Hz. Ali’den (sa) Tefsir Kaideleri I
Tefsiru’n-Nu’manî veya Risaletu’l Muhkem ve’l-Muteşabih olarak bilinen rivayete bağlı kalarak Ehlibeyit’in tefsir kaideleri hakkında bilgiler vermeye çalışacağız. Bu risaleyi seçmemizin sebebi, İmam Cafer es-Sâdık (as) yoluyla Hz. Ali’ye (as) dayandırılması ve usul ilminin temellerine dair erken döneme ait önemli bilgiler vermesidir.
Hz. Ali (as) ümmetin oldukça ciddi sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalmakla birlikte ilmî alandaki faaliyetleri boş bırakmamıştır. Nahiv ilmini tesis etmiş, Ebu'l-Esved ed-Düelî (ö. 69/688) gibi nahivci alimler yetiştirmiştir. Ebu’l Esved, Hz. Ali'den (a.s) sonra nahiv ilminde kitap yazan ilk kişidir.[1] Kur'ân-ı Kerimi i’rab hatalarından korumak için noktalamayı başlatan ilk kişi de Ebu'l-Esved ed-Duelî'dir. Kendisine kimin kılavuzluk ettiği sorulduğunda, "Ben bunu Ali b. Ebu Talip'ten (a.s) öğrendim." cevabını vermiştir.[2]
Ehlibeyit kaynaklarına göre nahiv ilmi gibi tefsir usulü ilminin de tarihi oldukça eskidir. el-Muhkem ve’l-Müteşâbih adlı risâledeki bilgileri, hicrî 148 yılında vefat eden İmam Cafer es-Sadık (as), Hz. Ali’den (as) aktarmıştır. el-Muhkem ve’l-Müteşâbih adlı risalede altmışa yakın kaide zikredilmiştir ki bunların içerisinde fıkıh usulünün de konuları vardır. Hicrî 204 yılında vefat eden İmam Şafii’nin fıkıh usulüne dair yazdığı er-Risale adlı eserinde işlenen âmm-hass, nâsih-mensuh gibi konuların ilk dönemlerden itibaren Ehlibeyit kaynaklarında işlenmesi oldukça önemlidir. Hicrî 728 yılında vefat eden İbn Teymiyye’nin Mukaddimetun fî Usûli’t-Tefsir adlı eserini ilk müstakil tefsir usulü eseri olarak gösterenlere gelince, bunlar ya Ehlibeyit kaynaklarına vakıf değildirler ya da bilinçli olarak gerçekleri gizlemektedirler.
Hz. Ali’nin (as) tefsir usulüne dair verdiği hazine değerindeki açıklamalarını, mümkün oldukça kolaylaştırarak, elimizden geldiğince teknik ifadelerden kaçınarak, bol örneklerle ve rahat anlaşılmasını sağlayacak basit bir dil kullanarak, yazı dizisi şeklinde anlatmayı planlıyoruz.
Tefsir, sözlükte açıklamak ve izah etmek anlamındadır. Terim anlamı da sözlük anlamıyla bağlantılıdır. Buna göre tefsir; Allah’ın kitabındaki muradını açıklamaktır. Allame Tabatabaî’ye göre Tefsir; Kur'ân ayetlerinin anlamını, delâlet ettikleri anlamı beyan etmek ve ayetlerin kastettiği şeyi belirlemektir.[3] Bir ilim olarak tefsir, beşer takatınca murad-ı ilahiyi izah eden küllî kaideleri incelemektedir. Kur’ân’ı Kerim Arapça inmiş bir kitaptır. Tefsir dilin müsaade ettiği bütün anlamları ortaya koymak değildir. Birçok anlama müsait olan lafızdan murad-ı ilahiyi tespit etmek olduğu için Ehlibeyit’in tefsiri son derece önemlidir.
Ehlibeyit’in tefsir kaidelerini üzerinde bina ettikleri belli başlı esaslar vardır. Bu esaslar bilinmeden Ehlibeyit’in tefsir usulü anlaşılamaz.
