Kur’ân’la Birlikte Neden Ehlibeyit?
Peygamber Efendimiz (saa) hayatta iken bütün sorunların çözümü için son mercii idi. Bu dönemde kitapla birlikte onun hem kıraatini hem ilmini hem de tatbikini öğreten muallim, bizzat kendisiydi. O ahirete irtihal ettikten sonrası için de sakâleyn yani iki ağır emaneti bırakarak, Kur’ân’ın muallim gözetiminde anlaşılmasını istemiştir.[1] Bu ağır emanetlerden biri Kur’ân, diğeri ise Ehlibeyit‘ti. Peygamberimizin (saa) ümmetine tavsiyesi tek başına Kur’ân değil ikisine birlikte sarılmak şeklindedir. O ümmetine, hem her iki emanete sarıldığında sapmayacağını hem de Kur’ân ve Ehlibeyit’inin birbirinden ayrılmayacağını garanti etmiştir. Tabii sakâleyn hadisine göre sapmama, Ehlibeyit’siz Kur’ân’a sarılmak veya Kur’ân’sız Ehlibeyit’e sarılmakla garanti edilmemiştir. Her ikisine birlikte sarılmakla kayıtlanmıştır.
Kur’ân’ın yanında başka bir emanetin bırakılması şöyle bir itirazın ortaya atılmasına gerekçe gösterilmiştir. Kur’ân kendisini ifade edemiyor mu ki ayrıca Ehlibeyit’e ihtiyaç duyulsun? Çünkü Kur‘ân; apaçık nûr[2], apaçık Arapça,[3] beyân,[4] tibyânen likulli şey/herşeyi açıklayan,[5] olarak tarif edilmiştir. Acaba Kur’ân nakıs mıdır ki tek başına yeterli görülmemiştir? “Kur’ân bize yeter” diyenlerin en önemli gerekçeleri bunlardır.
Kur’ân’la birlikte bir Peygambere neden ihtiyaç duyulduğunu açıkladığımız takdirde Ehlibeyit’in gerekliliğini anlatmak kolay olacaktır. Peygamberimizin (saa) görevini bildiren bir ayette; onlara kitabı öğreten,[6] diğer bir ayette ise; “İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine açıklaman için ve (belki) düşünürler diye sana da uyarıcı kitabı indirdik.”[7] Denildiğine göre Peygamberin muallim olması ile ilgili de şöyle sorular gündeme gelebilir. Kur’ân’ı Kerîm Arapça olduğu gibi ilk muhatapları da Araplardı. Öyleyse neden bir öğreticiye ihtiyaç duyulsun? Kur’ân’ın Nûr olması, kendisi açık olduğu gibi başkaları için de aydınlık olmasını gerektirir. Neden aydınlığı tekrar aydınlatalım?
Görüldüğü üzere Kur’ân’la birlikte Peygamber (saa) veya Kur’ân’la birlikte Ehlibeyit arasını ayıranların sorunları aynı noktada birleşmektedir. Kısaca itirazlarını şöyle özetlemek mümkündür. Her şeyin açıklayıcısı olan bir kitap kendini açıklayamıyor mu? Başkasının açıklamasına muhtaç olan bir kitap nasıl Nûr olabilir? Kendisi izaha muhtaç ise nasıl Mubîn/apaçık şeklinde vasfedilebilir?..
Bu sorulara şöyle cevap verilebilir. Kur’ân’ın kendisi apaçıktır, izaha ihtiyacı yoktur. İzaha biz muhtacız. Kur’ân -haşa!- nakıs değildir. Nakıs olan biz muhataplarız. Ehlibeyit’e ihtiyacı şundan dolayıdır. Kur’ân’ın kendisi büyük bir hazinedir. Ondan istifade edebilmek için bir rehbere ihtiyaç vardır. Okyanusa dalmak isteyenlere öncelikle yüzmeyi öğretmek gerektiği gibi Kur’ân’ın engin manaları içine dalmak isteyenlere bunun doğru yöntemi öğretilmelidir.
