Bitirmenin Değil Birlikte Yaşamanın Dilini Oluşturmak
İsmail Heniye’nin şehadetinden sonra İran başta olmak üzere, dünya genelindeki Müslümanların sergiledikleri tavır, ümmetin geleceği hakkında ümit veren son derece değerli bir tabloydu. Bu tablodan da ilham alarak ötekilerini yok ederek yaşama yerine, birlikte yaşamanın dilini nasıl geliştirebileceğimiz konusunda fazla mesai harcamak zorundayız. Yakınma, eleştiri ve şikâyetle bir yere varamıyoruz. Her zaman; “2 milyardan fazla Müslüman, bir avuç İsrail’le baş edemiyor” şeklinde, vaziyeti rapor mahiyetindeki söylemlerle bir şeyi değiştiremiyoruz. Bunun yerine güzellikleri takdir eden, kimden gelirse gelsin haktan yana, kime yapılırsa yapılsın haksızlığa karşı, bizden farklı düşünenleri doğru anlayan, hakaret etmeyen, yanlışları şahıslar üzerinden değil de fikirler üzerinden değerlendiren bir üslup geliştirmemiz gerekir.
Sosyal medyada yazılanlar ve konuşulanlara bakınca bu üslubun gerekliliği daha da önem arz etmektedir. Bunun mümkün olduğunu, kendimizi avutmak için söylemediğimizi göstermek için tecrübelerden bahsetmek yerinde olacaktır. Günümüz için, İsmail Heniye’nin şehadeti sonrasında İslam dünyasının sergilediği tavır, son derece uygun bir örnek olmuştur. Müslümanlar, adeta bu eylemi yapanların bütün heveslerini kursaklarında bırakarak, fitne senaryolarının düşmanın aleyhine dönmesini sağlamışlardır.
Dil oluşturmaktan bahsettiğimize göre, geçmişten de dil alanındaki maharetiyle göz kamaştıran Abdulkâhir Cürcânî’yi (ö. 471/1078-79) örnek vermek istiyorum. Abdulkâhir Cürcânî, belagat ilmini sistematik hale getiren alim olarak bilinir. Edebiyat alanındaki birikiminden sürekli istifade edilmiştir. Fakat onun muarızlarını eleştirme yöntemi, farklı mezhep görüşlerinden istifade biçimi, kendi düşüncesini başkalarına aktarma şekli vb. hakkında çok konuşulmadığını düşünüyorum. Düşüncelerini takdim yöntemi de en az fikirleri kadar değerli olup bunun için de nümune-i imtisaldir. Çünkü fikirlerinizin güzelliği, kabul görmeniz için yeterli değildir. Hele hele muhalifleriniz arasında rağbet görmeniz, sadece orijinal görüşler ortaya atmakla olacak şey değildir. Oysa Cürcânî’yi tanımamızı sağlayan, onun kıyasıya mücadele ettiği Mutezile mezhebinin radikal savunucularından Zemahşerî olmuştur. Öyleyse Cürcânî’nin üslubunda muhaliflerini dahi cezbedecek ne vardı?
Dost veya düşmanın itirafıyla, dil alanındaki katkılarından dolayı, Müslümanların eline kimse su dökemez. Öyleyse en güçlü olduğumuz alanda ne yaptık da son derece hayranlık uyandıran başarılara imza atabildik? Alimlerimiz nasıl bir üslup kullanarak önemli başarılar ortaya koydular? Başarının arkasındaki dili de çözmemiz gerekir. İslam ümmeti olarak, farklılıklarla birlikte yaşamamızı sağlayan bir dil geliştireceksek, belagat ilminin geçirdiği safhaları detaylı inceleyerek çok önemli dersler çıkarmak durumundayız. Bunun için Cürcânî, hem belagat ilmine katkıları hem de üslubuyla örnek alınacak bir alimdir.