- Kur’ân hem lafzen hem de mana olarak vahiydir. “Şüphesiz onun toplanması da okunuşu da bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak da bize aittir.”[4] Dikkat edildiğinde, Kur’ân’ın kıraatini öğretmek Allah’a ait olduğu gibi manası da Allah’a aittir. Rahman suresinin başında da “Rahman Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı/açıklamayı öğretti”[5] buyurarak, Kur’ân’ın lafzını ve açıklamasını öğretenin Allah (cc) olduğu bildirilmiştir. Bu asıldan hareketle Kelamullah olan Kur’ân’ın, insan kelamına benzemediği sonucu çıkarılır. Dolayısıyla kendine özgü bir anlama metodu olmalıdır. Örneğin kelimelere anlam verirken en çok kullandığımız ve maddi alemde alışkın olduğumuz anlam aklımıza gelmektedir. Su/ mâ kelimesini duyduğumuzda zihnimizde ilk canlanan anlam aşina olduğumuz anlamıdır. Ancak “O'nun Arşı su üzerinde idi.”[6] Ayetinde geçen “su” kelimesinin veya “arş” kelimesinin bizim bildiğimiz anlam olduğunu nasıl söyleyebiliriz. Tefsirdeki en önemli problem, alışkın olduğumuz anlamlarla tefsir etmemizdir. Ehlibeyit’in fonksiyonu kelimenin hangi anlamda kullanıldığını belirleme noktasında ortaya çıkmaktadır. Tek başına sözlüklere başvurularak murâd-ı ilahî keşfedilemez. Çünkü sözlüklerdeki anlamlar, Kur’ân dışında Arapların kullanımları ve şiirlerinden toplanmıştır. Bazen bir kelimenin onlarca anlamda kullanıldığı görülmektedir. Dahası Arapçada zıt anlamlı kelimeler vardır. Mesela Arapçada zan kelimesi hem kuşku hem de yakîn/kesin bilgi ifade eder. Kur’ kelimesi kadının hem temizlik hem de hayız dönemi için kullanılır. Dolayısıyla Kur’ân’ı Kerimdeki kelimelerin hangi ayette hangi anlamda kullanıldıklarını belirleyecek bir kaynağa ihtiyacımız vardır.
Tefsir ilminin tarihî gelişim sürecinde ilk önce Peygamberin (saa) hayatta olduğu dönem gelir. Bu dönemde kitapla birlikte onun hem kıraatini hem ilmini hem de tatbikini öğreten muallim, Peygamber (saa) idi. O ahirete irtihal ettiğinde Kur’ân’ı geride bıraktı. Bundan sonra Müslümanlar iki yol tuttular. Bir grup, Kur’ân bize yeter, dedi. Böylece Kur’ân’ı; farklı kıraatler, sahabenin açıklayıcı notları, esbâb-ı nüzula dair bilgiler gibi unsurlardan tecrit edelim şeklinde bir yol tuttular. Diğer yol ise Ehlibeyit’in yoluydu. Buna göre Kur’ân tek başına yetmez. Peygamber (saa) hayatta iken Kur’ân’la birlikte onun tefsirini de öğretmişti. Onun vefatından sonra da bu ikisinin beraber devam ettirilmesi gerekir. Sakâleyn (Peygamber efendimizin ümmetine bıraktığı Kur’ân ve Ehlibeyit emanetlerinin ikisine de sarılma emri) hadisine binaen, Peygamberden (saa) sonra muallimlik görevi Ehlibeyit’e bırakılmıştır. Eğer görünürde Kur'ân var da Resulullah'ın (s.a.a) pak Ehlibeyt’i yoksa ya da görünürde Ehlibeyit var da Kur'ân yoksa o zaman sakâleyn hadisi uyarınca her ikisi de yok, demektir. Ehlibeyit’le Kur’ân asla ayrılamaz. Ali Kur’ân’ladır, Kur’ân Ali iledir. Hz. Ali (as) konuşan Kur’ân/ Kur’ân’ı nâtıktır. Çünkü Ehlibeyit’e göre Peygamber (saa) hayatta iken hem Kur’ân’ı hem de tefsirini öğretmiştir. Zaten yakılan sahabe Mushaflarından aktarılanlara baktığımızda Kur’ân ile tefsirini birlikte kaydettiklerini görüyoruz. Hz. Ali’nin Mushafı, Abdullah b. Mesud’un Mushafı da böyleydi. Dolayısıyla Kur’ân bu açıklamalardan tecrit edilerek doğru anlaşılamaz. Bir örnek vermek gerekirse elimizdeki mushaflarda “وَكَفَى اللّٰهُ الْمُؤْمِنٖينَ الْقِتَالَؕ”/ “Allah müminlere savaş için yetti.” şeklinde yazılı olan Ahzab suresinin 25. Ayeti, Abdullah b. Mesud’un Mushafında tefsiriyle birlikte şöyle yazılıydı: “وَكَفَى ٱللَّهُ ٱلْمُؤْمِنِينَ ٱلْقِتَالَ بعليّ بن أبيِ طَالبٍ” “Allah Ali b. Ebî Talib ile kafirlere kifayet etti.”[7]
Bu yüzden, Kur’ân’ın muhatapları Arapçayı çok iyi bildikleri için tefsire ihtiyaçları yoktu, şeklindeki iddia kabul edilemez. Elbette Kur’ân’ı anlıyorlardı. Hatta Ebû Cehil bugünkü tefsir profesörlerinden daha iyi anlıyordu. Ancak Kur’ân’ı anlama dereceleri vardır. Arapça bilgisine dayanarak ibare düzeyinde herkesin anlayabildiği anlam seviyesinin olduğunda şüphe yoktur. Oysa Ehlibeyit mektebine göre Kur’ân’ın anlam dereceleri vardır. Bunlar; ibare, işaret, letâif ve hakâik düzeyindeki anlamdır. İbare düzeyindeki anlamı Ebu Cehil anlayabilirdi. Fakat diğer anlamlara ulaşmak için hem altyapı hem de bir muallim gerekli idi. O Muhammed Mustafa (saa) idi.
