Her Peygamberin Toplumunun Diliyle Gönderilmesi ve Tefsirdeki Sonuçları

İbn Cinnî dili: “Toplumların maksatlarını ifade ettikleri seslerdir.”[1] Şeklinde tarif etmiştir. Bu tanıma göre dilin hem ses hem de toplumsal boyutu vardır. Çünkü iletişimin gerçekleşmesi için konuşmacı ile dinleyici arasında uzlaşma sağlanmış sembol ve anlamların varlığı gereklidir.[2] Üzerinde uzlaşma sağlanmış bir dil olmadan, sadece kişiye özel bir dil ile sağlıklı bir iletişimi sağlamak ve konuşmacının muradını doğru anlamak neredeyse imkansızdır. Tıpkı bir toplumda yas için siyah elbise, sevinç için de beyaz elbise giyiliyorsa hangi niyetle olursa olsun birinin beyaz elbise giyerek yas merasimine gitmesinin yanlış anlaşılması gibidir. Peygamberler, toplumun kullandığı, örfte yerleşmiş olan dili kullandıkları için tarihin hiçbir kesitinde, onların muhataplarından “Biz sizin dilinizi anlayamıyoruz” diye bir itiraz gelmemiştir.[3]
“وَمَا أَرْسَلْنَا مِن رَّسُولٍ إِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ” “Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki (emrolunduklarını) onlara apaçık anlatsın”[4] ayetinde de bildirildiği gibi yüce Allah (cc), bütün peygamberleri kendi muhatapları arasında kullanılan yaygın dille göndermiştir. Nitekim Taberî bu ayeti; “Yani kavimlerinin var olan dilleriyle göndermiştir.”[5] Zemahşerî de “Kavimlerinin mazeretleri kalmasın, anlamıyoruz diye bir gerekçe öne sürmesinler diye her peygamber kendi kavminin diliyle gönderilmiştir.”[6] şeklinde tefsir etmiştir.
Peygamberler kendi kavimlerinin diliyle gönderildikleri için onların inattan kaynaklanan sebepler dışında anlaşılmama problemi olmamıştır. O halde Kur’ân’ın apaçık Arap diliyle inmesinin gerekleri nelerdir? Tefsirde bunun ne tür sonuçları olmalıdır? Soruları önem arz ettiği gibi Kur’ân’ın mesajlarını günümüze aktarırken bir yandan ilk dönemdeki anlamı muhafaza etmek diğer taraftan muhataplarımızla anlaşabileceğimiz ortak bir dili nasıl tesis edebileceğimiz üzerinde düşünmek zorundayız.
Taberî, tefsirde ilk muhatapların anladığı anlamı ortaya koymak için ciddi bir çaba sarfetmiştir. Doğru bir tefsir için ilk muhatapların anlayışlarını ölçü olarak belirlemiştir. Onların tamamının ayeti yanlış anladığı sonucuna götüren yorumların yanlış olduğunu kabul etmiştir. Bütün muhatapların her şeyi bilmesi gerekmez ancak hiç kimsenin doğru anlamadığını iddia etmek Kur’ân’ın muhatapları tarafından bilinmeyen bir dille indiğini iddia etmek gibidir.
Taberî, yukarıdaki ayeti delil getirerek Kur’ân’ın Arapların diliyle inmesinin gereklerini de şöyle açıklamıştır: “Kur’ân manalarının Arap kelâmının manalarına muvafık, zahiren Arap kelâmına uygun olması ve Arapların kullandıkları üslupların Kur’ân’da benzerinin olması gerekir.” Bu yüzden o, Kur’ân’da yabancı dillerden alınmış kelimeler olduğunu kabul etmemiştir. Dinar, dirhem, kalem gibi bazı kelimelerin Arapça ve Farsçada aynı lafız ve aynı manada kullanılması gibi örnekleri tevafuk olarak değerlendirmiştir.[7] Ayrıca Taberî, tercihlerinde Araplar arasındaki yaygın kullanımı önemli bir kriter olarak belirlemiştir. “حَتَّى إِذَا جَاء أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ” “Sonunda emrimiz gelince ve tandır kaynamaya başlayınca”[8] ayetinde geçen ‘tennûr’ kelimesinin manası hakkındaki görüşleri zikrettikten sonra Taberî’ye göre; “Tennûr, kendisinde ekmek pişirilen tandırdır.” Çünkü ona göre temel kaide şudur: Allah’ın kelâmı, aksini gösteren bir delil söz konusu olmadığı müddetçe, Araplar arasında en yaygın ve en meşhur olan manaya hamledilir. Aksini gösteren bir delil söz konusu olduğunda ise, delile dayanan mana kabul edilir. Zira yüce Allah (cc.), sözündeki manayı onlara kavratmak için konuşup anlaştıkları dil ve üslupla hitap etmiştir.[9]
