Bir Yılın Özeti: İsmail Heniyye Şehit Edildi Hasan Nasrallah Katledildi!
Bazı anlamları derli toplu dile getirmeye çalışırız ancak her zaman beceremeyiz. Sonra biri çıkar bir cümle kullanır, işte tam da benim söylemek istediğim buydu, diyeceğiniz durumlarla karşılaşmışsınızdır. Türkiye’deki Müslümanların direniş karşısındaki tutarsız tutumu üzerine çok şeyler yazıldı, oldukça fazla programlar yapıldı. Herhalde başlıktaki ifade, Müslüman halkımızdaki sorunların temeline dair söylenenlerin hepsini resmedecek özlü bir ifadedir. Cumhurbaşkanımız, İsrail’in işlediği cürümleri anlatırken arada bu cümleyi de vurgulu bir şekilde ifade etti. Kendileri yılların tecrübesiyle, nerede hangi cümleyi sarfedeceklerini, sözlerinin nasıl yankı bulacağını çok iyi hesap ederek konuştukları için, her kelimeyi bilinçli ve özenle seçtiklerini kabul etmek durumundayız. Yine de hüsnüzanda bulunalım, inanarak değil de şartların zorlamasıyla böyle bir değerlendirmede bulunduğunu kabul edelim. Yine de ifadedeki tutarsızlık ve barındırdığı tehlike üzerinde durmak istiyorum.
Öncelikle böyle bir söz ve altındaki anlam mantık açısından tutarsız ve kabul edilemez. Neden mi? İki insanın aynı amaca yönelik aynı işi aynı kalitede yaptığını ve iş bitiminde birine hakkettiği ücretini verirken diğerini mahrum ettiğinizi düşünün. Haklı olarak diğeri size sormaz mı? Neden ona verdin de bana vermedin? Özellikle din adına, Allah adına, devlet adına verdiğinizde size demezler mi, hangi hakla böyle yapıyorsun? Şehitlik de dinî makamdır. Birine verip diğerine vermiyorsanız, sebebini açıklamanız gerekmez mi? Şimdi net bir şekilde soruyorum, Nasrallah’ı şehitlikten mahrum eden kusuru neydi? Sadece birazcık düşünmeye davet ediyorum. Ya onunla aynı yerde aynı silahlarla aynı ordunun askerlerinin eliyle şehit edilen İranlı komutanın suçu neydi? Verdiğiniz hükmün dinî bir hüküm olduğunun farkında olmalısınız. Cevabınızın mutlaka dinî delillerle olması gerekmez mi? Şu şu sebeplerden dolayı şehit olmadığını neden çıkıp açıklamıyorsunuz?
Elbette böyle bir çelişkiye girmemek için başka yollar denenebilir. Mesela “Heniyye katledildi, Nasrallah katledildi” şeklinde her ikisini mazlumiyette eşitleyerek çelişkiyi gideremez miyiz? Elbette böyle yapılabilir. Nitekim Türkiye’deki bazı komunistler bunu yaptılar. Dediler ki Hamas’ın veya Hizbullah’ın dindarlıkları, inançları bizi ilgilendirmez, sadece mazlum olmaları hasebiyle mücadelelerine destek vereceğiz. Meseleyi dinden bağımsız, insanî olarak değerlendirip mazlumiyet noktasında eşit şekilde sahip çıkmak mümkündür. Açık yüreklilikle yapıldığında bir erdem olarak kabul edilse de dindar bilinen bir insanın kolay kolay sergileyebileceği bir tavır değildir. Çünkü o zaman dindarlıkları sorgulanır. Kudüs davası gibi önemli meselede sahnenin dışına itilmiş, dünyevî ve uhrevî sonuçlarından mahrum kalmış olacaklardır.
İfadenin doğru biçimine geçmeden önce İran’ın tutumuna bakmakta fayda vardır. “Gerçek Vaad-2” operasyonunun emri bir fotografın önünde verildi. Üç şehidin resmi yan yana dizilmiş, en başta İsmail Heniyye, ikinci sırada Hasan Nasrallah ve üçüncü sırada da İran Devrim Muhafızları komutanlarından Tuğgeneral Abbas Nilfuruşan vardı. Bu fotoğraf direniş cephesinin birleştirici, kucaklayıcı ve aynı zamanda tutarlı felsefesini ortaya koyuyordu.
