Kudüs Günü'nün Ardından
Her ne kadar başlığımızı böyle atmış olsak da, merhum İmâm Humeynî’nin dünya Müslümanlarına kutsal bir emanet olarak bıraktığı “ Kudüs Günü” bizim ardımızda kalması için ilan edilmiş bir gün değildir. Nasıl ki, "Külli yevmun Aşura, külli arz'ın Kerbelâ" (Her gün Aşura, her yer Kerbelâ) diyorsak, biz Müslümanlar için her günümüz "Kudüs Günü"dür. Zira ilk kıblemiz olan Mescid-i Aksa, Sevgili Peygamberimiz’in miraca çıktığı kutsal mekân ve bu mekânı bağrında taşıyan Kudüs kenti; ayrıca “barekna havlehu” bütün çevresi mübarek kılınıp kutsanmış Filistin toprakları tümüyle biz İslâm ümmeti için “Namus-u Ekber” konumundadır. Bu yüzden diyoruz ki, Kudüs ve Filistin davasına sahip çıkmamız bizim için imanî bir vecibedir. Kudüs, bağrına Siyonist çetenin hançeri saplanmış... Kudüs, kanayan yaramız... Kudüs'ü unutursak kanımız, imânımız kurur...
Filistin toprakları 1948'de değil, 1917 yılında işgal edildi. İngilizler Filistin'i işgal etmeden önce Balfour Deklarasyonu ile bu topraklarda Yahudi devleti kuracaklarına dair Siyonistlere taahhütte bulundular. Bazı Müslüman ülkeler, "Burada yaşayan birkaç bin Yahudiye devlet mi kurulurmuş?" deyip önemsemediler. Ama kutsal Filistin topraklarımıza Yahudi sevkiyatı çoktan başlamıştı bile. Osmanlı bu sevkiyata karşı çıksa da emperyalist İngiliz gâvuru hiç tınmadan, gayet pişkince, başta Avrupa olmak üzere dünyanın her tarafından Yahudileri gemilere doldurup Hayfa Limanı'na taşıyıp durdu. Maksatları Filistin topraklarındaki demografik yapıyı değiştirmekti. Bu sevkiyatlardan dolayıdır ki, 20 yıl içerisinde Filistin topraklarında yaşayan Araplara mukabil Yahudi nufusu % 20'lere ulaşmıştı. İngiltere taahhütünü yerine getirdi ve 1948 yılında Filistin topraklarının yarısından çoğu Siyonist Yahudilere peşkeş çekildi.
Bizim nezdimizde illegal olan bu terör rejimi, Birleşmiş Milletler tarafından ilân edildikten beş saat sonra Müslüman köylere saldırılar düzenleyip katliamlara girişti. Zira İngiltere Filistin topraklarını terk ederken Haganah, İrgun ve Stern gibi Siyonist terör örgütlerine bol miktarda mühimmat/askerî techizat ve silah bırakmıştı. Hiç vakit kaybetmeden Birleşmiş Milletler'in kendilerini ilân ettiği gün mazlum Filistin halkına " Nekbe Felaketi"ni yaşattılar. Yüzbinlerce Filisinli canılarını kurtarmak için doğup büyüdükeri topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Gitmemekte direnenler ise insanlık dışı katliamlara maruz kaldılar.
