Kur’ân’da Vicdanın Sesini Dinlemeye Yönelme

Allâh Teala (cc) biz insanların içine, sürekli korumaya yönelik, kontrol üstüne kontrol yapacak denetim mekanizmaları yerleştirmiştir. Bütün canlılarda tat, koku alma gibi birtakım kontrol mekanizmaları varsa da insanlardaki sistem en ileri düzeydedir. Mesela insan bir yemek yiyeceği zaman önce gözüyle görür sonra eliyle dokunarak kontrol eder. Bununla yetinmez sonra burnuyla koklar en sonunda diliyle tadına bakar böylece midesine gönderir. Bunları yaparken ayrıca aklını devreye sokarak bir de bu yemeği, helal olup olmadığı cihetiyle bir denetlemeye tabi tutar. Bunun dışında vicdanıyla yiyeceğin helalliğini denetime tabi tutar. Örneğin kendi kazancından yiyorsa acaba gerçekten hak edip etmediğini sorgular.
Cenâb-ı Hâk insana aklın üstünde farklı denetleme sistemleri yerleştirmiştir. Bunlardan birisi vicdandır. Zaten günlük konuşmalarımızda da vicdan kelimesini akıldan farklı anlamda kullanırız. Mesela birine acımasızca davranan kişiye “akılsız” yerine “vicdansız” deriz. Benzer cümleler çoğaltılabilir. Vicdan öyle bir şey ki insanı sanık sandalyesine oturtup gerçek manada adaletle yine kendisi hesaba çeker. Diğer yargılamalardan farklı olarak bu defa hâkim de sanık da kendisi olur. Tabii ki herkes bunu yapamaz. Bozulmamış, tefessüh etmemiş, Allah’ın teslim ettiği selim haliyle kalan vicdan en doğru yargılamayı yapabilir.
Bu yazımızda vicdanın mahiyeti, nasıl bozulduğu, nasıl salim kalacağı vb. konunun çok detayına girmeden sadece bu denetim mekanizmasına başvurmamızı emreden birkaç ayet ve hadise dikkat çekmek istiyoruz. Burada zikredeceğimiz ve zikretmediğimiz benzer anlamdaki ayetler üzerinde detaylı araştırma yapmayı bekleyen bâkir bir alan olarak görülebilir.
Konuyla ilgili öncelikle Peygamberimizin (sav) Vâbisa adındaki sahabiye birr ve günahı anlaması için bir ölçü verirken söylediği hadisi zikretmek istiyoruz. Hadis şöyledir: “Kalbine danış zira iyilik, nefsin uygun gördüğü, kalbin de yapılmasını onayladığı şeydir. Günah ise sana yap diye fetvâ verilse de içinde bir rahatsızlık meydana getiren, şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir” buyurdu.[1] Âlimler ve hâkimler âdil olsalar da zahire göre hüküm verdikleri için bazen göremedikleri bir detaydan dolayı hakkımız olmayan bir şeyi bize verebilirler. Ancak bu hâkim Peygamber (sav) dahi olsa onun hükmünden dolayı hakkımız olmayan bir şey bize helal olmaz. Resûlullah (sav) buyurdular ki: “Muhakkak ki ben de bir insanım. Sizden birisi delilini diğerlerine göre daha iyi açıklayabilir. Bundan dolayı ben kimin lehinde diğer kardeşinin hakkından bir şey verirsem, şüphesiz ona ateşten bir parça vermiş olurum.”[2] Peygamber hüküm verdi diye haram olan bir şey helal olmuyorsa müftünün fetvasıyla asla bir helal haram olamaz, haram da helal olamaz.
Yine bu konuda Kıyâme suresinde şöyle buyurulmuştur: “Her ne kadar mazeretler öne sürse de insan, kendisi aleyhinde bir şahittir.”[3] Bu ayet kıyamet gününde insanın sadece kendisinin aleyhinde şahit olarak yeterli olduğunu anlatsa da dünyadaki yargılamalar için de geçerlidir. İnsan bir davada haksız olup olmadığını bilir. Kendini savunmak için avukatlar tutsa, yargıçlar onun lehine hüküm verseler de kendi vicdanına danıştığında haksız ise bunu anlar.
Kur’ân’ı Kerimde en dikkat çekici ayetlerden birisi: “Ey imân edenler! Kazandıklarınız ve sizin için yerden çıkarmış olduğumuz şeylerin temizlerinden infak ediniz. Kendiniz (utanmaktan ya da iğrendiğiniz için) gözünüzü yummadan alıcısı olamayacağınız kötü şeyleri infâk etmeyiniz. Biliniz ki, Allah Teâlâ ganîdir, hamîddir.”[4] Ayetidir. Bu ayet infak hakkında inmiştir. Bazı Müslümanlar hurmalarının iyisini ayırır kötüsünü infak ederdi. Ancak sebep özel olsa da kural genel olarak zikredilmiştir. Hayatta yaptığımız her işte bir ölçü vermektedir. Yapılan amelin makbul olan amellerden olup olmadığını öğrenmek istiyorsak önce kendimize “Biz olsaydık kabul eder miydik?” sorusunu sormalıyız. Bu kural bütün ibadetler için geçerlidir. Sanki şöyle bir mesaj verilmektedir. Kendimizin kabul etmediği; namaz, hac, oruç vb. ibadetleri neden Allah kabul etsin. Kendimize layık görmediğimiz bir şey neden fakire layık olsun?
Diğer insanların hukukuna saygı gösterme noktasında da şöyle bir ölçü verilmektedir: “Arkalarında kendi haklarını koruyamayacak durumda olan çocuklar bıraktıkları takdirde, onların halleri nice olur diye endişe edenler, yetimlere haksızlık etmekten de öylece korksunlar da Allah'ın cezalandırmasından sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.”[5] Bu ayetin iniş sebebi vasiyet esnasında başkaları için ahkam kesip malının dağıtımı noktasında yanlış telkinlerde bulunanlardır. Verilen mesaj açık ve nettir. Şöyle bir ölçü verilmektedir. Başta yetimler olmak üzere başka kişilere yol gösterirken kendi öksüz ve yetim kalmış küçük çocuklarımıza nasıl davranılmasını istiyorsak ya da onlar için başkalarından neler duymak istiyorsak bunları söyleyelim. Buna göre hareket edelim. Diğer bir ifade ile başkaları hakkında söylediklerimizi önce kendilerine düşkün olduğumuz en yakınlarımıza uyguladıktan sonra başkalarına tavsiye edelim ya da uygulayalım.
Yukarıda zikrettiğimiz ayet ve hadislerin ortak mesajı şudur. İnsanlarla muamele ederken veya Allah’a karşı sorumluluklarımızı yerine getirirken yaptığımız amelleri, önce “Bize yapılsaydı kabul eder miydik?” şeklinde bir sorgulamaya tabi tutmalıyız. Mesela bir patron kendisini işçisinin yerine koysun, işçi patronun yerine koysun, âmir memurun, memur âmirin yerine, evlat babanın, baba evladın, kadın kocasının, koca karısının yerine vs. koysun ve ona göre kendisi hakkındaki hükmü kendisi versin. Bu şekildeki sorgulamalar Kur’ân’ın istediği insan tipindeki özellik olan isârı yani başkalarını kendine tercih etme özelliğini kazanmamızı sağlayacaktır. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 227-228; Dârimi, Büyû’ 2.
[2] Buhârî, Mezalim, 16; Şehâdât, 27
[3] Kıyâme, 75/14,15.
[4] Bakara, 2/267.
[5] Nisa, 4/9.