İhtilaflarla Yaşamayı Öğrenmeliyiz

Çoğumuzda ihtilaf kelimesinin olumsuz bir çağrışımı vardır. Bu yüzden olsa gerek, ihtilafları ortadan kaldırmak için mücadele etmekle iftihar eden Müslümanlarla zaman zaman karşılaşıyoruz. Böyle bir hedefi olanların öncelikle ihtilaflardan neyi kastettiklerini net biçimde ortaya koymaları gerekir. Eğer tek mezhep, tek cemaat, tek yorum vb. etrafında birleşmeyi kastediyorlarsa bu imkânsız bir şey olmanın yanında Allah’ın (cc) Mülevvin, Musavvir gibi isimlerine de aykırıdır. Ancak bizi yan yana gelmekten alıkoyan, konuşup fikir alışverişinde bulunmamızı engelleyen, düşmanlarımızla birleşip kardeşlerimizi hedef almamıza sebep olan ihtilafları kastediyorlarsa onlara bir itirazımız olamaz.
Bir Müslümanın farklılıkları ortadan kaldırıp tek tip insan modeli yetiştirmek gibi hedefi olmamalıdır. Bunun yerine ihtilaflarla yaşamayı öğrenme ve öğretme amacı olmalıdır. Dinî konulardaki ihtilaflar; tenevvü/çeşitlilik/ zenginlik ve tezat ihtilafı olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Tenevvü ihtilafı, farklı görüşleri bir arada kabul edebildiğimiz ihtilaf çeşididir. Bu ihtilaflar genellikle; aynı hakikatin farklı biçimde ifade edilmesinden ya da hepsini bir arada kabul etmemizde sakınca olmayan manaların dile getirilmesinden kaynaklanmaktadır. Mesela sırat-ı müstakim için; kimi Kur’ân, kimi sünnet, kimi İslam demiştir. Bu açıklamalar arasında bir çelişki yoktur. Sadece birer örnek sayılarak hepsi doğru kabul edilebilir. Fatiha suresinin sonunda; “gazaba uğrayanların Yahudiler, dalalete sapanların ise Hristiyanlar olduğu” görüşü de sadece birer örnektir. Yoksa ayet bunlara has kılınamaz. Bu açıklamalar masadak türündendir.
Tenevvü ihtilafı, genişlik ve zenginlik sebebi olduğuna göre bu tür farklılıkların sorun haline getirilmesinin bir sebebi dinî eğitim yöntemimiz olabilir. Çoğunlukla askerî usul hâkim olup direktifler verilerek eğitim yapıldığı için emrin arkasındaki hikmetler üzerinde durulmamaktadır. Manadan çok şeklin öğretilmesine önem verilmektedir. Mesela namaz öğretilirken; tekbir alarak namaza başlamak farz, elleri kaldırmak sünnet, Sübhaneke okumak sünnet, Fatiha’yı okumak vacip vs…
Bunun yerine şöyle bir yöntem uygulansa bu tür farklılıklarımızın çoğunu zenginlik haline çevirmemiz mümkün olabilir. Mesela namaza başladığımızda Fatiha’dan önce dua okuma zamanı vardır. Kimi Sübhaneke, kimi innî veccehtuyu okur, kimi de bir şey okumadan doğrudan Fatiha’yı okur. Bu bilgiler verildikten sonra “bizim mezhebimizde Sübhaneke duası tercih edilmiştir” denilebilir. Böylece farklı bir uygulamayla karşılaştığımızda anlayışla karşılamayı öğrenmiş oluruz. Bir tanıdığımın; tesbih namazını alışılan namazlarla uyuşmadığı için reddettiğine şahit olduğumda ona dediğim şuydu; bilinen namaz mı yoksa bizim bildiğimiz namaz mı? Evet tesbih namazı bilinen namaza aykırı değil. Her şey yerli yerinde yapılmaktadır. Dua yerinde dua, tesbih yerinde tesbih, kıraat yerinde de kıraat yapılmaktadır.
Ancak bize öğretilen namaz şekline göre ne başka bir şeyi okuyabilir ne de kabul edebiliriz. Halbuki mezhep görüşleri üzerinde biraz tefekkür edersek şunu görürüz. Kişi kıraat yerinde istediği kadar uzun okuyabilir ya da secdede istediği kadar tesbihatı uzatabilir. Bunun için sehiv secdesi gerekmez. Namaza başlarken de kişi duayı uzattığı için sehiv secdesi gerekmez. Ancak herhangi bir şeyle meşgul olmadan beklerse o zaman vacibi geciktirdiği için sehiv secdesi gerekir. Tabii ki örnekler çoğaltılabilir. Şimdilik bu kadarla yetineceğiz.
