Susarak Konuşanların Heybeti
Algılarla insan ve eşyaya değer biçenler, keyfiyet yerine kemiyeti ölçü almaktadırlar. Çok konuşan, çok görüntü veren, mitingden mitinge koşan, kalabalıklarla poz verenler, haliyle böyleleri için değerli işler yapmış kabul edilmektedir. Gösteriş ve algı çağında; kameralardan, görkemli mitinglerden uzak durarak daha etkili nasıl konuşulabilir? Ses ve görüntüyü bir kenara bırakıp konuşmak mümkün müdür? İnsanların algılarla yönetildiği bir çağda susarak etkili bir iletişim sağlanabilir mi? Dahası son derece heyecanlı ve edebî metinlerle geniş kitlelerin karşısına geçip konuşmak varken, çıkamama pahasına, yer altına çekilip ses vermeden konuşmak gibi oldukça meşakkatli bir yola başvurmak neden?
İran’ın intikam alacağım deyip sessiz gibi durması, eksendeki güçlerin liderlerinin çoğunlukla yer altında kalarak yönetimi sağlamalarının ister istemez gösteriş çağında anlaşılması zordur. Yahya Sinvar Hamas’ın liderliğine seçildiğinde, nasıl yöneteceği, müzakerelerin nasıl yürüyeceği tartışmaları yapıldı. Her zaman oturup yüz yüze konuşulacak gibi görünmediği için müzakerelerin yürüyemeyeceğini iddia edenler oluyordu. Geçen kısa sürede anlaşıldı ki aslında O, her fırsatta konuşabiliyor. Yeraltı onu ve diğer arkadaşlarını hapsetmeye güç yetiremiyor. Nitekim dünya öyle yiğitlere tanık olmuş ki, ecelleri geldikten sonra yer, sadece bedenlerini hapsedebilmiştir. Ruhlarının aramızda olmasına engel olamamıştır. Bu yüzden de zaman ilerledikçe adeta gençleşerek aramızda ilham kaynağı olmaya devam etmektedirler. Direnişin yönetici kadrolarının ortalıkta olmaması sadece yüz yüze görüşmelerine engel olabiliyor, muhataplarıyla iletişime geçmelerine asla engel olmuyor. Çünkü amaç derdini anlatmak olunca, sözden daha etkili yolların olduğunu çok iyi biliyorlar.
Onların sesini duyamazsak da hep konuşuyor olacaklar ki, muhataplarını sürekli uğraştırabiliyor ve uykularını kaçırabiliyorlar. Nitekim ABD dışişleri bakanı neredeyse Ortadoğu’yu ikinci ev edindi. Bir türlü çıkamıyor. İsrail ve ABD tarafında müthiş bir telaş varken, karşıda kendinden emin sükûnet hali hakimdir. Demek ki muhataplarıyla sürekli iletişim kurup bir şeyler talep edebiliyorlar.
Binin yüz bin gösterilebildiği, ne olduğunuzdan çok kendinizi nasıl gösterdiğiniz veya nasıl gösterildiğinizin önemli olduğu gösteriş ve algı çağında ihlasın ölçüsü, gerektiği kadar ancak olduğu gibi görünmek, ihtiyaca binaen ve sadece yapabildiği kadarını konuşmak olsa gerek. Dolayısıyla ekranlarda sıkça görünmek bir insanın etkili olduğunun ölçüsü olamaz.
Etkili iletişim için her gün bir makale yazmak, günde bir iki miting düzenlemek gerekmiyor. Basit bir örnek vermek gerekirse, düşmanınız her yerde sizi öldürdüğü haberlerini servis ettiğinde, ailenizle çayınızı yudumlarken bir fotoğraf servis etmeniz mi; yoksa yazılı olarak bir sayfalık açıklama yapmanız mı daha etkili olur? Ya da her gün size hakaret eden birine bir gülücük göndermeniz mi; yoksa ona misliyle karşılık vermek için ağzınıza geleni saydırmanız mı daha etkili olur?
Sesli konuşma, iletişimin birçok yönteminden sadece bir tanesi olsa da her zaman en etkili yöntem değildir. Mesela konuşmalarda mefhumla ifade edilen kadar mefhum-u muhalif ile söylenen yani açıkça dile getirilen anlamın karşıtı da önemlidir. Sözle açıklananlar kadar gizlenenler, gösterilenler kadar gösterilmeyenler, bildirilenler kadar bildirilmeyenler de önemlidir. Söz ustaları, söyledikleri kadar belki daha fazlasının, muhatapları tarafından kelimelere dökülmeyen kısımdan anlaşılmasını isterler. Bu yüzden sık sık konuşmalarında hazfe başvururlar.
Her hazifle birlikte muhatabın dikkati konuşanın istediği bir noktaya çekilmek istendiği için Cürcânî, hazfin etkisini sihrin etkisine benzetmiştir. Beyanın bir kısmının susarak gerçekleştiğini, susarak beyanın sesle beyandan daha fasih olduğunu söylemiştir. Ona göre cümleden bazı lafızları hazfetmek demek, konuşmadığın halde konuşmak, diğer bir ifadeyle susarak konuşmaktır.
Ona göre hazif son derece acayip ve sihre benzer bir konudur. “Sen görüyorsun ki zikrin terki zikirden, susmak da ifade etmekten daha fasih, daha fazla açıklayıcıdır. Kendini, konuşmadığın zaman konuşuyor, beyan etmediğin zaman tam beyan etmiş bulmaktasın.”[1] Kısacası, istenilen anlamları hedefe etkili biçimde ulaştırmak için çok lafız yani uzun uzun cümleler şart değildir.