Kur’ân’ın tecrit edilmesi İslam tarihinde çok kısa sürede ciddi problemlere sebep olmuştur. Öyle ki İmam Şafii, er-Risale adlı eserinde Kur’ân’la sünneti ayıranları muhatap almış ve bunlarla amansız bir mücadele başlatmıştır. Eserinin önemli bir bölümünü hem naklî hem de aklî delillerle Kur’ân ve sünnetin ayrılamayacağını ispatlamaya ayırmak zorunda kalmıştır.
- Ehlibeyit tefsirinin en önemli özelliklerinden birisi ayetleri sınıflandırmalarıdır. Ayetlerin hangi sınıfa girdiğini bilmeyenlerin doğru tefsir yapamayacaklarını savunmuşlardır. Hz. Ali’nin (as); ikili, üçlü, dörtlü, beşli, altılı, yedili… altmışlı ayet taksimleri vardır. Mesela ikili taksim; nâsih-mensuh, muhkem–müteşâbih, mutlak-mukayyed… üçlü taksim; Kur’ân’ın üçte birinin Ehlibeyit ve düşmanları hakkında, üçte birinin mesel ve sünenler/sünnetullah, üçte birinin de helal, haram ve ferâizle yani ahkamla ilgili olduğu kabul edilmiştir… Yedili taksim: Emir, nehiy, teşvik, korkutma, cedel, misal ve kıssalar. İlerde her bir kısım için Hz. Ali’nin (as) verdiği örnekler açıklanacağı için şimdilik detaylara girmeyeceğim. Ehlibeyit’e göre hangi ayetin hangi sınıftan olduğunu bilmeden tefsir yapanlar hem sapan hem de saptıranlardır. Nitekim Hz. Ali (as) nâsih ve mensûhu bilmeyeni böyle nitelemiştir. Ehlibeyit mektebinde; kadılar, müftüler, vaizler veya alimler bulundukları makama layık olup olmadıkları ilk başta ayetlerin taksimatını bilip bilmedikleri konusunda teste tabi tutularak tespit ediliyordu. Bilemeyince sapkın ve saptırıcı olarak kabul ediliyorlardı.
- Ehlibeyit, ayet taksimi yanında anlam derecelerini de sınıflandırmışlardır. Herhangi bir tefsir eserinde okuduğumuz açıklamanın hangi düzeydeki anlam olduğunun doğru belirlenmesi gerekir. Bu konuda İmam Hüseyin’in (as) taksimatı esas alınmıştır. Ona göre dört anlam derecesi vardır: İbare düzeyinde anlam, işarî anlam, letâif ve hakâik. Dolayısıyla yapılan tefsirin ibarenin anlamı mı, işarî anlam mı, letâif mi yoksa hakâik düzeyinde mi olduğu belirlenmelidir. İbare anlamı avam tabakasının ve Arap diline vakıf olanların bilebileceği anlam düzeyidir. İşarî anlam ise havasa ait olup bilginin yanında kalp gözü ve manevî alıcıları da açık olanların anlayacağı anlamdır. Müslümanların geneli bu iki anlam düzeyi üzerinde çalışırlar. Letâif asfiyaya, hakâik de enbiyaya aittir.
