Şia’da Dini Güncelleme Sorunu Olabilir mi?
Türk Dil Kurumuna göre güncelleme; bir şeyin eski olmaması, günümüze uyarlanabilmesi demektir. Telefonların güncellenmesini çoğumuz biliriz. Bir telefon güncellemelere cevap vermeyince gittikçe ağırlaşır, virüslere karşı savunmasız kalır, yeni uygulamalarla uyumlu çalışamaz ve donmaya başlar. Elbette bu sorunun sebebi, sistemin yeniliklerle uyum sağlayamamasıdır. Telefonun sistemi yeni sürümlerle birlikte çalışamaz hale geldiğinde artık güncelleme kabul etmez.
İslam Kıyamete kadar gönderilmiş son din olduğu için, zamanın ihtiyaçlarını karşılamaması, yetersiz veya uyumsuz kalması düşünülemez. Eğer bir sistem eksikliğinden veya uyumsuzluğundan söz edilecekse dini yorumlama yöntemlerindeki eksiklikten söz edilebilir. Güncelleme dinin özüyle alakalı değildir. Çağımızın şartlarında dini kaynakların yorumlanması ve hayata geçirilmesiyle alakalıdır. Şia’nın Kur’ân’ı tevil yöntemi ve taklitte yaşayan bir müçtehide tabi olmayı şart koşmaları, sistemin kendi kendisini sürekli yenilemesini sağlayan oldukça önemli iki özelliktir.
Son birkaç asırda, Müslümanların batıdaki gelişmeler karşısında yerinde saymaları, art arda yenilgiler aldıktan sonra bir türlü kendilerini toparlayamamaları, yeniden üstünlüğü ele geçirememeleri, Müslüman ilim adamlarını oldukça meşgul eden bir sorun haline gelmiş ve bunun için çözüm arayışına sevk etmiştir. Günümüzde Şia tarafından somut bir cephe ortaya konulurken, Sünni dünya halen batının hegemonyasından kurtulamamıştır. Şia’nın İran’da bir devrim gerçekleştirmesi, ardından çevre ülkelere inkılabın öğretilerini yayarak müstekbirler karşısında bir direniş cephesi oluşturması, diğer taraftan Sünni dünyanın sadece izlemesi ve din alimlerinin halen; “Allah nerede, seferilik nerede başlar, namazın cem’i, abdestte ayaklar yıkanır mı, mesh mi edilir?” gibi tartışmalarla uğraşması, ister istemez bu iki sonucu doğuran sistemlere karşılaştırmalı olarak yaklaşmamızı gerektirir. Acaba sistemimiz güncel gelişmelere uyumlu mu? Sistem kendi kendini güncelleyecek içi mekanizmaya sahip mi?
Ehlibeyit’in öğretilerine dayanarak oluşmuş Şia için, iki sorunun da cevabı olumludur. Her döneme uygun biçimde dinî metinleri yorumlayacak bir sisteme sahip olmanın yanında, sistemi sürekli capcanlı tutacak sağlam iç mekanizmaya da sahiptir. Çünkü Şia’da, her zaman için sistemin uygulayıcılığını ve öğreticiliğini yapacak müçtehitlerin varlığı zorunludur. Hayata dair Allah’ın hükümlerini konu edinen fıkıhta, mezhebin şöyle bir kaidesi vardır. İnsanlar ya müçtehit ya da mukallittir. Mukallitlerin sayısı hep daha fazla olmuştur. Çünkü müçtehit derecesine ulaşmak her yiğidin harcı değildir. Ancak taklit edenler başlangıçta, hayatta olan en alim, en adil olduğuna inandıkları; erkek, akıl ve baliğ gibi şartlara sahip bir müçtehide uymak zorundadırlar. Bir mukallit, ölmüş bir müçtehidi başlangıçta taklit edemez. Tabi olduğu müçtehit ölürse hayatta olan bir müçtehide uymalıdır. Ölen önceki müçtehide bağlılığına, ancak hayatta olan bir müçtehitten izin aldıktan sonra devam edebilir. Böyle bir fıkıh sistemine sahip olanların hayatta karşılaştıkları amelî hükümlerde; durgunluk, tıkanıklık, dini güncelleme diye bir sorunları olamaz. Çünkü mezhepte böyle bir şartın olması hem avam halkın hem de alimlerin sorunlar karşısında çözümsüz kalmalarına müsaade etmez. Ortaya çıkan her meseleye bir çare bulmayı, alimlerin boynunun borcu kılar.
