Dinî Eğitim Müfredatımız Aksa Tufanı’yla Uyumlu Olmalı
Aksa Tufanı çeşitli açılardan bir dönüm noktasıdır. Müslümanlardaki korkuyu ve ezilmişlik kompleksini aşması, beyinlerde inşa edilmiş sahte kubbeleri delmesinin yanında dinî konuların işlenişi, gayrimüslimlerle fikirsel mücadeledeki yöntemde de ciddi değişikliklere sebep olmuştur. Şii Müslümanların Sünnî olan Hamas’la kol kola savaşması, Sünnî dünyanın ise cüzi sayılacak tepkiler dışında sadece izlemesinden kaynaklanan bir gerçekten dolayı da ümmet bilinci önündeki engelleri aşma hususunda ciddi sorgulamalara neden olmuştur.
Aksa Tufanı ezberleri bozdu, dinî konulardaki güncel sorunların değişmesine sebep oldu. 7 Ekim'den önce Müslümanlar, Batı tarafından adeta sanık sandalyesine oturtulmuş gibi; kölelik, çok evlilik, kadın hakları, Kur’ân’daki cihad ayetleri vb. konularda cevaplamaları için soru yağmuruna tutulmuşlardı. Müslümanların tepkisi de maalesef çoğunlukla, “Efendim siz bizi yanlış anlıyorsunuz, aslında şöyle değil de böyledir.” diyerek ya deve kuşu misali kafalarını kuma gömüyorlardı ya da göz göre göre gerçekleri çarpıtma yoluna gidiyorlardı. Güya böyle yaparak onları dine ısındıracaklardı belki de kendilerini beğendireceklerdi. Ancak zaman geçtikçe ne kendilerini onlara beğendirebildiler ne de onlara dini sevdirebildiler. Kendilerine kâr kalan tek şey kaynaklarını yalanlamaları, asıllarını inkâr etmeleri oldu.
Aksa Tufanı ile birlikte bu tür konuları tartışmanın anlamsız, sadece suçlama ve şüphe uyandırmaya dönük olduğu, İslam dünyasının gericiliği ilerlemeciliğiyle bir alakasının olmadığı anlaşıldı. 7 Ekim’den sonra kimse Kur’ân’da niye savaşı emreden ayet olduğunu söyleyebilir mi? Kimse niye öldürüyorsunuz? Niye esiriniz var diyebilir mi?
Peki neyi söylediler? Savaşta neden çocuk öldürüyorsunuz? Neden hastane vuruyorsunuz? Neden okulu bombalıyorsunuz? Neden esirinize işkence ediyorsunuz? Esirinizi aç bıraktınız mı? Yediğinizden yedirdiniz mi? İçtiğinizden içirdiniz mi?... Bütün bu soruları cevaplarken Direniş Cephesinin anlı ak başı diktir. Hatta iftiharla ifade etmeliyiz ki Hamas, esir konusunda kendisini savunma gereği bile duymadı. Serbest bıraktığı esirlerin kendilerini savunmaları, avukatlıklarını yapmaları yeterli geldi. Diğer taraftan İsrail’in dosyası ise oldukça kabarık. Tecavüz videolarıyla, gördükleri işkenceler sonucu aklını yitiren insanlarla, hakaretleriyle, geride bıraktıkları enkazlarıyla, aç susuz bıraktığı insanların görüntüleriyle tanındı. İsrail ve onu bütün imkanlarıyla destekleyen Batı, İslamı mahkûm etmek istedikleri konularda gerçeklikle alakalarının olmadığını ispatlamış oldular. Dertlerinin insan hakları, barış, huzur olmadığını açıkça gösterdiler. Elbette İslam dünyası için bahsettiğimiz hususlar ciddi bir kazanımdır. Böyle kazanımları arttırmanın çabası içinde olmalıyız.
Aksa Tufanı İslam dünyasının kendi iç sorunlarını daha sakin ve ilmî zeminde tartışıp acil çözüm bulmalarını gerekli kılmıştır. Süreç bu yöndeki çalışmaların hızlanmasına kolaylık sağlamıştır. Çünkü Siyonizm için çalışan bazı fitne odakları dışında herkes Sünnî Hamas’a Şii Müslümanların bütün imkânlarıyla sahip çıktığını gördü. Sünnî Müslümanların Şia hakkındaki ön yargıları olumlu yönde değişti. Hizbullah’ın öldürülen askerlerine şehit dediğinizde artık kimsenin bunu yadırgamaması buna delil olarak gösterilebilir. Yakında İran, Irak, Yemen kısacası nerede olursa olsun İsrail ve aveneleri tarafından öldürülen her mücahidin şehit olarak kabul edileceğinden bir şüphe duymuyorum. Direniş ekseninin sahadaki baş mimarı olarak görünen Kasım Süleymanî’nin Sünnî dünyada da bir kahraman olarak işlenmesinin yakın olduğunu düşünüyorum. Bundan birkaç yıl öncesiyle karşılaştırdığımızda bunların ne kadar değerli, hayalini dahi kurmakta zorlanacağımız gelişmeler olduğunu sanırım takdir edersiniz. Münafıkların gün geçtikçe hırçınlaşmasına sebep olan da bu tür gelişmelerdir. Tabii ki böyle güzelliklerin yanında kendini Ehlibeyt’in savunucusu olarak görüp de halen Hizbullah’ın öldürülen askerlerine şehit demekten imtina edenler de vardır.