İslâm ümmetinin Filistin'e sahip çıkmayı şundan dolayı ne yazık ki, 14 Mayıs "Nekbe Felaketi"nden bu yana kutsal Filistin topraklarındaki işgal ve katliamlar "terör devleti" yapılanmasıyla adım adım devam etmektedir. Daha geniş bir ifadeyle, 14 Mayıs 1948 tarihinden bu yana kutsal topraklarımız üzerinde zamana yayılmış soykırım Siyonist çete tarafından kesintisiz bir şekilde sürdürülüyor. İngilizler, Filistin topraklarından çekilip Siyonist Yahudileri oraya yerleştirirken Balfour Deklarasyonu ile ilgili taahhüt işini "taşeron vazifesi" olarak Bitirleşmiş Milletler’e havale etmişti. BM, sözde Filistin sorununu çözmek için %'de 56'sı Siyonistlere, %'de 44'ü Filistinlilere verilmek üzere iki devletli bir önermede bulunmuş ve böyle bir neticeye varılmıştı. (Oysa Filistin sorunu diye bir şey yok, Filistin'de işgal var. Gâvur BM, gâvur İngiltere'nin talimatıyla Müslümanların toprağını gâvur Siyonistlere peşkeş çekiyor, mesele bu.) Fakat her iki taraf bu çözüm önerisine razı olmamıştı. Çünkü Filistinliler doğal olarak bütün Filistin topraklarının kendilerine ait olduğunu, Yahudilerin ise dışarıdan gelip bu topraklara yerleştiklerini ve bunun bir işgal olduğunu söylemektedirler. Siyonist Yahudiler ise, her ne kadar dışarıdan gelmiş olsalar da "Arz-ı Mevud" adına Allah'ın kendilerine vadettiği inancıyla bu toprakların kendi anayurtları olduğunu öne sürmektedirler. Tevrat'ta şöyle geçiyor:
"O günde Rab Abraham'la ahdedip dedi; 'Mısır ırmağından (Nil Nehri), büyük ırmağa (Fırat Nehri) kadar senin zürriyetine verdim." (Tevrat: Tekvin; bab: 15)
Buna istinaden Siyonist Yahudiler Filistinlileri işgalci olarak görmektedirler ve kendileri dışındaki bütün unsurların o topraklarda barınma hakları olmadığını iddia etmektedirler.
Böylesi bir inanç elbette ki çatışmayı beraberinde getirecekti. Birleşmiş Milletler, Filistin toprakları üzerinde inisiyatif kullanıp karar alırken bu olguyu göz önünde bulundurmamakla büyük bir hata yapmış oldu. O topraklarda BM’nin ve Batılı devletlerin karar ve önerileriyle veya diplomatik çabalarla barışın tesis edilmesi mümkün değildir. Barış zaten olamaz ve olması da mümkün değil. Burada barış sözcüğü bile büyük bir tenakuzdur...
Siyonist Yahudiler (Theodor Herzl liderliğinde) 1897 tarihinde İsviçre’nin Basel kantonunda gerçekleştirmiş oldukları ilk kongrelerinde bir takım kararlar alırlarken Filistin halkının inanç ve aidiyet değerlerini tahlil ve analiz etmeden bu işi şiddetle, tedhişle/terörle, katliamlarla halledeceklerini ve bu canice yöntemlerle Filistinlileri o topraklardan tümden çıkarabileceklerini sandılar. Zira Filistin'e ilişkin barış sözcüğü onların lugatında yok. Aynı şekilde Siyonist çetenin o topraklardaki varlığına ilişkin Müslümanların lugatlarında da barış yok. Tek çare işgal ettikleri toprakları terk etmeleri gerektiğidir...
Bakınız, Siyonist çete Filistin topraklarına çöreklendiğinden beri soykırım emellerinden vazgeçmedi. O gün, bugündür, her Allah’ın günü sistematik bir şekilde işgal ve soykırımlarına devam etmektedirler. Evet, soykırım. Çünkü, bu ardı arkası kesilmeyen katliamların soykırımdan başka bir izahı olamaz. Üstelik bunu çocuk, yaşlı ve kadın ayırımı yapmadan topyekün bir katliam olarak icra ediyorlar. Her ne kadar Tevrat'ta 10 emrin 6'ncısında "Öldürmeyeceksin" dense de bu kuralın sadece kendi soydaşları için geçerli olduğuna inanıyorlar. "Goim" olarak nitelendirdikleri kendi dışındaki insanları insan olarak görmüyorlar ve "İtlaf edilmeliler" diyorlar.