Biraz daha açarak söylemek gerekirse; Kur’ân’ın tefsir ve teviline dair sisteminiz yeni gelişmeler karşısında cevap veremiyorsa, hayatın Kur’ân ve sünnetle irtibatını sağlayan fıkıhta, usulünüz gelişmelere açık değilse elbette güncellenmek bir sorun olarak karşınıza çıkacaktır. Ancak her türlü gelişmeye cevap verecek bir usulünüz varsa sadece uygulamaya odaklanırsınız. Sistemsel değişikliklerle uğraşmazsınız. Aksi takdirde önce sisteminizde köklü değişikliklere gidecek, yeni yöntemler peşinde koşmak zorunda kalacaksınız. Ehlibeyit için böyle bir sorun olabilir mi? Sistemin yetersiz kalması mümkün mü? Hele hele temel esaslara yönelik değişiklikler içeren yöntem arayışına ihtiyaç duyulabilir mi? Sünni Müslümanlar din üzerinden çağdaş gelişmelerle nasıl bağlantı kuracaklarına dair henüz sistem bulma aşamasında iken Şia’nın zaten sistemi hazırdı. Onların yaptığı sadece kısa süreli kurslar düzenleyerek bir programı öğretmek gibi oldu. Bu yüzden de İran’da devlet olmayı başarmakla kalmadılar. Diğer bölgelere de yayılarak ciddi bir güç haline gelmeyi başardılar.
Ehlibeyit mensupları hakkın ve adaletin en açık savunucuları olduklarından dolayı tarih boyunca iktidar sahiplerinin korkulu rüyası olmuşlardır. Bu yüzden de bazen toplu kıyımlardan geçirilmişlerdir. Ancak hiçbir zaman; “Acaba bu başımıza gelenler Kur’ân’ı doğru anlamadığımızdan mı kaynaklanıyor? Usulümüzün eksik veya yanlış olmasından dolayı mıdır? Tefsir, fıkıh, hadis vb. ilimlerde yeni usuller geliştirmeliyiz…”, deme gereği duymamışlardır. Onların en büyük sorunları kendilerini tanıtmalarına fırsat verilmemesiydi. Delilleri o kadar ikna edici ve kuvvetli idi ki, bu mektep mensuplarının mağlup olduğu bir tartışma göremezsiniz. Düşmanları da onları çok iyi tanıdıkları için, fikirsel mücadelede baş edemeyeceklerini anladıklarında zorbalıkla önlerine set koymuşlardır.
Dinî alanda güncelleme, son birkaç asırda İslam dünyasının genelinde oldukça önemli bir sorun haline gelmiştir. Sebebi ise batıdaki teknolojik gelişmelerle birlikte Müslümanların sürekli gerilemesi, girdikleri her savaşta art arda yenilgiler almasıdır. İlim ehli bu konuda oldukça mesai harcamak zorunda kalmışlardır. Fakat sorunun doğru çözümüne ulaşıp ulaşmadıkları ise tartışmalıdır. Genellikle sorunu, dini metinleri yanlış veya eksik anlamaya bağladılar. Buna göre de farklı çözümlerle ümmetin karşısına çıktılar. Kur’ân’ın nasıl yorumlanacağına dair yöntemler sunan mı dersiniz. İman esaslarına madde ekleme veya çıkarma gibi oldukça radikal değişiklikler içeren çözümler sunanlar mı dersiniz…
Sadece son dönemlerde değil, geçmişte de İslamî ilimlerdeki tıkanıklığı gidermek için farklı açılımlar gerçekleşmiştir. Mesela, “Tefsirde benzer şeylerin tekrarlanmasına karşılık nasıl bir açılım yapabiliriz,” endişesiyle hareket eden alimler, farklı önerilerde bulunmuşlardır. İmam Maturidî, tevil ile tefsiri aynı gören anlayışa karşı çıkarak, ikisini ayırmış, böylece yeni yorumlar yapma imkânı sağlamaya çalışmıştır. Zemahşerî, belagatteki ince manaları ortaya çıkarmanın gerektiğini savunarak yeni bir açılım sağlamıştır. Tefsir ilminin olmazsa olmazları arasına belagat ilmini koymuş, Kur’ân’ın i’câzı alanındaki çalışmaları tefsire aktarmayı başarmıştır. Kendisinden sonra gelen müfessirler üzerinde oldukça ciddi bir tesir bırakmıştır. İmam Gazalî, İslami ilimlerin ihyasına dair “İhyâü Ulûmi’d-Dîn” adında bir eser yazmış, halen de etkisi devam etmektedir…