Şimdi ifadenin İslamın kardeşlik ilkesi ve Kudüs davasının ruhuna uygun şekline geçebiliriz. Doğrusu şöyle denilmesiydi: “İsmail Heniyye Şehit edildi, Hasan Nasrallah şehit edildi, Abbas Nilfuruşan şehit edildi.” Dikkat ederseniz başlıktaki ifadenin bilinçli olarak eksik kullanıldığına dikkat çekmek için üçüncü bir şahıs daha ekledim. Nitekim Hasan Nasrallah’a şehit demekte zorlanmayan bazı Müslümanlar maalesef Nilfuruşan konumundakilere henüz şehit diyemiyorlar. Sorunu sadece şehit denilip denilmemesine indirgemek istemiyorum. Sadece anlayışın bozukluğunu sergileyen güzel bir örnek olduğu için özellikle üzerinde durdum. Başka örnekler de verilebilir elbette.
Aksa Tufanı sonrasında İslam ülkelerinden beklenen fiilî tepkilerin gelmemesinin en önemli nedeni, davanın fikirsel alt yapısının sağlam biçimde oluşturulmamasıdır. Adeta zemin olmadan halktan havada direksiz bina kurmaları istendi. Acaba ne kadar tutarlı ve inandırıcı olabilir. Direnişe sahip çıkmaya çağırdığınız insanların kafasında yüzlerce soru varken, -üstelik bu kuşkuların baş müsebbibi de yazarlar, kanaat önderleri olduğu halde- hangi mantıkla insanlardan yardım isteyebilirsiniz? Hangi gerekçe ile onların duyarsızlığından şikâyet edilebilir? Önce direniş ekseninin ümmetin ekseni yani onların da ekseni olduğunu anlatmamız gerekmez mi? Aksi takdirde haklı olarak diyebilirler ki ben ne diye sapık! Öldürüldüğünde şehit dahi olmayan biriyle kol kola savaşayım! Bırakın ne halleri varsa görsünler!
Alimlerimize oldukça büyük sorumluluklar düşmektedir. Onların görevi herkesçe bilinenleri tekrarlamak değildir. İnsanlar İsrail’in yanında olmamaları gerektiğini biliyorlar. Sadece sahip çıkmak için harekete geçemiyorlar. Yüzyıllar önce Ahkâmu’l Kur’ân tefsirlerinde İbn Arabî gibi alimler “Bir yerde Müslümanlar zulme uğruyorsa diğer yerdeki Müslümanların her şeylerini feda ederek onları kurtarmaları gerekir” şeklinde fetvayı vermiştir. Bundan daha kesin ve net bir fetva verebilir misiniz? Sorumluluğu yöneticilere atarak, halkı mitinglere çağırarak vs. asıl vazifenizden kurtulamazsınız. Asıl göreviniz insanları doğru biçimde aydınlatmaktır. Güncel konulara dair dinin hükümlerini açıklamaktır.
Dinî yükümlülükler konusunda insanlar ya müçtehit ya da mukallittir. İçtihat edebilecek kapasitede olanlar doğrudan hükümleri kaynağından öğrenir ve uygularlar. Ancak mukallitlerin iki seçeneği vardır. Ya bir müçtehide danışacak ya da ihtiyatlı davranarak şüpheden en uzak olanı yapacaktır. Yukarıda da belirttiğim gibi herkesin bildiği konularda genellikle alimlere ihtiyaç duyulmaz. Örneğin namazın, zekâtın farz olması, zalimin değil de mazlumun yanında yer almak gerektiği gibi herkesçe bilinen konular da alimle cahilin pek farkı olmaz. Peki fark nerede ortaya çıkar? Detaylarda, karmaşık meselelerde… Vatandaş namazını kılmak için camiye gider ancak namazda iken yanıldığında ne yapacağını bilemeyebilir. Bu durumda iki seçeneği vardır. Ya bir alime soracak ya da namazını ihtiyaten yeniden kılıp şüpheden kurtulacaktır. Dikkat edilirse halkın tek endişesi vardır. Ne yapması gerektiğini bilmediği için birine dayanıp emin olmak istiyor. Sorumluluktan kurtulmak için bir dayanak arıyor. Kendi kafasından bir tercih yapıp sonradan doğru olanı yaptığını öğrense bile, yaparken gönül huzuruyla yapmak istediği için ya ihtiyatı tercih edecek ya da bir alime soracaktır. Şimdi kendinizi halkın yerine koyun. Bunca tezvirat altında nasıl fedakârlık yapacaksınız? Üstelik güvendiğiniz dağlara kar yağmışsa! Sırtınızı dayandığınız alimler sizi arkadan hançerliyorsa! Her gün kan kaybetmenize sebep oluyorsa!
