Âlimler Kendilerine Yakışan Üslubu Kullanmalılar
Aydınlıkla karanlık, ölümle hayat bir olmadığı gibi âlimle cahilin de bir olmadığı apaçık olduğundan dolayı, Kur’ân’da sadece inkârî bir soruyla şöyle denilmekle yetinilmiştir: “De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu!”[1] Cümle, soru formatında olsa da asıl amaç soru değildir. Benzer sözleri günlük konuşmalarımızda biz de kullanırız. Örneğin birinin yanlışını anlatmak için “Böyle yapılır mı? Sana yakışır mı? vb.” deriz.
Bilenlerle bilmeyenlerin aynı olmamasının pratikte oldukça önemli semereleri vardır. Mesela yukarıdaki ayetin geçtiği pasajda bildirildiğine göre, bilmeyen insana bir sıkıntı dokunduğu zaman Rabbine yönelerek O'na yalvarır. Refaha kavuştuğunda sanki yalvarmamış gibi davranır. Bilenler ise gecenin sessiz karanlığında dahi gafletten uzak, kulluklarına devam ederler: “Ahiret kaygısı ve rabbinin rahmetine ulaşma ümidiyle gece vakitlerinde secde ederek, ayakta durarak kendini ibadete veren kişi (diğerleri gibi değil)”[2]
Gerçek manada bilenler, bildiklerinin gereğince amel edip ondan istifade edenlerdir. İlmiyle amel etmeyenler bilmeyen kişi konumundadırlar. Bilenlerin bilmeyenler gibi davranması Kur’ân’da ağır bir şekilde eleştirilmiştir “Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı doğrulayıcı bir elçi gelince, kitap verilmiş olanlardan bir grup, Allah'ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi, sırtlarının arkasına attılar.”[3] Dikkat edildiğinde bu ayette bilenlerin bilmezler gibi davranması kınanmaktadır.
“De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu!”[4] ayetinde, bilenlerin hangi açılardan bilmeyenlere üstün olduğu kısmı hazfedilmiştir. Hazif üslubu, Abdulkâhir Cürcânî’nin ifadesiyle susarak, yani lafzı azaltarak konuşmadır. Burada da lafız azaltılarak mananın genişlemesi sağlanmış, muhatabın boşlukları doldurmasına imkân verilmiştir. Dolayısıyla ayette boş bırakılan yerler şöyle doldurulabilir. Âlimin ibadetiyle cahilin ibadeti bir olmaz, âlimin oturuşuyla kalkışı cahille bir olmaz, âlimin sözüyle cahilin sözü bir olmaz, âlimin üslubuyla cahilin üslubu bir olmaz vs… Devamı getirilebilir.
İlmin ve âlimin faziletiyle ilgili özellikle hadis ve tasavvuf eserlerinde oldukça geniş bilgi vardır. Örneğin Gazzâli’nin İhyâü Ulûmi’d-din adlı eserinin ilk bölümü ilme ayrılmış ve konu oldukça detaylı incelenmiştir. İsteyenler oraya bakabilirler.
Konu oldukça geniş olduğu için yazımı, ulemanın problemlere yaklaşırken ilmin gereklerine uygun davranmaları ve sorunlara yaklaşımlarının diğer insanlardan farklı olması gerektiği hususuna odaklanarak sınırlandırmak istiyorum. Bunu yaparken herkesin az çok haberdar olduğu birkaç örnek üzerinde durarak sözlerimi daha anlaşılır kılmaya çalışacağım.
Öncelikle bilinmelidir ki, âlimin en büyük silahı delillerdir. Konuşmalarında sövme, iftira, lanet gibi ifadeler yerine, ilmin kapları olan terimleri kullanır. Amacı hakikatin ortaya çıkmasına hizmet etmektir. Bu yüzden de şahıslarla değil fikirlerle uğraşır, tribünlere oynamaz, insanları memnun etme gibi bir derdi asla olmaz. Hatta yeri gelince acıtmaktan bile çekinmez. Ayrıca sadece kendi zamanına konuşmadığı için muhataplardan olumlu geri dönüş almakla hiç ilgilenmez. Dolayısıyla reyting, takipçi sayısı, meydanların kalabalığı, cemaatin çokluğu gibi takıntıları olmaz. Nitekim kendi dönemlerinde mezarları taşlandığı halde sonraki dönemlerde baş tacı edilen nice ulemamız olmuştur.
Ulema, sorunları tartışırken kendi delillerini ve karşı tarafın delillerini ortaya koyar. Savunduğu görüşü neden savunduğuna dair gerekçelerini sıralar. İnsanların tepkisine göre konumunu belirlemez. Âlimin şecaati de ancak böyle yerlerde belli olur.