Konunun daha iyi anlaşılması için şöyle bir örnek de verebiliriz. Tıpta ders kitapları olduğu halde onları açıklayan öğretmenlere de ihtiyaç vardır. Elbette öğretmenlerin olması kitapların kusurlu olmasından değil, öğrencilerin açıklamaya olan ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Tefsir faaliyetinin ayetlerdeki murad-ı ilahiyi; keşf, beyân ve îzah olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, gerçek muradı tespit etmenin sadece lafızların anlamına sahip olmakla gerçekleşmeyeceği ehlince malumdur. Bazen lafızların anlamı bilindiği halde murad-ı ilahiyi tespit etmek için başka karinelere ihtiyaç duyulur. Mesela; muhatapların ilim seviyelerinin farklı oluşu, Kur’ân’ın inişiyle muhataplar arasına zamansal ve mekânsal mesafe girmesi, Kur’ân’da müteşâbih ayetlerin varlığı, umumî ifadelerin tahsisi, mutlak ifadelerin takyidi, örflerin değişmesi gibi nedenlerden dolayı sadece lafzın anlamını bilmek yeterli gelmez. Dolayısıyla tefsirdeki asıl amaç, lafızların Arapçadaki karşılıklarını ortaya koymak değil, murad-ı ilahinin ne olduğunu tespit etmektir.
Peygamberimizin vefatından sonra hiç durmadan tefsir faaliyeti devam etmiştir. Birçok fırkalar çıkmış ve hepsi de Kur’ân’dan kendisine bir dayanak bulduğunu iddia etmiştir. Kur’ân’ın çok anlamlılığa müsait yapısından dolayı, aynı ayeti tefsir edenler, bazen birbirine zıt yorumlara ulaşmışlardır. Bu durumda hangisinin doğru olduğunu belirlemek için başvuracağımız bir hakemin olması gerekir. Nitekim iki veya daha fazla kişi aynı konuda farklı görüş beyan ettikleri halde, her biri kendisinin haklı olduğunu iddia ediyorsa anlaşmazlığı çözecek bir başvuru kaynağı olmalıdır. İşte Kur’ân’la birlikte Ehlibeyit’e ihtiyaç duyulması bu yüzdendir. Birçok yorum varsa bunlardan hangisinin murad-ı ilahi olduğunu tespit etmeye çalıştığımız için başvuracağımız güvenilir bir kaynak olmalıdır. Aksi takdirde herkes kendine bir yol tutup gider. Dolayısıyla biz muhatapların Kur’ân hazinesinden en güzel şekilde istifade edebilmesi için bir muallime ihtiyaç vardır. O muallimin de doğru öğrettiğinin garanti edilmesi gerekir. Peygamberimiz (saa) Ehlibeyit’i için bize istediğimiz garantiyi vermiştir.
Demek ki Ehlibeyit, Kur’ân’dan doğru biçimde istifade etmemiz için gereklidir. Kur’ân apaçık olsa da muhatabın bilgi eksikliğinden kaynaklanan sebeplerden dolayı bir öğretmene ihtiyaç vardır. Evet Kur’ân nûrdur. Ancak onun nûrunu görecek gözlere ihtiyaç vardır. Bazen ışığın kendisinde sorun olmadığı halde onunla gözler arasındaki perdelerden dolayı aydınlatamaz. Tıpkı güneş ışıklarının eve girmesi için perdeleri açmak gerektiği gibi, gözlerin önündeki perdeleri aralamak gerekebilir. Benzer durum Kur’ân için de söz konusudur. Kendisi tamamen aydınlık olsa da herkes penceresinin büyüklüğüne göre onun ışığına ulaşır.
Muallime olan ihtiyaç sadece muhatabın bilgi eksikliğine hasredilemez. Başka nedenleri de vardır. Kur’ân’da çok geniş olan anlamların sınırlı sayıda lafızlara sıkıştırılmasından kaynaklanan bir mana yoğunluğu vardır. Böyle kitaplar ancak bir muallim eşliğinde ve üzerinde dura dura okunarak daha iyi anlaşılır.
Kur’ân’ı okumak aynı zamanda onu konuşturmaktır. Muallim onu doğru konuşturmamızı öğretir. Çünkü Kur’ân metni, ilk dönemlerde hem harekesiz hem de noktasızdı. Oysa hareke değiştiği takdirde anlam da değişir. Noktalar değiştiğinde harfler değişeceğinden dolayı anlam yine değişir. Kur’ân’da Türkçe’deki gibi nokta ve virgül olmasa bile bunların yerine duraklar vardır. Durakların yanlış yerlerde yapılması da anlamı değiştirir. Arapçadaki “lafızda artış manada da artışa sebep olur” kaidesi gereğince, lafzî değişiklik anlamda değişikliği gerektirir. Bir öğretmen olmadan herkesin isteğine göre -velev ki Arapça dil kaidelerinin müsaade ettiği sınırlar çerçevesinde olsa- ayetleri okuduğunu düşündüğümüzde, murad-ı ilahiye ulaşmanın ne kadar zor olduğu görülecektir.
