Nûr, Mubîn, Beyân Olan Kur’ân Neden Tefsir Edilmiştir?

-Muhataptan Kaynaklanan Sebepler-
Tefsir kelimesi kök olarak; şerh, tavzih, açıklama, keşf ve beyân anlamında olup tef’il bâbından olması hasebiyle de iyice açık hale getirmeyi ifade etmektedir. Tefsir ilminin konusu Kur’ân-ı Kerim’dir. Amacı ise Kur’an’daki murad-ı ilahîyi beşer takatınca açıklamaktır.
Tefsirde; açıklama, şerh, izah anlamlarının olması, akla şöyle bir soru getirmektedir. Kur’ân kendisini; apaçık nûr[1], apaçık Arapça,[2] beyân,[3] tibyân,[4]olarak tarif etmiştir. Hz. Peygamberin (sav) görevini anlatan bir ayette; onlara kitabı öğreten,[5] diğer bir ayette ise; “İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine açıklaman için ve (belki) düşünürler diye sana da uyarıcı kitabı indirdik.”[6] denilmektedir. Halbuki Kur’ân’ı Kerîm Arapça olduğu gibi ilk muhatapları da Araplardı. Öyleyse neden bir öğreticiye ihtiyaç duyulsun, tefsir yapmak apaçık olanı tekrar açıklama çabası değil mi? Nûr kendisi açık olduğu gibi başkaları için de aydınlıktır. Tefsir faaliyeti, aydınlığı aydınlatma çabası olmuyor mu? Buna neden gerek duyulsun?
Tefsir faaliyeti sözlük anlamıyla aynı doğrultuda olup ayetlerdeki murad-ı ilahiyi; keşf, beyân ve îzahtır. Ancak gerçek muradın ne olduğunu tespit etmek sadece lafızların anlamına sahip olmakla gerçekleşmemektedir. Bazen lafızların anlamı bilindiği halde murad-ı ilahiyi anlamak için başka karinelere ihtiyaç vardır. Mesela; muhatapların ilim seviyelerinin farklı oluşu, Kur’ân’ın inişiyle muhataplar arasına zamansal ve mekânsal mesafe girmesi, Kur’ân’daki müteşâbih ayetler, umumî ve mutlak ifadeler, örflerin değişmesi gibi nedenlerden dolayı sadece lafzın anlamını bilmek yeterli olmamaktadır.
Yukarıdaki soruya cevap teşkil etmesi için konuyu, muhataptan kaynaklanan sebepler ve Kur’ân’dan kaynaklanan sebepler olmak üzere iki bölüm halinde incelemek istiyoruz.
- Muhatapların tefsire ihtiyacı
Kur’ân nûrdur. Fakat onun nurunu görecek gözlere ihtiyaç vardır. Bazen ışığın kendisinde sorun olmadığı halde onunla gözler arasındaki perdelerden dolayı nûr aydınlatmamaktadır. Bunun için de gözlerin önündeki perdeleri aralamak gerekir. Tıpkı güneş ışıklarının eve girmesi için perdeleri açmak gerektiği gibi.
Dolayısıyla Kur’ân değil, muhataplar tefsire muhtaçtır. Nitekim Kur’ân’ın kendisinde şüphe olmadığı halde[7] onda şüphe edenler, kendisinde tutarsızlık olmadığı[8] halde onda tutarsızlıklar arayanlar olmuştur. Muhataptan kaynaklanan nedenleri ikiye ayırabiliriz.
- Muhatapların ilim seviyeleri her dönemde farklı olmuştur. Hatta aslen Arap olup Kur’ân’ın iniş döneminde yaşayan sahabeler arasında da benzer durumlara rastlanıyordu. İbn Abbas (ra), iki bedevinin bir kuyu hakkında tartışmasına tanık olmayıncaya kadar Fâtır kelimesinin anlamını bilmediğini söylemiştir. Bu tartışmada bedevinin birisi “ene fetartu” deyince, kelimeyi “ben önce açmaya başladım” anlamında kullandığını öğrenmiş, buna göre de “fatıru’s-semavât”[9] ifadesini; “gökleri ilk olarak yoktan var eden” şeklinde tefsir etmiştir.
- Ayetlerin inişi ile muhatap arasına zamansal ve mekânsal ayrılığın girmesi anlamda kapalılığa sebep olduğu için tefsire ihtiyaç vardır. Bunu da birkaç maddede inceleyebiliriz.