Bir örnek vermek gerekirse İmam Cafer es-Sâdık (as) besmelenin tefsirini şöyle yapmıştır: Besmeledeki bâ harfi bahâullahtır. Sin harfi senâullahtır. Mim mülkullahtır.[8] İmamın bu açıklamaları manayla alakalı olduğu için tefsirdir. Ancak ibare düzeyinde yani Arap dilini bilen birinin anlayacağı düzeyden ileri bir seviyede yani letâif düzeyindeki anlamdır. Çünkü harflerden anlam çıkarmak dilbilgisiyle olacak bir şey değildir.
Fatiha suresinin ibare düzeyinde anlamı:
Elhamdülillah: Şükür Allah’a aittir.
Rahman: Kafir veya Mümin ayırmaksızın bütün kullarına merhamet edendir.
Rahîm: Sadece mümin kullarına merhamet edendir.
Maliki yevmiddîn: Hesap gününün sahibidir.
İhdinâ sırate’l-müstakim: Bizi dosdoğru yola ilet.
Yukarıdaki anlamlar ibarenin anlamıdır. Ancak bazı rivayetlerde “sırat-ı müstakîm Ali’dir” şeklinde gelmesi tevildir. Ayetin müşahhas hale gelmesidir. Tevilidir. Lafızların mefhumuyla alakalı değildir. Hakikat seviyesindeki bir tefsirdir. Ya peygambere ya da masumlara dayandırılır.
- Ehlibeyt’e göre tevil ve tefsir ayrıdır. Tefsir, kelimelerin manalarıyla, nassın delaletiyle veya ayetin mefhumuyla alakalı iken, tevil böyle değildir. Tevil, ayetin olaylara tatbiki, dış alemdeki tezahürüyle alakalıdır. Tefsirde mana ve mefhumla ilgilenilirken, tevilde ayetin misdakı belirlenir, ayeti müşahhas hale getirilmesi sağlanır. Nitekim Kehf suresinde geçen Hz. Musa (as) ve Hızır (as) kıssasında yaşanan olayların sonuçları tevil olarak isimlendirilmiştir. Zaten sonuçlar ortaya çıkınca yakına işaret eden hâzâ/bu kelimesiyle dış alemde tezahür eden müşahhas olaylar gösterilmiştir. Hz. Yusuf’un (as) rüyasında, on bir yıldız, güneş ve ayın kendisine secde ettiğini görmesi ve yıllar sonra da rüyasının gerçekleşmesi tevil olarak isimlendirilmiştir.
Tevilin kısımları vardır. Hz. Ali (as) tevili tenzile göre konumlandırarak sınıflandırma yapmıştır. Tenzîl, Kur’ân’ın parça parça inmesini ifade eder. Toplu olarak değil de yirmi üç yıllık zaman dilimine yayılarak indirilmesi, olaylara tatbik edilerek anlaşılmasını, yani tevilinin de kolayca öğrenilmesini sağlamıştır. Hz. Ali (as) tevili beş sınıfa ayırmıştır.
- Tevili tenzilinden önce olanlar. Bütün geçmiş peygamber kıssaları buna örnektir. Peygamber Efendimiz (saa) döneminde de önce bir olay yaşanıp sonra bunun üzerine ayet veya ayet gruplarının inmesi/tenzil bu kısımdandır. Zihârın hükmünü bildiren ayetlerin tevili tenzilinden öncedir. Bütün sebeb-i nüzul rivayetleri aynı zamanda birer tevildirler.
- Tevili tenzilinden sonra olanlar; gelecekle ilgili bilgiler, müjdeler, kıyamet sahneleri, Allah’ın (cc) yeryüzüne kullarını varis kılacağı,[9] Allah’ın (cc) dinini bütün dinlere galip getireceği[10] vb. tevili tenzilinden sonraki ayetlerdir. Kur’ân’da kıyamete kadar olacak olayların bilgisinin olması, gelecekteki olayların Kur’ân’ın tevili kabul edilmesiyle gerçekleşir. Tevil süreklidir. Gece ile gündüzün birbirini takip etmesi gibi ayetler olaylara tatbik edilir.
- Tevili tenziliyle beraber olanlar. Kur’ân indiği zaman Peygamberimize (saa) sorulup açıklananlar bu gruba girerler. Örneğin: “ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ”/ “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.” Peygamberimize (saa) doğruların kimler olduğu sorulunca “Ehlibeytimdir” demiştir.