Bakınız, Siyonistlerin kutsal kitabı muharref Tevrat nasıl bir soykırım emrediyor:
“Ve İsrail onun mirasının sıptıdır; ismi orduların rabbidir. Sen benim topuzum ve cenk silahımsın; ve seninle milletleri kıracağım ve seninle ülkeleri helak edeceğim. Ve seninle atı ve binicisini kıracağım. Ve seninle cenk arabasını ve binicisini kıracağım; ve seninle erkeği ve kadını kıracağım; ve seninle kocamış adamı ve genci kıracağım; ve seninle genç adamı ve ere varmamış kızı kıracağım; ve seninle çobanı ve sürüsünü kıracağım; ve seninle çiftçiyi ve çiftini kıracağım; ve seninle valiyi ve kaymakamı kıracağım." (Yeremya, bab 51, ayet; 19-23, s, 777)
Sayın okuyucumuz, böylesi bir inanca ve akideye sahip olan Siyonistlerin Filistin halkı ile barış içerisinde yaşaması mümkün müdür? Asla! Olayın şu yönünü de unutmamamız gerekiyor: Tevrat'ta geçen bu hüküm asla Allah Teâlâ'nın emri değil ve olamaz zaten. Tevrat tahrif edilmiş bir kitaptır. Bu kitabı tahrif eden Yahudilerin önde gelen din adamlarının, hükmettikleri dindaşlarını düşman addetikleri halklara karşı kin ve düşmanlığa tahrik edip savaşa yöneltmek için Tevrat'a ekleme yaptıkları kendi hezeyanlarıdır.
Ayrıca şunu da kaydetmiş olalım ki, muharref Tevrat'tan aktardığımız o sözde ayetle Siyonist olmayan Yahudileri töhmet altında bırakmamalıyız. Biz Müslümanlar olarak hiçbir gayri müslime garazımız olmadığı gibi Siyonist ve işgalci olmayan Yahudilere de düşmanlığımız söz konusu değildir. Biz Müslümanlar asla "Anti-Semitizm" taraftarı değiliz. Yüce Rabbimiz bizim kırmızı çizgimizi belirliyor ve buyuruyor ki: "Dininiz hususunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmaya teşebbüs etmeyen gayri müslimlerle iyi ilişkiler geliştirmenizi Rabbiniz men etmemektedir." (Mümtehine: 8)
Bu ayet bize Siyonist işgalci çete ile savaşmamızı farz kılmaktadır.
Filistin meselesine böyle bakmak durumundayız. Kutsal topraklarımız işgal altında ve işgalcileri oradan çıkarmak durumundayız.
Şunu da bilmiş olalım ki, Filistin sorununa İslâmî zaviyeden bakıldığında Birleşmiş Milletler'in önerdiği şekilde barış mümkün değildir. Zira başta da belirttiğimiz gibi Filistin toprakları Müslümanlar için kutsaldır ve “Namus-u Ekber” konumundadır.
Merhum İmâm Humeynî her ne kadar “Kudüs Günü”nü devrimden sonra ilan etmiş olsa da onun gündeminde Filistin meselesi hep vardı. Gençlik yıllarından beri cami minberlerinde ve ilim havzalarında dile getirdiği öncelikli konulardan biri de Filistin meselesiydi. İlmi eserlerinin ilklerinden biri de Filistin üzerine yazdığı eserdir. İslâm Devrimi’nden sonra ise her Ramazan ayının son Cuma gününü “Dünya Kudüs Günü” olarak ilân edip, dünya Müslümanlarının Filistin meselesini gündemlerine taşıyıp bir takım etkinliklerde bulunarak yürüyüş ve mitingler tertiplemelerini önermişti. Merhum İmâm, denizden nehire bütün Filistin topraklarının bağımsızlığa kavuşuncaya dek bu etkinliklerin sürdürülmesini istemişti. İmâm’ın bu konuda dikkat çektiği husus sadece Siyonistler değil, onun hamisi olan ABD ve diğer emperyalist güçlerdi. İmâm buyuruyor ki: “Kudüs Günü evrensel bir gündür. Sırf Kudüs’e münhasır bir gün değildir. Kudüs Günü aynı zamanda mustazafların müstekbirlere karşı direniş ve başkaldırı günüdür. ABD ve diğer emperyalist ülkelerin zulüm ve baskıları altında bulunan milletlerin bu zulme karşılık verme günüdür. Mustazafların müstekbirlere karşı hazırlanıp
techizatlanmaları ve onların burunlarını yere sürtmeleri gereken gündür. Kudüs Günü münafıklarla gerçek dindarlar arasındaki farkın gözetileceği gündür. Gerçek dindarlar bu günü 'Kudüs Günü' bilir ve bu cihetle gerekeni yaparlar. Münafıklar ise, yani perde gerisinde süper güçlerle anlaşıp gasıp İsrail ile dostluk kurup ticaret yapan yöneticiler ise 'Kudüs Gğnü'ne karşı kayıtsız kalırlar ya da milletlerin protestoda bulunmalarını engellerler. Şunu bilin ki; Kudüs Günü, mustazaf milletin kaderinin belirlenmesi gereken gündür. Bugün mustazaf milletler müstekbirlere karşı varlıklarını ilân etmelidirler. İran halkının kıyam edip müstekbirlerin burunlarını sürtmesi gibi bütün milletler kıyam etmeli ve bu fesat tümörünü çöplüğe atmalıdırlar.”
