İran'da Yaşanan Olaylar ve Türkiye Kıyaslaması...
Kısa süre önce başörtüsü üzerinden İran'da yaşanan sokak gösterilerine tanık olduk. Olaylar Mahsa Amini isimli bir bayanın ölümü üzerine gelişmiş oldu. Batı güdümlü medya bu olayı "saç teli gözüktü diye öldürülen bayan" manşetiyle servis etti. Oysa olay başörtüsü ile ilgili değildi. Bu bayan sokak ortasında uygunsuz bir şekilde sevgilisi ile sarmaş-dolaş vaziyette olmasından dolayı ahlâk polisinin kendisini uyarması üzerine tepki vermesi sonucu irşad merkezine götürülüyor. Orada başka kadınlar da var. Bunlar nasihat edilmek üzere oraya getirilmişler ve onlara yönelik asla bir şiddet söz konusu değil. Kamera kayıtlarında görüldüğü üzere Mahsa Amini isimli bayan fenalık geçirip yere yığılıyor. Orada ilk müdahale yapıldıktan sonra alınıp apar-topar hastaneye götürülüyor. Bütün müdahalelere rağmen Mahsa Amini ölüyor. Hastaneden alınan raporlara göre Mahsa Amini'nin beyninde tümör olduğu, ayrıca epilepsi hastası olduğu bildiriliyor.
Ölüm nedeni ise kalp krizi olduğu açılanıyor. Buna rağmen az önce ifade ettiğimiz gibi Batı medyası bir tek saç teli görüldü diye şiddete maruz kaldığından dolayı öldüğünü iddia etmesi üzerine olaylar patlak veriyor ve üç gün süren sokak eylemlerinde 40 dolayında insan ölüyor. Göstericiler polis araçlarına ve ambulanslara saldırmakla yetinmeyip tesettürlü kadınlara da saldırıp şiddet uyguluyorlar. Ayrıca motosikletinden düşen polisi linç edercesine toplu hâlde üzerine çullanıp dövüyorlar. Bununla da yetinmeyip üzerine benzin döküp yakıyorlar.
Bütün bu vandallıklara mukabil güvenlik güçleri göstericilere şiddet uygulamamak için özel gayret sarf ediyorlar. Bizzat tanık olduğumuz üzere gösterici bir bayan polis aracının üzerine oturmuş, polis fiziksel olarak her hangi bir müdahalede bulunmadan el hareketleriyle rica minnet aracın üzerinden inmesini söylüyor. Bir de başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerde vuku bulan sokak gösterilerinde polislerin kadın-erkek ayrımı gözetmeden insanlara barbarca ve acımasızca uyguladıkları orantısız şiddeti göz önüne getirin. Buna mukabil utanmadan, sıkılmadan İran polisine olmadık iftiralar atarak eleştiri konusu yapıyorlar. Elbette ki, başörtüsü bahane. Akılları sıra İslâmî rejimi zor duruma sokacaklar.
Hatta ellerinden gelse yıkacaklar. Nitekim Batılı şer odakları bu temennilerini dile getirmektedirler. Gerçi bu temenniyi dile getiren sadece Batılılar değil. İçimizdeki bir kesim insan, sırf mezhebî taassuplarından dolayı İran İslâm Cumhuriyeti'ne kin ve garazla bakmaktadırlar. Orada her hangi bir olumsuz gelişme olduğunda bunu rahatlıkla eleştiri konusu ve saldırı malzemesi yapabiliyorlar.
Özellikle bizim cenahta bildiğimiz yazarlardan bu tür olumsuz tavır görülmektedir. Bunlardan iki tanesinin ismini verecek olursak, Yeni Şafak Gazetesi yazarlarından Yusuf Kaplan ve İsmail Kılıçarslan. Bunlar her fırsatta İran İslâm Cumhuriyeti'ne olmadık tezvirat ve iftiralarla saldırıyorlar. Saldıranlar elbette sadece bunlar ve bir takım eli kalem tutan zevat değil. Ayrıca Hoca ve ilim erbabı zannedilen nice kişiler var ki, özellikle mezhep üzerinden saldırıyorlar, hatta aralarında Ehl-i Beyt muhibbi insanları tekfir edenler de var. Bunlara şu ilâhî buyrukla cevap vermek lazım: "Her milletin yöneldiği bir kıblesi vardır. Siz hep hayırlı işler yapmada birbirinizle yarışın! Nerede olursanız olun, Allah hepinizi bir araya getirecektir. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter." (Bakara:148)
Öyle veya böyle ortak kıbleye yöneldiğimiz İran halkı ABD ve Siyonist çetenin kuklası olan Şah Rıza Pehlevî'yi bi iznillah devirip İslâm Devleti'ni kurdu. Bu devlet nice meşakkatlerden sonra ve nice şehidler vererek kuruldu. Evet, kurmak zor ancak sabit ber kadem bir şekilde bu devleti idame ettirmek çok daha zor. Nitekim devrimin ilk gününden beri küresel şer odaklarının hışmına ve saldırılarına maruz kaldılar. Saddam zalimini üzerlerine saldırttılar ve 8 yıl tahmilî bir savaş yaşandı. Suikastle parlamentolarını havaya uçurdular. 72 milletvekili şehid edildi. Kaç tane bilim adamı suikastle öldürüldü bilinmiyor. Ve devrimin ilk gününden beri ambargolara maruz kaldılar. Bu ambargolar hâlâ devam ediyor.
