aldı. Bu aslında farklı “habitus”lara eş anlı olarak hitâp eden bir çeşitlilikti. Medeniyetin “öz” stokları zâten sınırlıdır. Bunların arttırılması mevzubahis olamazdı. Çeşitlilikler ise daha çok biçimler ve tarzlarla alâkalı olabilirdi. Bu da târihe kaçınılmaz olarak sembolik bir ağırlık kazandırdı. Hâsılı “ekonomik sermâye” ile “kültürel sermâye”nin eşlenme süreci, “ekonomik sermâye ” ve “sembolik sermâye” nin eşlenmesine dönüştü.
Narsisizmin soylulaştırma ile özdeşleştiği, bir nevi “Yeni Rokoko” zamanlar olarak değerlendirebileceğimiz bu zamanların bedeli ise gerek ekonomi, gerek kültürün özgül derinliklerini kaybetmesi oldu. İnsanlığı belki yer yer bunaltan,ama her şekilde ağırlık kazandıran bütün birikimlerin tasfiyeye uğradığına şâhit oluyoruz. Baudrillard’ın “derinlik kaybı” dediği de budur. Mahremiyetin, en başta da o yere göre konulamayan burjuva mahremiyetinin çözülüp neredeyse yok olduğu, aleniyetin şaha kalktığı, içbükeylikten dışbükeyliğe evrilen bir süreci idrâk ediyoruz…
Siyâsal sermâye bu eşlenmede zaman zaman horlandı. Ama bir şekilde yerini de aldı. Aslında iktidarların ve kurumların târihsel bir avantajı vardı. Bunların geleneğinde “gösteriş etkisi” her dâim başat rol oynamıştır. En yüksek aşamasına Barok’da ulaşmıştır. Dolayısıyla, siyâsal sermâye ile ekonomik-sembolik sermâye arasındaki fark ve gerilim, Barok-Rokoko arasındaki fark ve gerilim kadardır.
Bugün siyâsal protestoların da bundan nasibini aldığını görüyoruz. Ekonomik sermâyenin sembolik sermâye ile eşlenmesi, muhalif siyâsal eylemde gösteriş etkisini mutlaklaştırdı. Daha evvel nümayiş, yâni gösteri yapılırdı, ama “bir şey için” olurdu bu. Bugün siyâsal eylem kendi kendisinin amacı hâline geldi. Eylem koymak bir şey için değil, kendisi için artık. Hınç yüklü mutlak bir tepkime…Son Paris eylemleri de bunu gösteriyor. Arkasında hiçbir fikir yok. ..Fikirler mi? Onu da söyleyelim: Fikirlerin değeri artık doğurduğu sansasyonla ölçülüyor. Tefekkür de artık büyük ölçüde bizzat bir tepkimeye dönüştü. Sembolik dünyânın anaforları, eylemlerle fikirler arasında bir ayırım yapmıyor; her ikisini de yutuyor… (Yeni Şafak)