Silahın aklı mı paranın aklı mı?
Modern dünyânın iklimine hükmeden bir üçlü var. Bunlar, bu köşede zaman zaman faydalandığım Japon düşünür Karatani tarafından “devlet”, “sermâye” ve “ulus” olarak tasnif ediliyor. Modern siyâsal düşünüş bu kavramların etrafında dans ediyor ve bu üçlünün arasındaki ilişkileri değerlendiriyor. İdeolojiler de bu üçlü arasında baskın gördükleri unsura odaklanan yanılsamalar olarak tezâhür ediyor. Bâzı misaller verelim…
Meselâ Karl Marx’a göre bunlar arasında belirleyici olan “sermâye”dir. Devlet, Marx’ın gözünde sermâyenin çıkarlarına göre tasarlanmış olan bir “aygıt”tır. “Ulus” ise sınıf savaşlarını örtmeye yarayan bir yanılsamadan başka bir şey değildir.
Buna mukâbil milliyetçiler “ulus” kavramını odağa alır. Sınıf savaşları asıl gerçeklik olan ulusu yıpratmak için tezgâhlanan bir oyundur. Sermâye ise millî amaçlar için seferber edilmesi gereken bir zenginliğe işâret eder.
Liberal bireycilik ise sermâye birikimini, tıpkı John Locke’da olduğu üzere bireyin onurlu bir hayât sürmesi için vazgeçilmez gördükleri orta sınıf mülkiyet ekseninde dağıtan bir yaklaşıma sâhiptir. Ulus, devletin cârî veyâ muhtemel baskılarına karşı negatif özgürlük ve haklarla donatılmış bireylerden (yurttaşlar) müteşekkil bir siyâsal topluma izdüşer.
Esâsında bu üç temel unsur arasında belirleyici olanın hangisi olduğu ucu açık bir sorudur. İndirgemecilik tuzağına düşmemek gerekir. Bunun yerine dönemsel değerlendirmeler yapmak daha evlâdır. Bilinmesi ve her zaman dikkâte alınması gereken bâzı hususlar mevcut. Bir kere ,”devlet”, “ulus” ve “sermâye”nin etkileşimsel ve ilişkisel olduğunu ihmâl etmemek gerekir. Devletsiz bir sermâye birikimi, sermâye birikimi olmaksızın devlet; ulussuz bir devlet, devletsiz bir ulus; sermâye birikimi olmaksızın bir ulus ve ulussuz bir sermâye birikiminin olmayacağıdır.
İkinci olarak, bütün bunlar aynı zamanda kendi aralarında çelişkili ve sorunludur. Devlet aklının, egemenliği elinden alan ulus aklına akıl erdirmesi ve bunu kolayca sindirmesi beklenmemelidir. Uluslar ise devletlerin tekelinde olan egemenliği elinde tutmak için devletlerle sürtüşürler. Ama bütün bu boğuşmalar devletin ulusa, ulusun ise devlete olan ihtiyaçlarını sona erdirmez.
Gerek ulus, gerek devlet, belirli bir siyâsal coğrafyayı eksenine alır. Yâni coğrafyayı sınırlandırır. Bu, sermâyenin bağımsız aklıyla çelişir. Buna mukâbil sermâye engellenmemiş bir büyümenin ekseninde tezâhür eder. Devlet tarafından “kayda alınmayı”, ulus tarafından “paylaşılmayı” sindiremez. Coğrafyasız ve engelsiz bir doğrultuyu esas edinir. Ama, târihsel pratik gösteriyor ki, devletsiz ve ulussuz yapamaz. Devletin organizasyon kapasitesi; yatırım ve alım gücü olmaksızın sermâye birikimi sağlanamaz. Diğer taraftan üretici ve tüketici bir güç olan ulus olmaksızın sermâye birikimi güdük kalır ve sönümlenir. Bir zamanlar Çin’deki Mandarin sisteminin çöküşü , Almanya’nın siyâsal birlik kurmakta zorlanıp gecikmesinin onu dünyâ paylaşımında devre dışı bırakması bunun tipik birer ıspatıdır.
Modern dünyâda meseleler bununla sınırlı değildir. Devletler devletlerle, uluslar uluslarla savaşır. Ama devletlerin iç yapısında elitler arası mücâdeleler dinmez. Uluslar ise kendi içlerinde sınıfsal çatışmalardan, başta etnik kavgalar olmak üzere kültürel gerilimlerden başını alamaz.
Sermâye dünyâsında da tablo farklı değildir. Zaman içinde milli sermâye ile küresel sermâyeler, reel sektörlere dayalı sermâye ile finansal sermâye arasındaki kavgalar derinleşmiştir.
21. asır bu fay hatlarının en keskin bir şekilde harekete geçtiği süreçleri ifâde ediyor. Kültürel baskılar yemiş, yeniden bölüşümün dışına atılmış uluslar en ağır tabloyu sergiliyor. Sermâyenin finansallaşması ve reel sekörün parçalanarak dağılması bu tablonun baş müsebbibi. Bu manâda sermâye hegemonyası, târihinin en lümpen ve çılgın mâcerasını; David Harvey’in ifâdesiyle cinnetini yaşıyor. Kendisini büyüten kayıtsız süreçlerin aynı zamanda sonunu hazırladığını görüyor. Tek çıkış yolları, merkez kaç siyâsetleri sürdürmek. Çin’e ve onun açılımlarına göstedikleri teveccüh buna işâret ediyor. Devlet yapısını arkasına alan siyâsal hegemonya ise buna direniyor. Bütün yatırımlarını, bir tür neo-merkantilizm temelinde sermâyeyi yeniden zabt u rabt altına almaya odaklamış vaziyette. Bunun en elverişli yolu , târihsel mevzii olan militarist yatırımları ve rekabetleri kışkırtmaktan geçiyor. Bugün “para”
ile “silah” tekelleri arasında derinleşen mücâdelenin temelinde bu yatıyor. Ama daha derindeki çelişki, iş ve işlemlerini Dolar temelinde yürüten küresel sermâyenin kaçınılmaz bir şekilde, onu tekelinde tutan hegemonik siyâsal yapıyla karşı karşıya gelmesi. Bir bakıma burnundan yakalanmış vaziyette. Dolar-Bit Coin kavgası buna işâret ediyor. Yâni kavga çeşitleniyor. İlk ihtimâl; silah ve dolar kazanacak ve devletler tantanalı bir şekilde geri dönerek ulusları organik lokmalar hâlinde yutacak. Dünyâyı sonu gelmez savaşlar yönetecek. Bu, II. Atlantik Hegemonyasının kapılarını açacak. İkinci ihtimâl; küresel sermâye kazanacak ve “uygarlık” Avrasya temelinde yeni bir karasal iklime girecek.Bâzıları ikinci yolun daha ferahlatıcı olduğunu düşünüyor. Finansal aklın devlet aklını yenilgiye uğratması ile devletin finansal aklı yenilgiye uğratması arasındaki farkı sıfır toplamlı görüyorum. Her iki durumda da kaybeden ulus olacak gözüküyor. Ulusların hırpalandığı bir iklimde esas sönümlenen ve reflekslere indirgenmiş olan insan irâdesi gâliba… Böyle bakıldığında paranın emrindeki silâh ile silâhın emrindeki para arasında bir fark olduğuna bel bağlamanın bir manâsı var mı sizce?.. (Yeni Şafak)