Hazif üslubuyla muhatabınızın nereye odaklanması gerektiğini siz belirliyorsunuz. Eğer özneyi görmesini istemiyorsanız, cümlenizden faili hazfedersiniz. Böylece fail yerine sadece mefule/tümlece odaklanmasını sağlamış olursunuz. “ ضُرِبَ زيدٌ / Zeyd dövüldü” dediğinizde önemli olan kimin dövdüğü değil, bizzat Zeyd’in dövülmesi fiilidir. Muhatabınızın Zeyd’in kim tarafından dövüldüğü ile uğraşmasını istemiyorsanız, böyle bir cümle kullanırsınız. Böylece muhatabınızın kontrolü sizde olur. Sizin belirleyeceğiniz noktaya odaklanmasını sağlamış olursunuz. Eğer vuran kişi önemli ise o zaman “ ضَرَبَ فلانٌ زيدًا /Zeyd’i falan dövdü” şeklinde söylemeniz gerekir. Hatta eğer vurma fiilini yapana yani özneye daha fazla vurgu yapmak istiyorsanız, muhatabın önce failin ismini duymasını sağlayarak, “fulânun derebe Zeyden’/Falanca Zeyd’i dövdü” şeklinde de ifade edebilirsiniz. Bu yüzden Kur’ân’ı Kerimde “وَخُلِقَ الإِنسَانُ ضَعِيفًا/ İnsan zayıf yaratılmıştır.”[2] ayetinde yaratanın Allah olduğu zaten bilindiği için muhatapların özellikle insanın zayıflığına odaklanması istendiği için fail zikredilmemiştir.[3]
Mesela Kur’ân okunurken susmak Allah’ın (cc) emridir. Kimin okuduğunun bu konuda önemi olmadığı için özne hazfedilerek; “وَإِذَا قُرِىءَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُواْ لَهُ”/ “Kur'ân okunduğunda hemen ona kulak verin, susup dinleyin ki merhamete nail olasınız.”[4] Denilmiştir. Verilmek istenen mesaj, Kur’an okunurken susulmasıdır. Okuyanın kim olduğu önemli değildir. Bunun için cümlede bir özne takdirine gerek yoktur.[5]
Kur’ân’da kıyametten sahneler sunulurken çoğunlukla edilgen yapıda (nufihe fi’s-sûr/ sura üfürüldü, yunfehu/üfürülür) kalıplar kullanılırr. Failin hazfedilmesi fiile odaklanmak içindir.[6] Kimin yaptığı ister bilinsin ister bilinmesin özneye değil gerçekleşen olayın korkunçluğuna odaklanmamız isteniyor.
Lafız dışında; işaret, çizgi, levha vb. araçlarla da anlam aktarılabilir. Bunlardan muhatabı en büyüleyeni ise lafızları kasıtlı olarak hazfederek konuşmaktır. Her şeyi lafızlara dökerek aktarmak, manayı hazır olarak aldığı için muhatabın iletişimde canlı tutulmasını zorlaştırabilir. Hazf üslubuna başvurulmak suretiyle muhatabın zihni de iletişime katılarak, sözde bırakılan boşlukları doldurması istenmektedir. Anlamı iletmek için çok lafza gerek olmadığının anlaşıldığını kabul ederek hazf konusunu daha fazla uzatmak istemiyorum.
Eğer amaç etkili konuşma ise Yahya Sinvar ve diğer liderlerin konuşmalarını sık sık duymasak da konuştuklarını hem de çok etkili konuştuklarını söyleyebiliriz. Onlar tutum ve davranışlarıyla konuşmayı çok iyi becerebiliyorlar. Bu yüzden konuşmaları ayrı, susmaları apayrı bir korku salıyor düşmanlarına. Unutmamak gerekir ki profesyonel örgütler eylemlerini kasıtlı olarak üstlenmezler. Buna rağmen herkes adresi bilir. Basit ve acemi örgütler ise eylem yaparlar, sonra da bunu kendilerine mal edebilmek için sahte kabadayılar gibi açıklama yapma gereği duyarlar. Profesyonel örgütler ise yaptıkları eylemlerle hem elemanlarına hem sempatizanlarına hem de düşmanlarına mesaj verirler. Öyle ki hedef kitlelerinin hepsi onların istediği şekilde anlarlar.
Direniş cephesinden yapılan açıklamalar yapabildikleriyle orantılıdır. Ne az ne fazla. Yapmadıklarını ve yapamayacaklarını söylemiyorlar. Sırf konuşmuş olmak için asla konuşmuyorlar. Mesela Husiler, Hizbullah vs. vuracağız diyorlar, vuruyorlar. Herhangi bir bahanenin arkasına sığınmıyorlar. Bu da onlara apayrı bir heybet kazandırıyor. Düşmanlarının yüreklerine apayrı bir korku salıyor. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Cürcânî, Delâil, s.146.
[2] Nisa, 4/28.
[3] Zerkeşî, Burhan, III, 144; İbn Cinnî, Muhteseb, I,135.
[4] A’raf, 7/204.
[5] Kutbettin Ekinci, Kur’an’da Hazif, Doktora Tezi, Ankara, 2013, s.115.
[6] Ayşe Abdurrahman Bint Şâtiî, el’İ’câzu’l Beyânî li’l-Kur’ân ve Mesâilu İbn Ezrâk, Dâru’l-Me’ârif, Kahire, 1984, s. 243.