- Tevili tenzilin içinde olanlar. Muhkem ayetlerdir. Helallik, haramlık bildiren ayetler buna örnektir. Analarınız size haram kılındı.[11] Ölü size haram kılındı[12] vb.
- Tevili tenzilin içinde hikâye edilenler. Ashab-ı Kehf kıssası iman eden gençlerden bahseden ayetlerin tevilidir. Bu tevil inen ayetler içerisinde hikâye edilerek açıklanmıştır. Tefsir eserlerinde tevil ve tefsir farkı hakkında oldukça fazla açıklamalar olmasına rağmen, Hz. Ali (as) tarafından net bir şekilde belirlenmesi tefsir ilmi açısından son derece önemsenmelidir.
Hz. Ali’nin (as) açıkladığı gibi tevilin, ayetlerin müşahhas hale getirilmesi olarak değerlendirilmesi, Kur’ân’ın her dönemde dinamik hale getirilmesi demektir. Ayetlerin tevilinin nasıl tekrarlandığına dair şöyle bir örnek verilebilir. Peygamber Efendimiz (saa) hayatta iken hicretten önce Mekke’de artan baskılar karşısında savaş izni isteyenlere, Allah’ın emri: “Elinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekâtı verin” şeklindeydi. Ancak hicretten sonra Medine’de savaşa izin verilince bu defa aynı insanlar savaşmaktan kaçındıkları için kınandılar. Konuyla ilgili ayet, mealen şöyledir: “Kendilerine, “Elinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin” denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca bir de gördün ki, içlerinden bir grup Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korkuyla insanlardan korkuyorlar da “Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın, bizi yakın bir süreye kadar geri bıraksan olmaz mıydı?” diyorlar. Onlara de ki: “Dünya menfaati önemsizdir, Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır ve size zerre kadar haksızlık edilmez.” [13]
Bu ayetin teville her dönemde nasıl canlı hale getirilebileceğine bakalım. Ayetin baş kısmının tevili Peygamberimizin (saa) yaşadığı dönemde hicretten önce yaşandı. Ayetin son kısmının tevili ise Medine döneminde yaşandı.
Peygamberimizin (saa) vefatından sonra İmam Hasan (as) dönemi ayetin baş kısmının tevilidir. Çünkü bu dönemde insanlara, “elinizi savaştan çekin” denildi. İmam Hüseyin (as) döneminde ise savaşmaları istendi. Ancak çoğu bu emre icabet etmediler.
İmam Bakır (as) ve İmam Cafer (as) döneminde elinizi savaştan çekin emri vuku buldu. İmam Mehdi zamanında tekrar savaşa izin verilerek ayetin son kısmı tevil edilecektir.
Kısacası Ehlibeyit’in tevil anlayışı nettir. Bazen ayetlerin tefsiri bilinir. Ancak tevili bilinemeyebilir. Çünkü vakıada ayeti uygulayacağımız zemini bulamayabiliriz. Yazı devam edecek…[14] (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] İbn Kuteybe, eş-Şiir ve'ş-Şuara, s. 86
[2] İbn Hâcer, el-İsabe fi Temyizi's-Sahabe, c. 2, s. 405.
[3] Allame Tabatabaî, el-Mizan, c. 1, s. 4.
[4] Kıyame, 75/19.
[5] Rahmân, 55/ 1-4.
[6] Hud, 11/7.
[7] Süyûtî, Dürrü’l-Mensûr, XI, 25.
[8] Tefsiru’l Burhân, Fatiha Suresinin tefsiri.
[9] And olsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak iyi kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık. (Enbiya, 21/105.)
[10] Rasûlü’nü bütün dinlere üstün kılmak için doğruya giden yolun tâ kendisiyle ve adâlet ve hakkaniyet üzere oturan hak din ile gönderen O’dur; müşrikler hoşlanmasa da! (Saf, 61/9.)
[11] Nisa, 4/23.
[12] Maide, 5/3.
[13][13] Nisa, 4/77.
[14] Kaynaklar: Seyyid Murtaza Alemu’l Hudâ, el-Muhkem ve’l-Müteşâbih; Murtaza Turabî, Ehl-i Beyt’in Dilinden Kur’ân-ı Kerim, Çev. Cafer Bendiderya, Kevser Yayıncılık, İstanbul, 2014; https://www.youtube.com/watch?v=or-LlERlxFY&list=PL2iJrjxA4Fb3Dcxhu39mEU2OiOZvpDDtc.