İslam ümmetinin birliğini daha da pekiştirmek için dinî eğitim kurumlarında, medreselerde karşılaştırma yöntemi uygulanmalı, böylece mezhepler arasında uçurumların olmadığı, farklı açılardan bakmaktan kaynaklanan sonuçlar olduğu gösterilmelidir. Zaten mezhepler Kur’ân ve sünneti kaynak olarak seçtikleri için aralarında uçurumların olmaması gerekir. Eğer uçurumlar oluşuyorsa o zaman ya mezhebin kendisinden kaynaklanan ya da bizim eksik anlayışımızdan kaynaklanan bir sorun var demektir.
Sünnî ve Şii Müslümanlar arasındaki uçurumun tanımamaktan, bilgi eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Bu yüzden usül konularını Şia’nın eserleriyle karşılaştırmaktan çekinmemeliyiz. Bundan önce Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki her ifadenin sağlamasını yaparak anlamak son derece önem arz etmektedir. Örneğin hadis usulü işlendiğinde Buhari ve Müslim’de geçen her rivayeti peygamberin sözü olarak tanıttığımızda elbette İmam Cafer es-Sâdık’ın: “Benim sözüm, babamın sözüdür; babamın sözü, dedemin sözüdür; dedemin sözü, Hüseyin’in sözüdür; Hüseyin’in sözü, Hasan’ın sözüdür; Hasan’ın sözü, İmam Ali’nin sözüdür; Ali’nin sözü, Resûlullah’ın sözüdür; Resûlullah’ın sözü, Allah Azze ve Celle’nin sözüdür.” Şeklindeki ifadesini kabul etmekte zorlanacağız. Ancak bir sözün peygamber sözü olup olmadığının içtihat meselesi olduğunu anladığımızda tepkimiz farklı olacaktır. O zaman şöyle düşünebiliriz. Buhari bazı kriterlere göre bir sözün sahih hadis olduğuna karar verdiğinde ümmet onun içtihadına güvenerek o sözü hadis olarak kabul ediyorsa neden Peygamberin (saa) pak ve temiz Ehlibeyt imamlarının sözlerine hadis demeyelim?
Fıkıh derslerinde dört mezheple kendimizi sınırlandırmak sadece işimizi zorlaştırır. Sorunların çözümünde araştırma alanımızı daralttığı için elimizi kolumuzu bağlamaya yarar. Caferî Mezhebine veya takipçileri kalmamış alimlerin içtihatlarına başvurmaktan çekinmeyelim. Maalesef Müslümanlar, içinde yaşadığımız asrın hızlı değişimine ayak uydurabilmek için inançsız, gayrimüslim insanlardan medet umacak hale geliyorlar. Zaman zaman bu tür çırpınışlara tanık oluyoruz. Halbuki geniş bir hazinemiz varken neden kendi kendimize sıkıntı çıkaralım.
Fıkıh usulünde hükümlerin kaynağını ele alırken Kur’ân, sünnet, kıyas, icma delillerini kimin, hangi şartlarla, nasıl kabul ettiğini güzel bir şekilde açıkladığımızda Ehlibeyt’in kıyas ve icma konusunda son derece makul gerekçelerinin olduğunu anlarız.
Tefsir’de Ehlibeyt’i yok sayarsak ne olur? Kime zarar vermiş oluruz? Sadece kendimize zarar veririz. Onların doyurucu ve aydınlatıcı birikiminden mahrum kalırız. Sonra da bir ömür feda ederiz de ancak tevil ve tefsir, muhkem ve müteşâbih, nasih mensuh ayrımı yapamayacak hale geliriz. Oysa Ehlibeyt mektebinde bunlar sahabe döneminden itibaren çok nettir.
Zengin mirasları sayesinde hiçbir zaman Ehlibeyt’in; çağa ayak uydurma, zamanın sorunlarına çözüm üretme, İslam düşmanlarının fiilî ve fikrî saldırılarına karşılık verme sorunları olmamış ve olmayacaktır. Bugün Sünnî dünyada bocalamalar yaşanıyorsa bunun en önemli sebebi Ehlibeyt kaynaklarına başvurmamalarıdır. Mesela İmam Cafer es-Sâdık’ın Tevhid-i Mufazzal adlı eserinden tevhid dersi alarak büyüyen bir gencin imanına hangi akım zarar verebilir? İnsan bilmediğinden ürker, ona düşman olur. Bizler de ancak birbirimizi tanıdıkça yakınlaşacağız ve birbirimizi daha da seveceğiz. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)