Öğretmen, ayetleri birbiriyle çatıştırmadan bütünlük içerisinde anlamamızı sağlar. Kur’ân’ın Allah (cc) tarafından indirildiğini ispat sadedinde şöyle buyurulmuştur: “Kur'ân'ı hiç düşünmüyorlar mı? Hâlbuki (o,) Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette onda birçok çelişki bulurlardı.”[8] Oysa nâsih-mensuh, mutlak-mukayyed, umum-husus, muhkem-muteşabih gibi doğru belirlenmediği takdirde, Kur’ân’ı birbiriyle çatıştırma durumuna düşebileceğimiz konular vardır. Bu yüzden Ehlibeyit’in, Kur’ân bilgisi konusunda; kadıları, vaizleri veya alimleri test etmek için ilk sordukları soru; “nâsih- mensuh, muhkem müteşabih vb. ayetlerin doğru taksimini biliyor musunuz?” şeklinde olmuştur. Muhataplar bunları bildiğini söyleyince birkaç soru daha sorarak bilgilerinden emin olurlardı. Aksi takdirde Ehlibeyit mektebinde sınıfta kalmış olurlardı. Bundan sonra böyleleri hem sapmış hem de saptıranlar olarak kabul edilerek din adına söz hakkı verilmezdi.
Ehlibeyit imamlarının adeta seviye tespit ettikleri bu imtihanın ne kadar ehemmiyetli olduğunu görebilmek için “ifadesi umumî olduğu halde kendisiyle husus kastedilen” bir ayetin yanlış anlaşılmasının nelere mal olduğuna bakmak yeterlidir.
Allah (cc) İsrailoğullarına olan nimetlerini zikir sadedinde şöyle buyurmuştur: “Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi ve sizi âlemlere üstün kılmış olduğumu hatırlayın.”[9] “Âlemler” kelimesi umumî bir ifadedir. “Bütün âlemler” şeklinde kabul ettiğimizde, Yahudilerin, seçilmiş yani üstün ırk fikrini desteklemiş oluruz. Yahudiliğin temelini oluşturan düşünce budur. Üstün ırk fikri çıkarılınca Yahudilik diye bir şey kalmaz. Bu şekildeki açıklama Yahudilerin anlayışına uygun bir yorum olmuş olur. Ancak Hz. Ali’ye (as) göre “âlem” kelimesiyle hususî anlam murad edilmiştir. Dolayısıyla ayet, “bütün âlemlere” değil “kendi zamanlarındaki âlemlere üstün kılınmışlardı” şeklinde anlaşılmalıdır.[10] Allah (cc) peygamberleri onların neslinden seçmek, onları bulutlarla gölgelendirmek, bıldırcın eti vermek gibi bazı nimetler vermek suretiyle İsrailoğullarını o zamanda yaşayan diğer milletlere üstün kılmıştı. Sonra peygamberlik görevi Hz. Muhammed’e (saa), diğer bir ifadeyle İshak oğullarından alınarak İsmail oğullarına verilince bunu sindiremediler ve 1400 yıldır düşmanlık etmeye devam etmektedirler.
Dikkatle incelendiğinde birçok kelamî tartışma da Kur’ân’ın Ehlibeyit’in gözetiminde anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Mesela Allah (cc) hakkındaki antromorfik/insan biçimci yorumların temelinde, müteşabih ayetlerin muhkem olarak kabul edilip buna göre yorumlanması vardır. Allah’ın arşa istiva etmesi, eli, gelmesi gibi anlatımların olduğu ayetler muhkem kabul edilip zahirî üzere anlaşıldığında Allah (cc) için kabul edilemeyecek yorumlar ortaya çıkmaktadır. Ehlibeyit mektebine göre Kur’ân ayetlerinin taksimini doğru yapamayanlar doğru tefsir yapamazlar. Öncelikle hangi ayetin hangi gruba girdiği belirlenmelidir. Sonra mana dereceleri bilinmelidir. Çünkü Ehlibeyit mektebinde Kur’ân’ın manaları derecelendirilmiştir. Bu dereceler; lafzî anlam derecesi, işarî anlam derecesi, letâif manalar derecesi ve hakâik derecesi şeklindedir. İnşallah Tefsiru’n-Nu’manî veya Risaletu’l Muhkem ve’l-Muteşabih olarak bilinen ve İmam Cafer es-Sâdık (as) yoluyla İmam Ali’ye (as) dayandırılan hadisi takip ederek örneklerle açıkladığımızda Kur’ân’ın neden Ehlibeyit’ten bağımsız anlaşılmaması gerektiği daha iyi anlaşılacaktır. (Veysel Çelik)