Çokça köpürtülen birkaç örnek vererek sözlerimi biraz daha açmak istiyorum. Muhatap kitlenin hassasiyetlerini kullanarak günü kurtarmaya dönük açıklamalar başta alimlerimizi, sonra da bütün Müslümanları gülünç duruma düşürmekte, “Bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış” atasözünün mâsadakı haline getirmektedir. Mesela sosyal medyada izlediğim Suudî alimlerden birisinin konuşmasını örnek vermek istiyorum. Cuma hutbesinde, Kabe’de değilse de oldukça kalabalık bir camide, Hristiyanların Hz. İsa’nın (as) doğum gününü kış mevsiminde yani, Aralık ayında kutlamasının Kur’ân’a göre yanlış olduğunu söylüyordu. Gerekçesi ise şuydu. Kur’ân’a göre Hz. Meryem (as) doğum esnasında ağaçtan taze hurma yemiştir. Taze hurma ise ancak yaz aylarında olur. O an için böyle konuşmak heyecan verebilir. Kalabalıkların teveccühünü kazanmaya sebep olabilir. Gerçekte ise Hristiyan alemini değil, İslam alemini komik duruma düşürmektedir. Kendi elimizle kendi ayağımıza sıkmış gibi olmaktadır. Çünkü ilk dönemdeki bütün tefsir kaynaklarımıza göre Hz. Meryem (as), kış mevsiminde kupkuru hurma ağacının yanına gitmiş ve bir keramet olarak hurma ağacından taptaze hurma yemiştir. Bu olay onun için ciddi bir manevî destek olmuştur.[5] Konuyu kaynaklarımızda olduğu gibi sunmak daha doğru değil midir? Hristiyan dünyasını küçük düşüreceğiz diye böyle bir savunmaya gerek var mı? Güçlü olduğumuz bir alanda neden kendimizi zayıf duruma düşürelim? Olayı olduğu gibi kabul etmenin kime ne zararı var? Neden tuhaf savunmalara giriyoruz? Yükselmek için neden birilerini düşürme gereği duyuyoruz? Kanaatimce bunun tek sebebi âlimin görevini bırakıp kendi sorumluluğunda olmayan işlerle uğraşmasıdır. Onun görevi gerçekleri delilleriyle söylemektir. Kabul görüp görmemesi, kalabalıkların memnun olup olmaması değildir. Zaten insanlığın sahip olduğu tecrübeye bakıldığında, ilim halkalarının genellikle küçük olduğu görülmektedir.
Dolayısıyla ulema, öncelikle dinin ilk kaynaklarıyla bağını kesmemelidir. Kur’ân’ın inişiyle aramızda 1400 yıldan fazla bir zaman geçmiştir. İlk günden beri Müslümanlar, sorunlarına dinin asıl kaynaklarına bakarak çözüm bulmaya çalışmışlardır. İlk dönemlerde tartışılan birçok konunun, bugünkü çalışmalarda bahsi dahi geçmemektedir. Rafine edile edile, bazı meselelerin sadece özünün özü kalmıştır. Öyle ki artık sorunun ortaya çıkış sebebine yabancılaşmışız. Mesela Cuma ezanının okunuş zamanı açısından ilk şekliyle bugünkü şekli arasında neredeyse hiçbir benzerlik kalmamıştır. Tabii ki herkesin detaylara vâkıf olması gerekmez. Ancak ulema bir konuyu sunarken arka planı da göz önünde bulundurarak açıklama yapmak zorundadır. Yoksa mevcut durumdan hareketle tek gerçek buymuş gibi sunduğunda, dinin geniş sahasını daraltmış olur. Bugün şarkiyatçıların iddialarına cevap vermekte zorlanmamızın en önemli sebeplerinden birisi şudur: Onlar İslam tarihinin ilk kaynaklarına inip her şeyi olduğu gibi dile getirebiliyorlar. Biz ise ilk dönem eserlerini onlar kadar önemsemiyoruz. Hatta anlamak yerine, görmek istediğimiz şekilde okuyoruz. Bu yüzden olsa gerek, Türkiye’de Taberî tefsirinin sözde iki tercümesi yapıldı. Ancak önemli bazı yerlerde ya çevirisi yapılmadı ya da mütercimler kendi fikirlerini Taberî’ye söyleterek tercüme ettiler. Çünkü Türkiye’deki Müslüman halk, belki de dinî eğitimde ihtisas yapmış çoğu kimse, onun bazı açıklamalarına tahammül edemezlerdi. Bu yüzden de insanların bakışını değiştirmek gibi zorlu bir yol tutmak yerine Taberî’yi onların istediği forma sokarak sorunu çözdüler.