Günümüzde de Sünni dünyadaki önerilerin çoğu, biz asıllarımızdan uzaklaştığımız için özümüze, yani Kur’ân ve sünnete dönmemiz gerektiğinde birleşmektedir. Temel gerekçeleri şudur; biz asıllarımızdan kopup uzaklaştığımız için ancak yeniden öze dönersek tekrar toparlanabiliriz. İlk dönemdeki anlama yöntemi ve yaşam biçimine dönmemiz gerekir. Peki nasıl olacak dediğimizde, karşımıza çok sayıda öneriler çıkmaktadır. Mesela tarihselciler, metni zamanına bırakalım manayı alıp günümüze gelelim derken, modernistler ise zaten günümüzdekiler Kur’ân’la çelişmiyor! Diyerek çağımızı esas alıp Kur’ân’ı zamanımıza uydurmaya çalışmışlardır. Bazıları da ayet ve hadis ne diyorsa onu yaparız, zamanımızdakiler ne diyorlar umurumuzda bile değil demişlerdir…
Kısaca söylemek gerekirse neredeyse bütün çözüm önerileri Kur’ân’ın merkeze alınması yönündedir. Nitekim Mehmet Akif’in: "Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı" ifadesi bunu en açık biçimde göstermektedir. Çözüm önerisi kulağa hoş gelse de “Nasıl olacak?” dediğimizde, meselenin hiç de sanıldığı kadar kolay olmadığını görürüz. Örneğin yeni meselenin hükmünü sadece kıyas yoluyla bulmaya çalışırsanız, belli bir aşamadan sonra her yeni meseleye eskiden bir örnek bulamayacağınız için sistem ister istemez tıkanacaktır. Hele hele ahkamı sadece 500 kadar ayet ile sınırlandırırsanız, Şia kanalıyla gelen hadisleri kabul etmeyip rivayet alanını kendinize daraltırsanız, yeni taklit mercileri yetiştirmeyip Abbasi ve Emevî aklıyla sorunlarınızı çözmeye kalkışırsanız elbette çözüm bulmak sanıldığı kadar kolay olmayacaktır.
Sünni Müslümanlarda durum böyle iken acaba Şia kanadında sistemin tıkanması söz konusu olabilir mi? Zamanın gerçekleriyle tezat teşkil eden tefsirden, çağdaş meselelere çözüm üretemeyen durgunlaşmış bir fıkıhtan bahsedebilir miyiz?
Şia’nın fıkıhta bir donukluğa fırsat vermesi mümkün değildir. Çünkü çağını tanıyan yeterli birikime sahip alimlere tabi olmayı zorunlu kılıyor. Kendimizden 1000 yıl önce yaşamış bir müçtehide bağlanarak güncel sorunlarımızı çözmek yerine, çağdaş alimlere baş vurmamızı istiyor. Bunun için içtihat kapısını sürekli açık tutup taklit mercileri yetiştirmeyi zorunlu kılan bir sistemde donukluğa yer olmaz.
Ehlibeyit için tekrar Kur’ân’a dönelim şeklinde bir çıkışa gerek yoktur. Çünkü Kur’ân’da kıyamete kadar olacakların bilgisi mevcuttur. Sadece bunları ortaya çıkarmak için tevile ihtiyaç vardır. Tevil her gün yenilenmektedir. Şii kaynaklarda tevil ve tefsir ayrımı oldukça nettir. Oysa Sünni kaynaklarda bu ayrımı yapmak o kadar kolay değildir. Tevil ve tefsire dair çok sayıda yorumla karşılaşırsınız.