Cürcânî’nin temel gayesi Kur’ân’ın i’câzının söz diziminde olduğunu ispatlamaktır. Kur’ân, muarızlarının kafasına vura vura meydan okuduğu halde onun benzerini getiremedikleri, yani i’câzın tahakkuku Müslümanlar tarafından ittifakla kabul edilmiştir. Ancak neden aciz kaldıkları konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Sarfe görüşü, Gaybî haberler, Allah kelamı olduğu için, nazmından/söz diziminden dolayı olduğu, bunların en öne çıkanlarıdır. Alimlerimiz Kur’an’ın i’câz yönünü açıklamaya başlarken i’câzın Kur’an’dan mı yoksa Kur’an’ın dışındaki bir nedenden mi kaynaklandığını belirlemekle işe koyulmuşlardır. Kur’an’ın dışındaki bir nedendendir diyenler, sarfe görüşüne meyletmişlerdir. Sarfe fikri Kur’anın i’câzını Allah’ın engellemesinde görür. Cürcânî ise i’câzı, Kur’ân’ın kendisinde görenlerdendir.
Cürcânî, geçmişteki çalışmaları çok dikkatli okumuştur. Onların eksik yönlerini eleştirmiş, açık kalan yerlerini doldurmaya çalışmış, yanlış anlaşıldıkları yerlerde işin doğrusunu gösteren izahlar yapmış ve kendisinin öncekilerden farklı olarak ne yapacağını ortaya koymuştur. Geçmiştekilerin nazım nazım dediklerini, ancak gelin iddianızı ispatlayın dediğimizde, iddialarını ispatlayacak açıklamalar yapmadıklarını belirtmiştir. Tabii Cürcânî bunların kimler olduğunu söylemez. Ancak alana vakıf olanlar kimleri kastettiğini bilebilirler. Eleştiride insanları rencide etmeme, şahsiyetlerine zarar vermeme açısından isim vermeme son derece önemlidir. Lafızcı olarak birini eleştirir, ama tek bir defa dahi ismini vermez. O kişinin de Mutezilî alim olan Kâdi Abdulcebbâr olduğu bilinir.
Cürcânî, Eş’ârî olduğu için kelam-ı nefsînin varlığına inanan biridir. Onun açıklamaları bu görüşü söz teorisi olarak desteklemektedir. Ancak Delâilu’l İ’câz adlı eserinde bir defa dahi kelamî konulara girmemiştir. Belki de bu yüzden bütün ümmet tarafından rağbet görüp saygınlıkla karşılanmıştır. Nitekim eserlerinde Mutezile’yi eleştirdiği halde kendisinden sonra gelen ve Mutezilî bir alim olan Zemahşerî, hem onun teorisini tefsirinde tatbik etmiş, beyan ilimlerine vakıf olmadan gerçek bir müfessir olunamayacağını gür bir sesle dile getirmiş hem de Abdulkâhir Cürcânî’ye övgülerde bulunmaktan çekinmemiştir. Üstelik Zemahşerî, Ehlisünnet hakkında çok ağır ifadeler kullanmasına rağmen bunu yapabilmiştir.
Cürcânî’nin örnek alınması gereken diğer bir yanı ise son derece insaflı davranmasıdır. Câhiz’ın (ö.255/869) meşhur, “Manalar yollara saçılmıştır. Onu Arap da acem de şehirli de köylü de bilir. Asıl olan vezni tutturma, lafzın seçilmesi, mahreçlerin kolay, akıcı, tabiata uygun olması, diziminin güzel olmasıdır.”[1] sözü onun lafızcı olarak anlaşılmasına, anlamı önemsemediği şeklinde anlaşılmasına neden olmuştur. Ancak buradaki amacı lafzın manaya üstünlüğünü bildirmek değil, sözün dizilişi ve üslubunun önemine vurgu yapmaktır. Cürcânî, Câhiz’i savunmuştur. Kendi dönemindekilerin onu yanlış anladığını söylemiştir.[2] Dolayısıyla ona göre Câhiz’in kastettiği anlam, ham, işlenmemiş, üzerinde sanat icra edilmemiş; sevgi, şefkat, vefa gibi manalardır. Tabii yanlış anlaşılma sadece Câhiz ile kalmamıştır. Cürcânî’nin kendisi de bazen lafzı önemsemediği, manayı üstün gördüğü şeklinde yanlış anlaşılmaktan kurtulamamıştır. Hâlbuki manayı üstün görürken hangi manayı, bazen de lafzı üstün görürken hangi lafzı kastettiği araştırıldığında sis perdeleri aralanacaktır.