Medrese hocalarımızın, akademisyenlerimizin yapacakları çok işler vardır. Şefkatli bir baba gibi uykularını bölüp halkın rahatlıkla sindirebilecekleri şekilde kardeşliğin gereklerini, farklı görüşe sahip biriyle aynı hedefe nasıl odaklanabileceklerini öğretmeleri gerekir. Eğitim programlarını buna göre ayarlamaları gerekir. Cephede gözlerini kırpmadan her şeylerini feda eden insanları motive eden Ehlibeyt’in; itikadını, irfanını, ahlakını anlatmalılar. Her yer ve zamanda bunları yapabilirler. Unutmayalım ki sorumluluktan kaçmanın bir yolu da kendine vazife olmayan ya da gücünü aşan mesuliyetlerin altına girip sonra da olmuyor! Gücümüzü aşıyor! Diyerek hiçbir şey yapmamaktır.
Kur’ân-ı Kerimdeki bir ayet, mevcut durumda kendilerinden istenenleri bırakıp henüz onlara vazife olmayan işlere yönelen, zamanı gelince de bekledikleri görevi yapmayanların durumunu anlatmaktadır. Hicretten önce Mekke’de artan baskılar karşısında savaş izni isteyenlere, Allah’ın emri: “Elinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekâtı verin” şeklindeydi. Ancak hicretten sonra Medine’de savaşa izin verilince bu defa aynı insanlar savaşmaktan kaçındıkları için kınandılar. Konuyla ilgili ayet, mealen şöyledir: “Kendilerine, “Elinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin” denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca bir de gördün ki, içlerinden bir grup Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korkuyla insanlardan korkuyorlar da “Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın, bizi yakın bir süreye kadar geri bıraksan olmaz mıydı?” diyorlar. Onlara de ki: “Dünya menfaati önemsizdir, Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır ve size zerre kadar haksızlık edilmez.” [1]
Bu ayet her dönemde canlılığını sürdürmektedir. Peygamberimizin (saa) vefatından sonra İmam Hasan (as) dönemi ayetin baş kısmının tevilidir. Çünkü bu dönemde insanlara, “elinizi savaştan çekin” denildi. İmam Hüseyin (as) döneminde ise savaşmaları istendi. Ancak çoğu bu emre icabet etmediler.
İmam Bakır ve İmam Cafer döneminde elinizi savaştan çekin emri vuku buldu. İmam Mehdi zamanında tekrar savaşa izin verilecek o gün de samimi olmayanlar geri duracaklardır.[2]
Direnişin safında olmak istiyorsak öncelikle niyetlerimizin samimi olması gerekir. Gerçekçi olmak gerekirse kendilerine kuşkuyla baktığımız, Müslümanlığından şüphe ettiğimiz insanlara karşı samimi davranamayız, aynı hedefe odaklanıp aynı yolda can veremeyiz. Temiz niyetler besleyebilmemiz için önyargıları bir kenara bırakıp birbirimizi doğru tanımalıyız. Zihin ve niyetlerde temizlik gerçekleşmeden mesafe katetemediğimizin göstergesi, bir yıldır devam eden savaş, onca katliam ve zulümlere rağmen halen konuşulup tartışılan konulardır. Demek ki fikirler değişmeden söylem ve davranışlarımız değişmiyor. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1][1] Nisa, 4/77.
[2] Seyyid Murtaza Alemu’l Hudâ, el-Muhkem ve’l-Müteşâbih; https://www.youtube.com/watch?v=or-LlERlxFY&list=PL2iJrjxA4Fb3Dcxhu39mEU2OiOZvpDDtc.