Bütün bu kuşatma ve saldırılara rağmen bu devrim hâlâ dimdik ayakta ve başta Filistin olmak üzere ümmetin mazlumlarına yardım etmenin çabası içerisindeler. Birileri de kalkıp hâlâ İslâm Cumhuriyeti'ne dil uzatıyor, olmadık iftiralar atıyor. Elin gâvuru bunu mütemadiyen yapıyor, peki size ne oluyor? Siyonist çetenin eski lideri Netanyahu'ya gazeteci soruyor: "Üç düşman ülkesi sayar mısın?" Netanyahu cevap veriyor: "İran, İran, İran." Peki neden bir başka Müslüman ülkenin ismini vermiyor? Çünkü diğerleriyle her türlü diplomatik ve ticarî ilişki içerisinde. Hemen hemen bütün Müslüman ülkelerle normalleşme sürecine girmiş ve büyükelçilik düzeyinde siyasî ve diplomatik ilişkisi var. Hangisini düşman görsün ki? Aynı Netanyahu yine bir başka demecinde, "Biz Gazze'de İran'a karşı savaşıyoruz, çünkü Hamas ve İslâmî Cihad'a İran silah veriyor."
İmâm Şafi'ye sormuşlar; "Fitne zamanı hakkı tutanları ve hak yolunda olanları nasıl anlarız?" Demiş ki: "Düşman okunu takip ediniz, o sizi hak ehline götürür."
Anlayan ve anlamayan için daha ne demeli?
Yukarıda örnek verdiğimiz ayette Rabbimiz, "Hayırda yarışınız" diyor. Peki İran halkı, eksiği ve yanlışı ile kendi coğrafyalarında İslâm'ı, (hukukun üstünlüğünü esas alan) bir devlet düzeni olarak "müesses nizam" hâline getirdi. Peki "Hayırda yarışınız" ilâhî emrin gereği biz Türkiye halkı olarak gelin İslâm'ı bir devlet düzeni olarak Anadolu ve Trakya coğrafyamızda "müesses nizam" hâline getirelim. Hayırda yarışarak İranlı kardeşlerimizden daha iyi bir nizam kuralım. Kuralım ki, Netanyahu gibi Filistin işgalcisi düşmanlarımıza gazeteci düşman ülke ile ilgili soru sorduğunda, "Türkiye ve İran" desin.
Ama olur mu, hangi hayırda yarışmaktan söz ediyorsunuz? Mezhep taassubunun gözlerini kör ettiği, kardeşlik bilincini ve ümmet şuurunu yitirmiş, basiret ve insaftan mahrum bu cenah İran'a taş ve çamur atmakla meşgul. "Kendi gözündeki merteği görmez, kardeşinin gözündeki çöple uğraşır." İran İslâm Cumhuriyeti mesullerini eleştirenlerin durumu budur. Bugün Türkiye'nin sosyolojik anlamda hâline pür melâline bir bakın Allah aşkına. Türkiye'de haramlar yasalarla teminat altına alınmış. Barlarıyla, pavyonlarıyla, gece kulüpleriyle, diskotekleriyle, meyhaneleriyle, adım başı tekel bayileriyle, kerhaneleriyle, kumarhaneleriyle, sokaktaki kadınların/genç kızların dibe vurmuş açıklık saçıklığıyla/ cinsel teşhir ile ne hâllere düştüğümüzü görme ve gel İran'a dil uzat!
Bakınız, Türkiye ve İran arasındaki en belirgin fark şu: Türkiye'de haram ve günahlar tarafından öylesine kuşatılmış ve çembere alınmışız ki, günaha girmemek için sürekli teyakkuz hâlinde olmalıyız ve çaba sarf etmeliyiz. İran'da ise günaha giden yollara öylesine bariyerler konulmuş ki, günaha girmek ve haram işlemek için özel çaba sarf etmelisiniz.
Bu hakikate rağmen İran hâlâ eleştiri konusu yapıyorlarsa "yuh artık" demekten başka ne diyebiliriz ki? Sadece Türkiye ile değil, diğer bütün Müslüman ülkelerle İran'ı "emperyalizme karşı onurlu ve dik duruşuyla" kıyaslayın. Hemen hemen bütün Müslüman ülkelerde ABD üsleri mevcut. Zillet ve aşağılanmış hâl içerisinde olmak için sadece bu durum yeterli değil mi? İran İslâm Cumhuriyeti'nin en övünülecek yönü ise, bütün kuşatılmışlığına ve yalnızlığına rağman küresel şeytanî güçlere karşı hiçbir ödün vermeden dik durmaya devam etmesidir... (Hazım Koral)