Cürcânî, farklı mezhep görüşlerinden istifade etmekten kaçınmamıştır. Halîl b. Ahmed (ö. 175/791) ve Sîbeveyhi’den (ö.180/795) gramerden kaynaklanan anlamları (meani’n-nahv), Câhiz’dan da şiir sanatını alarak sabırla, maharetle, uyanık bir şekilde harmanlayarak nazım teorisini üretmiştir.[3]
Alimlerimiz Kur’ân’ın i’câzını ispatlamaya çalışırken birbirlerinden istifade etmişlerdir. Kur’ân’ın korunmasını kendi mezhepsel kaygılarının üzerinde tutarak müthiş bir dayanışma içerisine girmişlerdir. Bazen kendi mezheplerine uyduğu halde, sırf Kur’ân’ın üstünlüğüne uymadığı için aynı mezhepteki alimler birbirini eleştirmişlerdir. Mesela Mutezilî bir alim olan Nazzâm, sarfe görüşünü ortaya attığı halde, ona ilk eleştiriler öğrencisi Câhiz başta olmak üzere, Mutezilî alimlerden gelmiştir. Zemahşerî açıkça Nazzâm’ın görüşünde isabet etmediğini belirtmiştir. Halbuki sarfe görüşü onların mezheplerindeki kulların fiillerine dair görüşleriyle uyumluydu. Allah (cc), Araplara meydan okumasına rağmen karşılık veremediler. Öyleyse, Allah (cc) engel olduğu için başaramadılar demek, “Kullar kendi fiillerinin yaratıcısıdır” temel esaslarıyla uyumlu görünüyordu. Çünkü “Eğer kulun gücü benzerini getirmeye yetmiyorsa, bu fiilden alıkonuldukları sonucu çıkar.”[4] Ancak sarfe görüşü kabul edildiği takdirde bunun Kur’an’ın üstünlüğü olamayacağını bildikleri için, genel olarak Nazzâm’ın görüşüne katılmamışlardır. Mesela Zemahşerî, akli gerekçelerle Nazzâm’ın görüşünü şöyle çürütmektedir. Eğer onun dediği doğru olsaydı, o zaman Allah (cc.), en düşük üslupla, basit bir kelam getirir, haydi sizler söz ustalarısınız, bunun benzerini getirin, derdi. Muarızlar getiremeyince, o zaman denilirdi ki Allah (cc.), onları uzman oldukları bir alanda, güçleri yettiği en basit şeyi bile yapmaktan alıkoyduğu için yapamadılar. Hâlbuki durum hiç de böyle değildir. Çünkü onlar âdeta yarış atları gibi bu meydanda nefes nefese koşuşturmuşlardır.[5]
Zemahşerî, Cürcânî’nin kelamî görüşlerini görmezlikten gelerek nazım teorisini Kur’ân’a tatbik ettiği gibi, kendisi de aynı muameleyle karşılık görmüştür. Mutezilî fikirlerini radikal bir üslupla savunmasına rağmen diğer mezhep mensubu alimler arasında rağbet görmüştür. Adeta onun bu yönlerinin üzeri örtülerek görmezlikten gelinmiştir. Dünyanın her tarafında medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Oldukça büyük bir teveccüh kazanmıştır.
Fahreddin er-Razi de bu konuda örnek verilebilir. Eş’ârî bir alim olup tefsirindeki en önemli hedeflerinden birisi Mutezile’nin görüşlerini çürütmektir. Ancak Ebu Müslim el-İsfahani ve Zemahşerî’den isim vererek alıntı yapmaktan ve zaman zaman da övmekten çekinmemiştir.