Bu öneminden dolayı Müslüman alimler özellikle Kur’ân’ın indiği ilk dönemdeki dili korumaya özen göstermişlerdir. Hatta belagat ilminin kurucularından sayılan Abdulkahir Cürcânî ve Zemahşerî gibi alimler çok radikal bir çıkış yaparak; içerisinde şecaat, cömertlik, vefa gibi değerlerin yanında fuhuş, zulüm ve safsataların işlendiği Arap şiirinden alıkoyanla Kur’ân’dan alıkoyanı aynı kefeye koymuşlardır. Mesela Zemahşerî şöyle demiştir: “Arapçadan nefret ettirip onu öğrenmekten uzaklaştıran kişi, kimse yürümesin diye hayır yollarını tıkayan ve ondan uzaklaştıran gibidir.”[10]
İlk muhatapların kullandığı dil ve onların tefsirlerinin önemini açıkladıktan sonra günümüzde bu çabalardan nasıl istifade edilebileceği konusunda da şunları söylemek mümkündür. Kur’ân’ı Kerîm’in anlamları oldukça geniş olduğu için günümüzde faklı yorumlar yapılabilir. Ancak savrulmayı önlemek için ilk dönemdeki anlamlar daima göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü ilk muhatapların anlayışları müfessirin ayaklarını sağlam basacağı bir zemin oluşturmaktadır. Aksi takdirde Kur’ân’daki ifadeler dil açısından farklı yorumlara müsait olduğu için tefsir, herkesin her şeyi söyleyebileceği bir alana dönüşür. Mesela bazı açıklamaların tefsir açısından uygun olup olmadığını şöyle test edebiliriz. Bugün güneş ve ay birer yıldız kabul edilmektedir. Ancak Kur’ân’ın kullanımında yıldız, ay ve güneş ayrı ayrı değerlendirilmiştir. Nitekim Hz. İbrahim (as) bunları tek tek zikretmiştir.[11] Yine “fıkıh” kelimesi Kur’ânın kullanımında oldukça geniş anlamlı[12] iken günümüzde amelî konularla ilgilenen bir ilme isim olmuştur. Bugün “münker” de fıkıhta haramla helal arası sakıncalı amellerin hükmüne verilen isim iken Kur’ânda bütün haramları kapsayacak bir kullanıma sahiptir.[13] Bu yüzden herhangi bir ayete yeni bir yorum getiren kişinin doğruluğunu test edeceği en önemli kriter ilk muhatapların anlayışı olacaktır. Diller de canlılar gibi gelişip büyüyebildikleri gibi zayıflayıp ölebilirler. Hz. Muhammed’in (sav) muhatap olduğu toplumun yaygın olarak kullandığı dil yeni açıklamalar ve açılımlar için en önemli referans olarak kabul edildiğinde tefsirde keyfi açıklamaların önüne geçilecektir. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Ebu’l-Feth Osmân İbn Cinnî, el-Hasâis, Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye, ts. I, s. 33.
[2] Mehmet Ali Şimşek, Arap Dilinde Çok Anlamlılık ve Karine İlişkisi, Selçuk Üniversitesi SBE, Doktora Tezi, Konya, 2000, s. 11; Mahmûd Fehmî Hicâzî, Medhal ilâ İlmi’l-Luğa, Dâru Kubâ, Kahire, ts., s. 10-11.
[3] Muhammed Bâkır Saidi Rûşen, Kur’an Dilinin Analizi ve Kur’an’ı Anlamanın Metodolojisi, çev. Kenan Çamurcu, el-Mustafa Yayınları, İstanbul, 2013, s. 15.
[4] İbrâhîm, 14/4.
[5] Taberî, Câmiʿu’l-Beyân ʿan Teʾvîli Âyi’l-Kur’ân, XIII, 593.
[6] Fussilet, 41/44; Zemahşerî, el-Keşşâf, s. 544.
[7] Taberî, Câmiʿu’l-Beyân ʿan Teʾvîli Âyi’l-Kur’ân, I, 8-20.
[8] Hûd, 11/40.
[9] Taberî, Câmiʿu’l-Beyân ʿan Teʾvîli Âyi’l-Kur’ân, XII, 407.
[10] İbn Ya’îş, Şerhu’l-Mufassal li’z-Zemahşerî, I, 65.
[11] En’âm, 6/74-82.
[12] Tövbe, 9/122.
[13] İsrâ, 17/38.