Şükürler olsun ki, bütün Müslüman ülke halklarından sorumluluk sahibi insanlar İmâm'ın bu çağrısına “lebbeyk” deyip her yıl Ramazan ayının son Cuma'sı etkinliklerde bulunulmaktadır. Avrupa’nın başkentlerinde bile "Kudüs Günü” etkinliği tertiplenmekte, yürüyüşler yapılıp “İsrail’e ölüm” sloganları atılmaktadır. Elbette ki, Filistin davası için dertlenen sadece İmâm Humeynî değildi. Filistin ve Kudüs davası, (“Müslüman Kardeşler” örgütünün kurucusu şehid Hasan el- Benna olsun, büyük mücadele adamı şehid Seyyid Kutup olsun, Pakistan Cemaati İslâmî lideri merhum Mevdudi olsun) İslâm dünyasının her yanındaki “dava adamı” dediğimiz alimlerimizin ve birtakım siyasilerimizin sürekli gündeminde olmuştur. Bu arada merhum Erbakan’ı rahmet ve minnetle anmadan geçemeyeceğiz. Zira merhum Erbakan’ın 40 küsur yıllık siyasî hayatına baktığımızda hemen hemen bütün konuşmalarında, özellikle büyük mitinglerinde Filistin meselesini gündeme taşıyıp kamuoyunu Siyonist tehlikeye karşı uyarmıştı. Merhum Erbakan’ın en meşhur sloganlarından biri de, “İsrail laftan değil, güçten anlar” sözüydü. Müslümanlar bu gerçeği bilmeli ve anlamalıdır, hazırlıklarını da ona göre yapmalıdır. Erbakan bir siyasî lider olarak bu işi sadece lafta bırakmamış ve D-8'i kurup bu kapsamda İslâm Savunma Gücü'nü oluşturmak istemişti. Erbakan’ın bu projesine ilk müspet cevap veren ülke İran İslâm Cumhuriyeti olmuştur. Siyonistlerin içimizdeki uzantıları ise bu projeyi akamete uğratmak için 28 Şubat post-modern hain darbesini yapmıştı. Bugünkü mevcut iktidardan beklentimiz, D - 8 projesini hayata geçirmesidir. Bu proje biz İslâm ümmeti için imanî bir meseledir ve mutlaka hayata geçirilmelidir. Hiç kuşkusuz, İslâm birliğinin tesis edilmesi Kudüs’ün özgürlüğünü ve kutsal Filistin topraklarının bağımsızlığını beraberinde getirecektir. Bu nedenle diyeceğimiz o ki; "Kudüs Günü" sadece Sivil Toplum Kuruluşları’nın gündeme getireceği bir mesele değildir. Bu mesele Müslüman halkların başlarındaki siyasîlerin çözümlemesi gereken meseledir...
Vesselâm... (Hazım Koral - İslamianaliz)