Özetle söylemek gerekirse Müslümanlar dil alanında takdire şayan başarılar sergilemişlerse bunu sadece bilgi ile başarmamışlardır. Üslupları, kullandıkları dilin de önemli etkisi olmuştur. Üslup olarak göze çarpan en önemli hususlar şunlardır.
Kur’ân’ın korunmasını her türlü mezhepsel görüşleri üzerinde tutmuşlardır. Çünkü burası varlık zeminidir. Zemin gidince varlıklarının mümkün olmadığını çok iyi fark etmişlerdi.
Eleştirilerini şahıslar üzerinden değil, fikirler üzerinden yürütmüşlerdir.
Güzel işlerde birbirlerini destekleyip övmekten çekinmemişlerdir. Güzel kazanımları ümmetin malı olarak görmüşlerdir. Kimden gelirse gelsin hüsnü kabul ile karşılamışlardır.
Birbirlerini doğru anlamaya çalışmışlar, gerektiğinde de birbirlerinin avukatlığını yapmışlardır. Halife Mansûr, İmam Cafer Sadık’a sormak üzere en zor meselelerden sorular hazırlamasını Ebu Hanife’den istemişti. O, kırk mesele hazırladı. İmam tek tek her sorusuna; “Bu meselede siz şöyle dersiniz, Medîne ehli böyle der, biz ise şöyle deriz.” diyordu, bazen Medinelilerin, bazen Bağdatlıların görüşüne göre bazen de her ikisine muhalif görüşler sunuyordu. Bir tanesini bile cevapsız bırakmadı. Ebu Hanife sonunda şöyle dedi: “İnsanların ihtilaflarını en iyi bilen adam, insanların en âlimi değil midir?” O halde yargıda bulunmadan önce doğru tanıma gerçek alimlerin vasfıdır. Mefhumu muhalifiyle, tanımadan yargıda bulunma cehaletin alametidir.
Her gelen diğerinin eksik bıraktığı yeri doldurmakla uğraşmıştır. Ümmeti hep sıfır noktasından başlatmamışlardır. Böylece Müslümanların enerjilerini boşa harcamamışlardır. Müslümanlar kısıtlı imkanlarını en verimli biçimde kullanmak zorundadırlar. Vakit ve enerji israfından kaçınmalıdırlar.
Bugün de Kudüs zemini üzerinden bir üslup geliştirmek mümkündür. İsmail Heniye’nin şehadeti bunun bir örneğiydi. Kudüs olmadan varlığımızı anlamsız olarak değerlendirdiğimizde, birçok ihtilaflara rağmen birlikte hareket etmeyi başarabiliriz. Dolayısıyla benzer örnekleri çoğaltabiliriz. Farklı yaklaşım ve yöntemlerimiz olsa da başkalarının güzelliklerini takdir etmekten çekinmeyelim. Birileri kardeşlerimizi yanlış anlıyorsa doğru anlaşılmaları için elimizden geleni yapalım. Bunun da yolu hüsnüzandan geçer. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Câhız, Kitâbu’l-Heyevân, III, 131.
[2] Sebâ Yusûf Neccâr, El-İ’câzu’l-Lğavî Fi’l-Kur’ân Beyne’l-Cürcânî ve’z-Zemahşerî Fi Kitâbihimâ Delâilu’l-İ’câz ve’l-Keşşâf, Yermuk Üniversitesi, Basılmamış Master Tezi, 2006, 50.
[3] Muhammed Huseyin Ebu Musa, Medhal ilâ Kitabeyi’l-Abdulkahir el-Cürcânî, Mektebetu Vehbe, Kahire, 1998, s.9.
[4] Mûnîr Sultân, İ’câzu’l-Kur’âni Beyne’l Eşâ’ireti ve’l-Mu’tezileti, s.33.
[5] Zemahşerî, İ’câzu Sureti’l-Kevser, Thk., Hamid el-Haffaf, Daru’l-Belâğa, Beyrut, 1991, s. 63.