Ahlâk...
Târih, insan eylemlerinin zaman ve mekân boyutlarında ortaya çıkan birikimi. Yâni târih “bizim” târihimiz. Gelin görün ki, bu sütunda defâlarca yazmış olduğum gibi, târihimizin öznesi olmaktan biraz daha uzaklaştığımız süreçleri kapsıyor. İnsanlığın târihi, insanın nesneleştiği bir târih.
Zihinsel düzlemde bakıldığında târihin çok sorunlu olduğunu görüyoruz. Hâsılı insan târihinden hoşnut değil. Bu da yaygın bir yabancılaşma, küresel mutsuzluk olarak geri dönüyor. Artık belirleyici olanın maddî imkanların, donanımların seviyesi olmadığını görebiliyoruz. Bu sahalardaki “ilerlemeler” ile “hoşnutluk”, “mutluluk” duyguları arasında bir bağlantı yok. Hattâ tersine, maddî donanım veyâ imkânların artışı başlı başına yeni sorunların kaynağı olarak gösteriliyor. Endüstriyel ürünlerin baskın hâle geldiği yiyip içtiklerimizden bile emin değiliz. Maddî gelişmeler, beklenenin aksine târihimiz karşısında bizleri daha da nesneleştiriyor.
Sual şu: Târihimizi insânîleştirebilecek miyiz? Târihin “insânîleştirilmesi”, buna yakın bir açıdan bakıldığında onun “ahlâkîleştirilmesi” manâsına geliyor. Bu da kaçınılmaz olarak “ahlâkî bir irâde” hareketini düşündürüyor. Zâten bunca yabancılaşma ve tahribât da modern zihniyetin, nesnelleşmiş bilgiyi , ahlâkî bilginin önüne koymasıyla başlamadı mı? Bu süreç, bilginin özgürleşmesi, önündeki engellerin kaldırılması olarak taçlandı. Bilgi ile ahlâk arasına konulan bu mesâfe modern ahlâk düşüncesinin savrulmasına yol açtı. Elbette ahlâk yok olmadı, ama ontolojik bir boyut kaybına uğradı. Açalım…
Ahlâklar, ki büyük ölçüde birbirine benzer; iki boyutludur. İlk boyut, ahlâkın doktriner tarafını ortaya koyar ve olumsuzlamalardan meydâna gelir. Meselâ, en eski ahlâk doktrinlerinden birisi olan 10 Emir’e bir bakalım. Zincirleme olarak olumsuzlamalar çıkacaktır karşımıza. “Allah’tan başka İlâh tanımayacaksın”, “Öldürmeyeceksin”, “Çalmayacaksın”,” “Komşunun hukukunu çiğnemeyeceksin” vd. 10 Emir arasında “olumlu” tek emir “Anne ve babana saygı duyacaksın” emridir. Buradan da anlaşılıyor ki, ahlâkî doktrinler, ağırlıklı olarak eylemsizlik alanlarını tanımlıyor. Bu da son derecede tabiî bir durum. Doktrin kesinlik ister. Bu sebeple, olumsuzlayarak işe başlar. En kesin olan şeyler, yapılmaması gerekenlerdir. Doktriner bir sağlamlık sağlandıktan sonra, ahlâkî zemin yumuşar. Yapılması gerekenler de doktrine eklenir ama genellikle nasihatler mertebesinde kalır.
Ahlâkın zor tarafı, karmaşık ve sürprizlerle dolu olan hayâta nasıl intibâk ettirileceğidir. Ahlâk eğitimi almış olan şahıs “ne yapmaması” gerektiğinden emindir. Burada bir sorun görülmüyor. Sorun “ne yapılması” gerektiğinde. Doktrinlerin eylemlere çok sınırlı bir etkisi var. Bu hâliyle ahlâk bir basitlemeden ibâret kalır. Meselâ hiçbir şey yapmayarak, veyâ çok az şey yaparak da ahlâklı olmak mümkün olabilir. İyi de o zaman ahlâk vasatların ahlâkı mıdır? Bir bakıma doktriner ahlâk da bunu ister. Kurumsallaştığı, nispette bu, ayrıca bir baskıya dönüşür. Ahlâkın boğucu bir nitelik kazanması, bir praksis olarak ahlâkı dışarıda bırakmanın fonksiyonudur. Doktriner olumsuzlama ahlâkı,ahlâkı donduruyor ve otoriter yapıların hizmetine veriyor. Bu durumda da tepkiler birikiyor ve açığa çıkıyor. Özgürlük ve ahlâk gerilimlerine kapılıyoruz. Yeni bir olumsuzlama kapısı açılıyor. Özgürlük “ahlâkı”(?), veri ahlâk doktrinlerinin “yapma” dediği şeyleri yapmak sûretiyle varoluyor. Bu da bir olumsuzlama. Ahlâkı olumsuzlayarak özgür olmak ..Solipsizme, narsisizme kadar uzanıyor. “Özgürler” ile “ahlâkçılar” arasında bitmek bilmeyen bir gerilim. Hiçbir tarafa faydası yok. Dahası, yazının başında temâs ettiğim esaslı meseleyi de çözmüyor. Ama doğrusu, ahlâkî doktrinlerle yetinip , ne yapmamayı bilip de bununla yetinmek, ne yapılması gerektiği konusunda hiçbir fikri ve gayreti olmayan kaba bir ahlâkçılık ,en az sorumsuz solipsist, narsisist özgürlükçülük kadar bu tablodan sorumlu.
Doktriner yapıların elbette ki büyük bir ehemmiyeti var. Ama hayat akıyor. Bu dünyâ eylemli bir dünyâ.. Pozitif ahlâk dediğim ve doğrudan eylemleri ahlâkîleştirmeyi öngören bir başka yaklaşımı ve bunun sürüklediği; meselâ eşya, tekmil canlılığı ile çevre; ez cümle varlık ile bağ kurmayı çok başka hesaplaşmaları gerektiriyor. Bu gereklilik ortada duruyor, lâkin biz onun çok uzağındayız… (Yeni Şafak)