Tezat ihtilafında ise iki görüşü birlikte kabul etmek mümkün olmadığından görüşlerden birisi tercih edilmektedir. Bu tür ihtilaflarda ise neye göre tercih yapıldığı önemlidir. Tezat ihtilaflarında; “bizim yolumuz Kur’ân ve sünnet yoludur.” denilerek konunun doğrudan itikadî alana çekilmesi bizim ihtilaflarla yaşamamızı zorlaştırmaktadır. Mesela İbn Kayyım el-Cevzi, Zâdu’l-Meâd adlı eserinde “Resulullah’ın namazı şöyleydi…” diyerek kendi mezhep görüşünü savunmaktadır.[1] Diğer görüş sahipleri buna karşılık; peki bizim namazımız kimin namazı? Biz Kur’ân ve sünnet dışında farklı bir şey mi kabul ediyoruz? Ya da bunca mezhepler kendi kafalarından mı uyduruyorlar? Ebu Hanife’nin kıldığı namaz veya İmam Şafiinin kıldığı namaz kimin namazıdır? Ya da Sübhaneke okumak sünnettir diyen birine “innî veccehtu” şeklinde başlayan duayı okumak sünnet değil mi? diyebilirler. Öyleyse sorunun kaynağı; Kur’ân ve sünneti kabul edip etmeme sorunu değildir. Kur’ân ve sünnetin yorumu meselesidir. Çünkü Kur’ân’ın yorumunda farklılıklar olsa da sübutunun kesinliğinde Müslümanlar arasında bir tartışma yoktur. Hadisin ise yorumunda ihtilaf olabildiği gibi bazen sübutunun kesinliği konusunda da tartışma olabilir. Bizim sahih hadis kriterlerimizle karşımızdaki kardeşimizin kriterleri farklı olabildiği gibi fıkıh ve tefsirdeki kaidelerimiz farklı olabilir. Örneğin Ebu Hanife “umumi bir ifadenin katiyet bildirdiğini” kabul etmiştir. Bu kural sonucu; namazda tek bir ayet okumakla kıraatin gerçekleştiği, rükûda sadece eğilmekle farzın yerine getirildiği sonucuna ulaşmıştır. İmam Şafii ise umumun zannî olduğunu savunmuş ve buna göre farklı sonuçlara ulaşmıştır. Bir başka alim farklı bir yöntem uygulamıştır…
Konunun önemine “Fatihatu’l-Kitabı okumayan kimsenin namazı yoktur!”[2] hadis örneğiyle biraz daha dikkat çekmek istiyoruz.
Bu hadisteki “namazı yoktur” ifadesi Arapçada ya “namazı sahih değildir” ya da “kâmil bir namaz değildir” şeklinde anlaşılmaya müsaittir. Sonra “Fatihatu’l-Kitabı okumayan” ifadesi de “namazın tamamında mı yoksa bir kısmında mı olmalıdır” şeklinde anlaşılabilir. Sonuç olarak “Fatiha’yı namazın çoğunda, yarısında veya bir rekatında okumak vaciptir” şeklinde üç görüş ortaya konulmuştur. Son üç görüş ve önceki iki görüşün kombinasyonundan altı hüküm çıkarılabilir. Kıraat olarak mutlaka 1. Fatiha okunmalı ve her rekâtta olmalı, 2. Fatiha’yı okumak farz, namazın yarısında okumak yeterli, 3. Fatiha’yı okumak farz ancak sadece bir rekâtta okumak yeterlidir.
Fatiha’nın zorunlu olmadığını, bunun yerine kıraatin farz, Fatiha’nın vacip olduğunu savunan görüş sahipleri de şöyle sonuçlar elde ederler. 1. Fatiha’yı okumak vacip, namazın bütününde, 2. Fatiha okumak vacip, yarısında, 3. Fatiha’yı okumak vacip, bir rekâtta okumak yeterlidir. Bu görüşlerin hepsi de sünnete aykırı değildir. Hangisinin daha üstün olduğu başka kriterlerle ancak belirlenebilir. Mesela İmam Şafii’ye göre Fatiha’yı okumak namazın sıhhat şartıdır ve bütün rekatlarında okunmalıdır. Hanefilere göre ise namazın kemal şartıdır. Dolayısıyla Fatiha değil kıraat farzdır. Kıraat olarak Fatiha’yı okumak ise vaciptir. Bunu da iki rekâtta okumak yeterlidir. Üç ve dördüncü rekâtta okumak güzel ise de tesbihat ta okunabilir. Hasan-ı Basri’ye göre ise sadece bir rekâtta okumak yeterlidir.[3] Caferî mezhebinde de Fatiha’yı okumak sıhhat şartı yani farz ve namazın yarısında okumak yeterlidir.[4] Şimdi bu altı görüşten birini tercih eden herhangi bir Müslüman sünnete aykırı mı hareket etmiştir?
Fazla uzatmamak için sadece namaz konusundan örnek verdik. Ancak örnekleri saymakla bitiremeyiz. “Kur’ân ve sünnet bizim savunduğumuzdur, bizim yolumuz Kur’ân ve sünnetir” söylemleri diğer Müslümanları rencide edebilir ve haklı olarak “bizim yolumuz kimin yoludur” şeklinde karşı bir savunma geliştirebilirler. Ayrıca bu söylemler bilinçsiz insanlar tarafından tekfir vesilesi yapılabilir. Bunun yerine bizim “Kur’ân ve sünnetten anladığımız budur” şeklinde bir söylemde bulunmak daha uygundur. Hangi görüşün daha iyi olduğu ise ancak delillerin gücü ve ikna kabiliyetiyle ortaya konulabilir. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] İbn Kayyım’ın bununla neyi kastettiğini bilen insanlar açısından bir sorun yoktur. Ancak bilmeyen insanların bu tür kitapları okuduktan sonra kolaylıkla müslümanları tekfir ettiklerini gördük.
[2] Buhari, 756 nolu Hadis.
[3] İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid ve’n-Nihâyetu’l-Muktesid, Daru’l-İlmiye, Beyrût, 1996, II, 221.
[4] Namazın yarısı derken farz namazlardan üç ve dört rekatlı namazlar kastedilmektedir.