Aliya’yı anlayabildiniz mi?
Aliya İzzetbegoviç bir âlim ya da popülizmin seline kapılmış bir siyasetçi değildi. O kendi döneminin sorunlarına İslami bir bakış açısı getiren örnek bir şahsiyet, bir liderdi. Bilindiği üzere Aliya Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş döneminin sorunlarını yaşamış, özellikle soğuk savaş sonrası ortaya çıkan ideolojik hareketlerin karşısında durmuş ve Müslümanların bu akımlardan etkilenmelerini dert edinmiş ve siyasi hareketine İslami bir bakış açısı getirmişti. Müslümanların soğuk savaş döneminde ortaya çıkan iki kutuplu yapıya dahil olmamaları için mücadele etmiş ve olayları İslami bir perspektiften değerlendirerek halkına yön göstermişti.
Aliya hayatımızda kendi döneminin sorunları ile mücadele eden bir lider olarak yer almadı, aksine o halklara İslam’ın evrensel değerleri ile seslendi ve bütün dünyayı kucaklayacak bir yaklaşım sergiledi. Ona göre birey ve toplumları etkileyen üç önemli faktör var. Bunlar saf din, materyalizm ve halkları hakikatle buluşturan İslam. Saf din fertleri dünyadan tamamen uzaklaşmaya çağıran doğu dinleri ve Hristiyanlıktır. Materyalizme göre ise insan yalnızca maddeden ibarettir, bunun ötesinde bir değer ifade etmemektedir. Bu iki ideolojiden biri insanı dünyadan tamamen uzaklaştırarak izole bir alana çekmekte, diğeri ise özünden koparıp dünyevileştirmektedir. İslam ise insanı ruh ve maddeden ibaret görür ve onu itidal eksenine çeker. İslam ahlaki değerleri küçümseyen, hiçe sayan ve faydasız gören materyalist anlayışa şiddetle karşı çıkar ve ilkelerini hak, adalet, erdemlilik, paylaşım, şefkat gibi asli değerler üzerine kurar. Aliya, ahlaki değerlerin olmazsa olmaz ilkeler olduğunu vurgular ve hayata materyalist gözlüklerle bakan fertlere şu metaforu ile seslenir: Ölümü göze alarak komşunun çocuğunu kurtarmak için yanan eve girseniz ve kucağınızda ölmüş çocukla geri dönmüş olsanız neticesiz kalan bu hareketinizin kıymetsiz olduğu söylenebilir mi?
Aliya, siyasi ve politik yaklaşımında İslam’ın ilke edindiği dengeyi dikkate alır. Dünyayı tamamen yok sayan bir anlayışla hayattan elini eteğini çeken bir inancın yani ifrat ve terfidin karşısında yer alır, dünya ve ahiret arasındaki ilişkiyi doğru kurmanın önemine değinir.
Toplumun kalkınması ve varlığını sürdürebilmesi için ilmi, ahlaki ve ekonomik olarak gelişmesinin şart olduğunu savunan Aliya, bunun için İslam inancının gereği olan zekât kavramına vurgu yapar. İslam’ın zenginliğe karşı olmadığını ancak zekât ve paylaşım aracılığıyla yoksulluğun bertaraf edilmesi gerektiğini savunur. Namaz ve zekâtı birlikte ele alan Aliya, namazın insanın kendine dönük ve onun ruhunu terbiye eden ve ona sorumluluklarını hatırlatan bir ibadet olduğunu, zekâtın ise topluma dönük olduğunu ve kişinin diğerlerine karşı sorumluluklarını içerdiğini belirtir. Yani namazın ferdin manevi gelişimini sağladığını, zekâtın ise toplumsal mahiyetli bir ibadet olduğunu ifade eder. Toplumun kalkınabilmesi için zenginle yoksulun arasındaki uçurumun asgari düzeye indirilmesini savunan Aliya, zekâtın olmazsa olmaz bir ibadet olduğunu açıklar. Aliya, şu ifadeleri ile fertleri dünya gerçeklerine karşı duyarlı olmaya teşvik eder:
“20 asrın ikinci yarısında insanlığın üçte biri devamlı olarak yetersiz beslenmektedir. Acaba sebebi nedir, imkânların kıtlığı mı? Yoksa merhametin yokluğu mu?
Aliya, bir İslam âlimi değildi ancak dünyayı çok kutuplu ideolojilerin hesaplaşma meydanı olarak gören insanlığa, tek kurtuluşun İslam olduğunu haykırdı ve İslam toplumlarını kendi değerlerini anlamaya ve yaşamaya davet etti. Bugün İslam coğrafyasının durumuna bakıp bize ne oldu diyen Müslüman liderlerin, kalkınmanın imani, ahlaki, ekonomik anlamda yol kat etmekle mümkün olabileceğini şiddetle vurgulayan Aliya’nın sesine kulak vermeleri gerekir. (Milli Gazete)