- Ayetlerin indiği ortamla ilgili bilgi eksikliği: Ayetlerin iniş sebebini veya indiği ortam hakkında bilgi sahibi olmak, kapalılığı gidermenin en önemli adımlarındandır. Muhatapların çoğunluğu ayetlerin sebeb-i nüzûluna şahit olmadıkları için Kur’an’daki bazı ifadeler onlar için kapalı kalmaktadır. Mesela Bakara suresi 158. ayetinin zahirinden Safâ ile Merve arasında sa’y yapmanın sanki vacip değil de serbestlik bildirdiği anlaşılabilir.[10] Oysa ki sebeb-i nüzulünü öğrendiğimizde anlamın bununla alakası olmadığını öğreniyoruz. Çünkü bu ayet Safâ ile Merve üzerinde bulunan putlardan dolayı orada sa’y etmekten çekinen müminlere, bunda bir sakınca olmadığını bildirmiştir.[11] Bunun gibi “…evlere arkalarından gelmeniz iyilik değildir.”[12] ayetinin de sebeb-i nüzulü bilinmeyince kapalı kalmaktadır. Hatta arka planda neler olduğu anlaşılmadığı takdirde çok basit bir şey anlatılıyormuş gibi de değerlendirilebilir. Halbuki sebeb-i nüzulünü öğrendiğimizde dini yaşantıyla alakalı bir konu olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki Araplar, ihrama girdiklerinde evlerinin kapısından değil de arkalarından girerlerdi. Bu ayet onların bu anlamsız davranışlarında bir iyilik olmadığını bildirmiştir.[13]
- Kelimelerin anlamlarında değişiklik meydana gelmesi: Araya zaman farkının girmesinden dolayı bazı kelimelerin kullanımlarında farklılıklar meydana gelmiştir. İsrâ suresi 38. Ayette “كُلُّ ذٰلِكَ كَانَ سَيِّئُهُ عِنْدَ رَبِّكَ مَكْرُوهاً/ Bütün bunların kötü olanı Rabbin katında mekruh/çirkin bulunmuştur.” Buradaki mekruh kelimesinin kapsamı fıkıhtaki mekruhtan farklı anlamdadır. Çünkü Kur’ân’ın indiği dönemde mekruh, aynı zamanda zina, adam öldürme gibi büyük günahları da kapsıyordu. Zaten mekruh kelimesinden önce zikredilen günahların hepsi de kebâirdendir.[14] Oysa günümüzde, terkedilmesi yapılmasından daha faziletli olan amellere denilmektedir.
- İlmî gelişmeler: Araya zamanın girmesi bazen Kur’ân’ın daha iyi anlaşılmasına da vesile olabilir. Mesela insanın ana rahmindeki merhaleleri, zamanın ilerlemesi ile daha da açığa çıkmıştır.
Kur’ânın iniş zamanındaki anlam doğru anlaşılmadığı takdirde yanlış kıyaslamaların yapılması da kaçınılmazdır. Mesela “Onların işleri aralarında şûra iledir.”[15] Ayetindeki şûra ile demokrasinin birbirine benzetilmesi doğru bir kıyas değildir. Çünkü demokrasi ile şurânın işleyişi farklıdır. Demokrasilerin işleyişinde genellikle çoğunluğun arzuları tatmin edilmektedir. Çoğunluğun tercihinin, heva ve heveslere göre olması halinde tabii olarak akla ve mantığa aykırı kararlar alınıp sonuçta oldukça seviyesiz bir düzen ortaya çıkabilmektedir. İstişarede tecrübe ve liyakat ölçü alındığı için yönetici insanlarda; bilgi, birikim, tecrübe, ağırbaşlılık gibi hususlar aranmaktadır. Nitekim Araplarda da istişare böyle işletiliyordu. Kabile reisine Şeyh deniliyordu. Şeyhin seçiminde; cömertlik, cesaret, sabır, ağırbaşlılık, tevazu ve güzel konuşma gibi hasletlere dikkat ediliyordu. Savaş kararları alındığında, aile büyükleriyle istişare yapılıyordu. Yaşlı, tecrübeli, mantıklı insanların görüşlerine başvurarak kararlar alınıyordu. Doğrusu da budur. Her konuda çoğunluğun görüşü esas alınamaz.
Bir sonraki yazımızda Kur’ân’ın kendisinden kaynaklanan sebeplerden dolayı tefsire ihtiyaç duyulmasını inceleyeceğiz inşaallah.[16]
(Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] وَاَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكُمْ نُوراً مُبٖيناً (Bakara, 2/174.)
[2] بِلِسَانٍ عَرَبِیࣲّ مُّبِینࣲ (Şuarâ, 26/195.)
[3] Al-i İmrân, 3/138.
[4] Nahl, 16/89.
[5] Bakara, 2/151.
[6] Nahl, 16/44.
[7] Bakara, 2/2.
[8] “Allah’tan başkasından gelseydi, onda mutlaka birçok tutarsızlık ve çelişkiler bulurlardı.” Nisa, 4/82.
[9] Fâtır, 35/1; Suyûtî, el-İtkân, III, 354.
[10] “Safâ ile Merve Allah’ın nişânelerindendir. Bu yüzden hac veya umre yaparak Kâbeyi ziyaret edenlerin buraları tavaf etmesinde bir kendilerine bir günah yoktur.” (Bakara, 2/158.)
[11] Taberî, el-Câmiu’l -Beyân, II, 711-718.
[12] Bakara, 2/189.
[13] Taberî, el-Câmiu’l -Beyân, III, 286.
[14] İsrâ suresi 23. Ayetten 38. ayete kadar emir ve nehiyler içermektedir. Detaylı bilgi için bakılmasında fayda vardır.
[15] Şûra, 42/38.
[16] Detaylı bilgi için Muhammed Ali er’Ridâî el-İsfahânî, Mantıku’t-Tefsir’il Kur’ân, Merkezu’l-Mustafâ, s. 29.