Farklı görüşlere kapalı olanlar ve başkalarını düşürerek kendilerini yükseltenler, onlardan ayrı düşünen din kardeşlerine sebepsiz yere hakaretler etmekten çekinmezler. Diğer din mensuplarına karşı kullandıkları üslubu Müslüman mezheplere karşı da kullanmaktan geri durmazlar. Mesela “Namaz beş vakit olduğu halde Şia tarafından üç vakte indirilmiştir” iddiasında bulunmaları gibi. Böyle bir iddianın halktan duyulması bir nebze anlaşılabilir. Ancak ilim ehli olduklarını, bu uğurda dirsek çürüttüklerini iddia eden insanların böyle söylemelerini anlamakta ciddî anlamda zorlanıyoruz. Evet açık ve net söylemek gerekirse, Şii Sünni fark etmez, bütün İslam uleması arasındaki genel hüküm şudur, farz namaz beş vakittir. Sadece beş vakit namazın üç vakitte mi yoksa beş vakitte mi eda edileceği, yani iki namazın ortak vakti var mı yok mu tartışması vardır. Bu tartışma da yalnız Şiiler arasında değil, Ehl-i sünnet uleması arasında da vardır. (İbn Rüşd’ün Bidayetu’l Müctehit adlı eserinde I. Cilt namaz vakitleri bölümüne bakılabilir) Ancak Ehl-i sünnet ulemasının geneli, iki namazın sadece sefer gibi mazeretlerde aynı vakitte eda edilebileceğini kabul etmişlerdir. Mazeretsiz iki vaktin cemedilebileceğini kabul edenler neredeyse yok denecek kadar azdır. Hanefiler ise Arafat’ta öğle ile ikindi ve Müzdelife’de akşam ile yatsının birlikte kılınması dışında sefer de dahil, iki namazın aynı vakitte kılınmasına cevaz vermemişlerdir. Şimdi Şii birisi mazeretsiz iki namazı bir vakitte yani öğleyle ikindi, akşamla yatsıyı aynı vakitte kılınca namazın üç vakit olduğunu mu söylemiş oluyor? Kaldı ki Ehl-i sünnet kaynaklarında da mazeretsiz cem edildiğine dair hadisler rivayet edilmiştir.
Asıl sormamız gereken soru, neden furuata dair bir mesele itikadî alana çekiliyor, sanki namaz vakitlerini inkâr etme şeklinde sunuluyor. Dinî eğitim almış, az çok usulden haberi olan bir insanın meseleyi bu şekilde izah etmesinin ilmî açıklaması yoktur. Olsa olsa ya kin ve nefretle ya taassupla ya da sadece çevresindeki insanları diğer düşüncelerden uzak tutup kendine bağlamasıyla izah edilebilir. Çünkü etraftaki insanları tutmanın en kolay yolu, kendini farklı göstermek, diğerlerini mümkün olduğunca küçük düşürmektir. Bunun en kısa ve etkili yolu da din dışına çıkarmaktır. Böylece karşıdakine yaptığı her saldırıyı meşru göstermeye çalışmaktadır. Bunun için “Bunlar sapıktır. Üç vakit namazın farz olduğuna inanıyorlar” demeleri yeterlidir. Ancak bunun sonradan nasıl derin yaralar açtığını hesap edemiyorlar.
Yine dinî ilimlerde kendisini yetkin ve yetkili gören bazı insanların çokça kurcaladığı konulardan birisi mut’a nikahıdır. Bir alimin “Mut’â nikahı fuhşun başka şeklidir” demesi yakışır mı? Böyle söylediği zaman işin ucunun, uygulamaya izin veren Peygamberimize (sav) varabileceğini hesap edemiyor mu? Çünkü mut’a nikahı, Ehl-i sünnet ve Şia ulemasının ittifakıyla bir dönem Resulullah’ın (sav) izniyle uygulanmıştır. Ancak Ehl-i sünnet ulemasının genel kanaati bu hükmün kıyamete kadar nesh edildiği, Şii ulemaya göre ise belirli bir illetten dolayı geçici olarak kaldırıldığı yönündedir. Yani tartışmanın ana mihveri nesih konusudur. Peki Müslümanlar kaç tane nesih hükmünde ittifak etmişlerdir? Ve hangi hükmün nesih edilip edilmediğine dair tartışmada birbirlerini tekfir etmişlerdir?
Ulemanın görevi öncelikle meseleleri doğru anlamak, sonra sorunların kaynağına inmek ve çekinmeden gerçekleri dile getirmektir. Sünger bir sıkılır, iki sıkılır, üç sıkılır ama ilelebet sıkılamaz. Elimizdeki fıkıh bilgilerinin çoğu da böyledir. Süzüle süzüle yüzlerce görüş arasından sadece bir tanesi alınmıştır. Böyle olması halk için dini yaşamada kolaylık sağlayabilir. Ancak ilim ehli bunların farkında olarak, işin arka planını görerek konuşmalı, çoğu meseledeki ihtilafın nassın doğasından kaynaklandığını bilmeleri gerekir.