Ehlibeyit kaynaklarında, Kur’ân’da her şeyin bilgisi olduğuna dair oldukça fazla rivayetler vardır. İmam Cafer es-Sadık (as) şöyle buyurmuştur: “Allah (cc) her şeyin açıklamasını Kur’an’da indirmiştir. Ant olsun Allah'a ki, O, kulların ihtiyaç duydukları hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır; öyle ki, bir kul: “Keşke Kur’an’da bu konu da inseydi.” diyemez. Mutlaka o konuda Allah bir şey indirmiştir.”[1]
İmam Muhammed Bâkır (as): “Allah (cc) ümmetin ihtiyaç duyduğu her şeyi kitabında indirmiş, Peygamberine de açıklamıştır. Her şey için bir sınır ve ona delalet eden bir delil koymuş, bu sınırı aşan için de ayrı bir sınır (ceza) koymuştur.”[2]
İmam Cafer Sadık (as) şöyle buyurdu: “Allah'ın kitabında sizden öncekilerin haberi, sizden sonrakilerin bilgisi ve aranızdaki sorunların çözümü bulunmaktadır. Bunu ise ancak biz bilmekteyiz.”[3]
Yine İmam Cafer Sadık’a (as) göre: Kur’ân diridir ve ölmemiştir; Kur’ân gece ve gündüz gibi, güneş ve ay gibi akıp gitmektedir; geçmişlerimiz için aydınlık verdiği ve geçerli olduğu gibi, sonuncumuz için de aydınlık verir ve geçerlidir.” [4]
Ehlibeyit’e göre, Kur’ân’da her şeyin bilgisi mevcut olup kendilerine öğretildiği için ayrıca kıyasa ihtiyaç duymamışlardır. Her şeyin bilgisine ulaşmak için Kur’ân’a odaklanmak gerekir. Çünkü kıyas, sonradan ortaya çıkan meselenin geçmişteki bir asılla arasında illet birliği kurmaktır. Oysa bir hükmün illeti şudur, demek, doğru tespit edilip edilmediği kesin olmadığı halde illete dayanarak Allah (cc) adına hüküm vermektir. Ehlibeyit ise kıyası kabul etmemiştir. Karşılaştıkları her olayın hükmünün Kur’ân’da olduğuna inanmışlardır. Diğer alimlerin göremedikleri incelikleri görerek Kur’ân’dan hüküm çıkarabilmişlerdir. Örneğin, Müslüman bir kadınla zina eden Hıristiyan bir adamı Mütevekkil’e götürmüşler. Mütevekkil ona zina cezasını uygulamak isteyince adam Müslüman olmuş. Yahya b. Eksem, “İman kendinden öncekileri siler. Dolayısıyla onun imanı, şirk ve günahını silmiştir.” demiş. Bazıları da: “Bu adama üç had uygulanması gerekir.” demişler. Diğerleri, farklı görüşler ortaya atmışlar. Mütevekkil bunlara ikna olmamıştı ki, bir mektup yazarak olayı İmam Hâdi’den sormalarını emretmiş. İmam Hâdi (as) şöyle demiş: “Bu Hıristiyan adamı ölünceye kadar dövmeleri gerekir.” Oradaki fakihler, Mütevekkil’e: “Ey Emîrü’l-Müminin! Bu fetvanın delilini İmam’dan sor; çünkü bu fetva ne Kur’ân’dan ne de sünnetten anlaşılmıyor.” Demişler. Mütevekkil İmam’a (as): “İslam fakihleri bu fetvayı doğru kabul etmiyorlar. Bunun gerekçesini bize açıklayın.” Diye haber göndermiş. İmam (as) şu ayetle delil getirmiş: “Ne zaman ki hışmımızı gördüler: “Tek Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik.” dediler. Fakat hışmımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı. Allah'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan yasası budur. İşte o zaman kafirler ziyana uğramışlardır.[5] Mütevekkil’in emriyle bu delilden sonra o adamı ölünceye kadar dövmüşler.[6] İmam ayetteki “Fakat hışmımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı.” ifadesine dayanarak suçüstü yakalandıktan sonra imanın şirki silmeyeceğine hükmetmiştir.
Şia’da tefsir ve tevil ayrımı, zahir ile batın ayrımı nettir. Tefsir, ayetin lafızlarının açıklaması iken tevil ayetin gerçek hayattaki karşılığını bulmaktır. Mesela sırat-ı müstakim, dosdoğru yol anlamında iken bunun gerçek hayattaki somut hali İmam Ali’dir (as). Ayetin hakkında indiği kişiler zahiri anlamı ifade ederken, aynı ayetle amel edenler ise batınî anlamı ifade eder. Şia muhaliflerinin zannettiği gibi batınî yorum; gizemcilik, sır, delilsiz biçimde his ve kalp gözüyle edinilen bilgiler değildir. Aksine Ehlibeyt için tevil ve batınî yorum her ayetin gerçek hayatta canlı bir örneğini bulmaktır. Ayetler sürekli dış dünyayla iç içe okunur. Geçmişteki olayların günümüzdeki örneklerini bulmaya çalışırlar. Sürekli hayatla iç içe bir tefsir faaliyeti içerisinde oldukları için durgunluk ve donukluğun olmasına imkân vermezler. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Usul-u Kâfi, I, 179. Hadis.
[2] Usul-u Kâfi, I, 180. Hadis.
[3] Usul-u Kâfi, I, 187. Hadis.
[4] - Biharu'l-Envar, c. 53, s. 403; Murteza Turabî, Ehlibeyt’in Dilinden Kur’ân-ı Kerim, I, Çev. Cafer Bendiderya, İstanbul, 2104, s. 59.
[5] Mü’min, 40/84-85.
[6] Murtaza Turabî, Ehlibeyt’in Dilinden Kur’ân-ı Kerim, I, 392.