Birilerini karalamak için, Kur’ân hakkında şüphe uyandırmaya gerek var mı? Çünkü Kur’ân’ın korunmuşluğuna halel gelmesi her Müslümanın zarar göreceği bir konudur. Ne Şiilerin ne de Sünnilerin elimizdeki mevcut Kur’ân dışında, varlığına inandıkları başka bir Kur’ân yoktur. Hz. Ali’nin (ra) nüzul sırasına göre yazdığı Kur’ân bize ulaşmadı. Sahabelerin kendileri için yazdıkları ve üzerine notlar tuttukları Kur’ân’lar karışıklığa sebep olmama gerekçesiyle yakıldı. Bu konuda Abdullah b. Mesud’un (ra) muhalefeti vardır. Fakat bu muhalefet yazılan Kur’ân’ların haşa eksik veya yanlış olmasından değil, sadece yakılan Kur’ân’larla birlikte tefsire dair çok önemli bilgilerin de kaybolacağı endişesinden kaynaklanmış olabilir. Çünkü yakılan Mushafların içinde tefsir ve kıraatlere dair önemli bilgiler vardı. Nitekim Endülüs ulemasından İbn Cüzey el-Kelbi de et-Teshîl li Ulûmi’t-Tenzîl adlı tefsirinin mukaddimesinde; Hz. Ali’nin Mushaf’ına bugün sahip olmamız halinde, tefsire dair çok önemli bilgilere ulaşmış olacağımızı dile getirmiştir. Sonuçta sırf Şiileri kötülemek adına, Kur’ân hakkında olmayan bir şüphe uyandırmak kimsenin faydasına değildir. Kaldı ki Ehl-i sünnet kaynaklarında da metni ve hükmü nesih edilmiş ayetlerin varlığı kabul edildiği halde Şii ulema böyle bir neshi kabul etmemişlerdir.
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak asıl üzerinde durulması gereken konu, füruata ait meseleler neden itikadî alana çekilmektedir? Mesela mest üzerine mesh etmek neden itikadî bir mesele olmaktadır. Yoruma açık konularda farklı düşünmek neden tekfir sebebi olmaktadır? Halbuki teorik olarak ulema, bir insanı tekfir etmenin şartlarını o kadar zorlaştırmışlardır ki nerede ise uygulanmasını imkânsız hale getirmişlerdir. Ama pratikte, sadece bir konuda farklı görüş beyan ettiği için insanlar, zındık, fasık, münafık veya kafir olarak damgalanmaktadırlar. Daha da acı olan bazılarının bu konuda kendilerini yetkili görmeleridir.
Görüldüğü gibi tekrar tekrar pişirilip Müslümanların önüne getirilen meseleler usul dairesinde tartışılabilir ve uygun biçimde konuşulunca kabul edilebilir, makul çerçeveye oturtulabilir meselelerdir. Bunu aşırı iyimserliğimden dolayı söylemiyorum. Gerçekten tartışmaların ilmî tahlili bu kadar kolaydır. Asgarî din eğitimi almış insanlar durumun farklı olmadığını takdir edeceklerdir. Buna rağmen neden ciddî sorun haline geliyor denilirse, başlığımızda da belirttiğimiz gibi âlimler, her zaman ilimlerinin gereğini yapmamaktadırlar. Herkesin ilmi, Hz. Ali (ra) da olduğu gibi ete kemiğe bürünerek engin bir hoşgörüye dönüşmemektedir. O kendisini tekfir eden Haricilere bile, Müslümanlarla savaşa katıldıkları takdirde ganimetten, mescitlere geldiklerinde ibadetlerini yapmaktan alıkonulmayacaklarına ve Müslümanlara kılıç çekmedikçe kendilerine dokunulmayacağına dair teminat vermiştir.
Kısacası füruattaki meselelerimizi karşılıklı olarak konuşmak ve farklı düşünüp farklı amel etmek için yeterince usul mirasına sahibiz. İtikadî meselelerin çoğu da farklı bakışlarla değerlendirilmeye müsaittir. Bütünleşmeye oldukça ihtiyacımızın olduğu bu dönemde dinî ilimlerdeki usuller ısrarla terk edilerek; hakaret, sövme, yerme, lanet ve tekfir silahına sarılmanın tek izahı olabilir. O da din kardeşlerimize Müslümanların eliyle yapılacak zulümlerin dinî zeminini oluşturmaktır. Çünkü dinen bir Müslümanın canını ve malını mübah kılmanın en kestirme yolu tekfir edip mürtet ilan etmektir.
(Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Zümer, 39/9.
[2] Zümer, 39/9.
[3] Bakara, 2/102.
[4] Zümer, 39/9.
[5] Taberî’nin, Meryem suresi 25. Ayet tefsirine bakınız.